Fatih Sultan Mehmet’in babası 2.Murat(1402-1451) 6. Osmanlı padişahıdır. Sultan Çelebi Mehmet’in oğludur. Ülkeyi Edirne’den yönetmektedir. Haçlılarla ve Karamanoğulllarıyla uğraşmış ve iki kez oğlu lehine tahttan feragat etmiştir.
Bu yıllarda Anadolu da bir isim duyulmaya başlamıştı. Giderek ‘Bayrami Tarikatı’ adıyla ortaya çıkıp, yaygınlaşan bu akımın Hacı Bayram-ı Veli adında bir ermiş kişiden kaynaklandığı anlaşılır, ve bu duyumlar padişah da da ilgi ve kuşku uyandırır. Hacı Bayram-ı Veli 1352-1429 yılları arasında Ankara’da yaşamıştır. Ankara’nın bugün bir mahallesi haline gelen Solfasol köyünde doğar. Aksaraylı Hamit’in müriti olur. Ve ondan aldığı derslerle kendini yetiştirir. Bayram’ın asıl adı Numan olup Bayram adını ona hocası vermiştir. Bayram sonradan Bayrami Tarikatını kurmuştur.
Bayram, Ankara’da ve Bursa’da müderrislikler yapmış, hece vezniyle şiirler yazmıştır. Böylece ünü giderek artan Bayram hakkında mucizeler üretilmeye başlanır.
Bayram bir gün Solfasol’da tarlasına karpuz ekerken, bir garip yolcu yanına yaklaşarak, çok susadığını ifade ederek su ister. Bayram yolcuya:
- Suyum yok ama, biraz bekle sana karpuz vereyim
Der. Yolcu henüz ekilen karpuz tohumlarına bakarken, bir tohum çimlenir, gözleri önünde büyür, karpuz yetişir ve Bayram olgun karpuzu susamış yolcuya ikram eder.
Bu mucize dilden dile dolaşır. Bir başka mucize de şöyledir:
Solfasol de hocanın evinde helva pişer. Hac mevsimidir. Köy den birisi hacca gitmiştir. Hoca’ya malum olur ki hac daki kişi çok acıkmıştır. Hoca köyden bir delikanlıyı çağırıp Mekke’de bulunan köylüsüne sıcak sıcak ulaştırmak üzere helvayı verip, yola koyar. Ve hac dan dönen komşusu Bayram’ın gönderdiği helvayı Mekke de alıp, soğumadan yediği için teşekkür eder.
Geri kalmış toplumlarda mucizelere inanma ihtiyacı daima taze ve canlı olarak yaşatılır. Ve önemli kişileri kahraman yapan senaryolar uydurulur. Bu gün bile mucizelere inananlar az değildir. İşte bu mucizeler, Hacı Bayram-ı Veli mertebesine ulaştırmada çok önemli etken olmuştur. Hacı Bayram-ı Veli Ankara’da ölmüş, kabri kendi adını taşıyan cami avlusundadır.
Sultan 2.Murat, Hacı Bayram-I Veli’yi tanımak için Edirne’ye davet etmiştir. Hoca emri yerine getirmek üzere Edirne’ ye varır. Sarayda kabul edilir. Misafir edilir. Sultanla ve devlet adamlarıyla tanışıp, günlerce sohbetler yapılır. Nihayet onun saraydaki misafirliği son bulur. Padişah, Bayram yola çıkarken onu yalnız bırakmaz ve ona bir koruma göevlisi verir. Koruma görevlisi aynı zamanda onun refakatçısı olduğu kadar, yol boyu gerekli kolaylıkları sağlamakla da görevlidir.
İşte bu refakatçı ve koruma görevlisi, sarayın muhafız bölüğünden Sivrihisar doğumlu binbaşı Hafiziddin adında bir subaydır. Padişahın askeri olan binbaşı Hafıziddin 1380 yılında Sivrihisar’da doğmuştur. Babası Mevlana Kasım Veliyüddin adında bir Sivrihisar’lıdır. Onun Eserköy de mülkü olduğunu daha önce belirtmiştik. Eserköy bugünkü Eskiköy diye anılan yerdir. Bu yoldaki açıklamalarımızı daha önceki bahislerde yapmıştık.
Veliyüddin, bilgin, kültürlü bir insan olduğu için oğlunu okuttuğu ve oğlunun da fırsatını bulup subaylığa intisap ettiği ve bu yolla saray muhafızı olduğu düşünülebilinir. Hafıziddin, hizmetine ve korumacılığına görevlendirilen Hacı Bayram-ı Veli ile birlikte ve aile efradı da yanında olduğu halde yola çıkmadan önce Padişah 2.Murat ona bir armağan ve geçimlik olması için Sakarya ile Porsuk çayının birleştiği yerdeki arazisinden önemli bir kısmı vakfeder.
Mesleği askerlik olan Hafıziddin’den dolayı, onun ahvadına ASKEROĞLU denilmiş ve bu lakap bu günlere kadar sürüp gelmiştir. Binbaşı Hafıziddin, onun ailesi ve Hacı Bayram, Edirne’den ayrılarak, Çanakkale ve Balıkesir yoluyla dönerken, Bursa’da Hacı Bayram’a karşılama töreni yapılmış ve Bursa’lılarla hasret giderilmiştir. Ne de olsa Bayram Bursa’da müderrislik yapmış ve bunca öğrenci yetiştirmişti. Bursa’dan hareket eden kafile Sivrihisar’a ulaştığında burada da halk misafirlerini çok sıcak karşılamış ve yorgunluklarını unutturmuştur. Artık Hafıziddin’in kafileden ayrılma zamanı gelmişti. Birlikte yolculuk buraya kadardı. Hacı Bayram-ı Veli şanlı bir törenle Ankara’ya müteveccihen uğurlanırken, binbaşı babasının yanında ve elinde bir vakıfsenedi ile sivil hayata adım atıyordu.
Sivrihisar’a yeniden yerleşen asker Hafıziddin artık burada Molla Hafiziddin olarak anılmaya başlar. Onun kendisine verilen arazi üzerindeki tasarrufunu bilmiyoruz. Ancak Mola Hafiziddin’in Sivrihisar’daki Kumacık hamamını yaptırdığını biliyoruz. Bugün hala hizmet sunmaya devam eden Kumacık hamamının, o günün imkanları ile yapımının kolay bir iş olmadığı takdir edilebilir. Hamam yaptırmak zengin işiydi. Hafiziddin ve babası varlıklı ve zengin insanlardı. O zaman Kumacık hamamının yerinde Biat Komanus adında bir kilise vardı. Rivayete göre sancılanan hayvanların bu kilise etrafında tur ettirilmesiyle sancının geçeceğine inanılıyordu. Sonra kilise yıkıldı ve yerine Kumacık Hamamı yapıldı. Hamamı yaptıran Molla Hafıziddin dir.
Bizans rumları şehri çoktan terk etmişlerdi. Şehir önce Selçukluların sonra Karamanoğullarının yönetimine geçmiştir. Daha sonra şehir Osmanoğulları ile Karamanoğulları arasında birkaç kez gidip gelmiştir. Ancak kent, 1415 yılından itibaren Osmanlı devletinin mutlak hakimiyetine geçmiştir. Anlaşıldığına göre müslüman olmayan Bizans halkı çok önceleri burayı terk etmişlerdi. Uzun yıllar bakımsız kalan Biat Konmanus kilisesi kendiliğinden yıkılmıştı.
Hafıziddin 1450 yılında öldüğünde, geride bıraktığı Lütfullah ve Safiyetullah adındaki evlatlarının olduğunu biliyoruz.
Tekrar yukarıda sözü geçen ve sultan 2.Murat’ın Hafıziddin e bağışladığı vakıfnameye dönelim. Ben o vakıfnameyi bizzat gördüm. Dayım Ahmet Eroğlu tarafınan saklanıyordu. Bez üzerine yapıştırılmış, uzunca bir kağıt üzerinde, bir satırı kırmızı, bir satırı siyah mürekkeple ve arap harfleriyle yazılı bir metin idi. Metnin altında sultan 2.Murat ın tuğrası yani mühürü bulunuyordu.
Vakıfnamede, Hafiziddin’e verilen arazinin sınırları açıkça belirtildikten sonra, buranın Hafıziddin’e padişah tarafından vakfolunduğu açıklanarak, buna herkezin saygı göstermesi, kolaylık göstermesi istenmekte ve bu araziye bir tecavüz olduğunda, bunu yapanlar hakkında manevi müeyyide de yer alarak şöyle denilmekteydi: Mütecaviz kişilerin bu dünyada iki yakaları bir araya gelmeye, öte dünyada ise Tanrının gazabına maruz kalalar.
1950 yılına gelindiğinde, aileden bazıları yeni arayışlar peşinde koşarken, söz konusu araziler sık sık gündeme gelir oldu. Bir gün Yavşan’ a yakınlarını ziyarete gelen Mahmut Çavuş günün adamı olmuştu. Çok partili düzene geçildiğinde Mahmut Eroğlu Demokrat partiye girmiş, parti saflarında ilerliyerek delege olmuştu. Artık o sözü dinlenilir bir partiliydi. O yıl Mahmut Eroğlu, parti kongresi için Ankara’ya giderken Yavşan’a uğramış, birkaç gün misafir olmak istemişti. Bir akşam, sohbetler sırasında, Vakıf senedi ve Ortaklar köyündeki araziden söz açılınca Mahmut Çavuş a fırsat doğmuştu. O DP milletvekillerini tanıyordu. Mahmut Eroğlu :
- Ben bu işi hallederim bana senetleri verin yeter, der.
Senet verilir ve ver elini Ankara. Mahmut amca Ankara’da bana misafir oldu. Vakıf arazisi hikayesini bir gece baştan sona bir kez daha dinledim. Birlikte gece yarısına kadar hayaller kurduk. Ertesi gün senet elimizde, kendimizi Adalet Bakanı ve DP Manisa millletvekili Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun odasında bulduk. Konuyu bakana anlattık. Bakan vakıfnameyi bir süzdü, belli ki okuyamadı. Zaten onu saklayan dayım Ahmet Eroğlu da medrese mezunu olduğu halde okuyamamış ve anlayamamıştı. Arap harfleriyle yazılı vakıfnamenin dili de Farsça ağırlıklı eski Osmanlıca idi. Bakan bizi vakıfnamenin okunması için Kuyudu Kadim dairesine havale etti. Orada bu tip yazıları okuyabilen uzmanlar vardı. Sonunda vakıfname okundu, Türkçe’ye çevrildi, onandı ve bize verildi.
Mahmut amca bu çevri ile yeniden bakana çıkıp bir kez daha konuyu dile getirdiysede sonuçta bakan şöyle dedi:
-Bu gün bu sınırlar içerisinde sanırım en az 3-4 köy kurulmuştur. Bu köylerde oturanlar tapularını da almışlardır. Siz zamanında sahip çıkmadığınızdan arazi hazineye geçmiş. Devlet de buralara göçmen yerleştirmiştir. Biz hükümet olarak onların tapulu arazilerini ellerinden alamayız, eğer tapusuz yer kalmışsa Toprak kanununa dayanarak öncelikle size veririz.
Bu görüşmeden beklediği yanıtı alamayan Mahmut Eroğlu vakıf senedini amcaoğlu Ahmet Eroğlu’na iade eder. Ahmet Eroğlu çok akıllı bir adamdı, tatmin edici bir sonuç çıkmayacağını görüyordu. Çünkü herşeyden önce ayni sülaleye mensup, küçülü, büyüklü herkesten birer vekaletname almak zorundaydı. Üstelik bu kişilerin bir kısmının adresleri bile bilinmiyordu.
Yıllar sonra M.Ali Eroğlu konuyu yeniden gündeme getirir. Onun Polatlı’da tanıdığı bir avukat
- Ben bu işi hallederim
Diyerek senedi ister. M.Ali senedi Ahmet Eroğlu dan alır ve avukata verir. Bir daha da kimse senedin akibeti hakkında bilgi alamaz ve konu da böylece kapanmış olur.Yıl 1955.
Cumhuriyet’e geçişte Hükümet Askeroğlu ailesine çağrıda bulunur: vakıf arazisinin ödenmemiş vergi borcu vardır. Hükümet söz konusu araziye sahip çıkıp çıkmayacaklarını Askeroğlu ailesinden sorar. Sahip çıkılacaksa vergi borcunun ödenmesini ister. Aksi halde hazineye kaydedileceğini bildirir. Bu bildiri üzerine Yavşan da oturan Askerğlu ileri gelenleri toplanıp durumu değerlendirirler. Sonuçta Hayır cevabını verirler. Gerekçeleri şunlardır:
1. Sözü edilen yer Sivrihisar’a çok uzaktır. Doğru dürüst yolu bile yoktur.
2. Arazinin içinden Porsuk(O zamanki adı Kütahya çayı) çayı geçtiği için sıtmalık bir bölgedir. Sıtma o dönemin korkulan bir hastalığıydı.
3. Ödenecek vergi borcu vardır.
4. Yavşan’daki yaşamlarından ve gelirlerinden memnun idiler
İşte bu gerekçelerle vakıf arazisi red edilmiş ve durum hükümete bildirilmiş, hükümet te buraya göçmenleri yerleştirmiştir. Bu alanda daha sonraları Beylikköprü, Ortaklar, Sasılar, Kıranharmanı ve İlören köyleri kurulmuştur.
Söz konusu vakıfnamenin kapsadığı alan Porsuk çayının Sakarya ırmağı ile birleştiği yerdeki Kullar köyünden İlören, Ortaklar köylerini içine alacak şekilde yaklaşık 18 km uzunluğundadır. Diğer hududu iki suyun birleştiği yerden, sakarya’nın aktığı doğrultuda Askeroğlu Büküne kadar olan 12 km mesafeyi kapsar. Vakıfnamede yalnızca Kullar köyünün adı geçmektedir.Öteki köylerin hepsi cumhuriyet döneminde kurulmuştur. Örneğin Kıranharmanı ve Köseler köylerine 1915 yılında Kırım göçmenleri yerleştirilmiştir. Bu günkü adıyla Sasılar olarak anılan köye ise daha önceleri Oğuz Türkmenlerinin bir boyu olan Saslar Aşiretinden bir grup yerleştirilmiştir. Ortaklar köyüne ise 1901 yılında Kırım’dan gelen göçmenler yereştirilmiş olup, köyün adı eski kayıtlarda da Ortaklar olarak geçer.
Vakıfnameler hakkında bir fikir edinilmesi amacıyla, bunlardan birinden küçük bir parçayı orijinal hali ile sunuyor ve açıklamasını da ilave ediyoruz(Şekil.5).
Açıklama şöyledir:
Mevlana Hafızüddin oğlu Lütfullah hali hayatında, bütün kanuni ve kavli yetkilere haiz olduğu anda bu vakfı tesis edinceye kadar elinde ve tahtı tasarrufunda mülkü olarak bulunan uzluk köyünün tamamını, tasarrufu kendine ait olmak üzere vakıf ve tasadduk etmiştir. İşbu köy eskiden beri bu ana kadar iki taraftan Kütahya ve Sakarya ırmakları ile sınır deresi …..Taşgedik ve Sakarya nehri yakınında Çokavak diye bilinen mevki ile mahduttur. Vakıf bu yerleri bütün hak ve ekleri ve bunlara dahil olan ve olmayan kaffei hukuku ile nesilden nesile, batından batına gerçek sahih şer’i ve sonsuz bir şekilde çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına vakfetmiştir.
Bu vakfedilen yerler, bir dere dolusu altın mukabilinde de olsa, satılmaz, hibe olunmaz, değiştirilemez ve kıyamete kadar vakıf olarak devr olur.