Süleyman’ın ortanca oğlu olan Tevfik, iri kıyım, pehlivan yapılı, yuvarlak yüzlü, kumral tenli, güzel gözlü bir erkekti. Ziyadesiyle dışa dönük, konuşkan, güleç ve neşeliydi. Gevrek gevrek güler, her işte olumlu tavır takınırdı. İyimser, uyumlu ve dengeliydi. Fitne, fücur ve fesat değildi. Kurnazlığa aklı ermezdi. Kardeşi İsmail ondan daha zeki ve kurnazdı.
Tevfik askere gitmeden önce babasıyla birlikte 17 nolu evde oturdu. Askerlik dönüşü Aktaş’lı İbrahim’in kızı Zehra ile evlendi.Kardeşi İsmail’in de evlenmesi üzerine bu eve sığmayacaklarının anlaşılması üzerine, iki kardeş 12 ve 11 nolu evi yaparak buralara taşındılar.
Babalarından kuvvetli bir mal mülk kalmamıştı. Ne varsa ellerinde hepsini kendi emek ve gayretleriyle elde ettiler, zaman içerisinde. O zamanlar, tarla arazisi problem değildi. Her isteyen hazine arazilerinden gözüne kestirdiği yerleri tarla haline dönüştürebiliyordu. Yeter ki bu kadar araziyi işleyebilecek hayvan yani işgücüne sahip olasın. Babaları onlara bir miktar koyun verdiği gibi, bir çift öküz alımında da yardımcı oluyordu. Babalarının ölümünü takiben varlıkları da Tevfik ile İsmail arasında pay edilmiştir.
Tevfik sonraki çalışmalarıyla 100 kadar koyun sahibi olmuşsa da oğullarının çiftçilik mesleği dışında iş edinmeleri nedeniyle koyunculuk işini sürdürememiştir.
Tevfik ve Zehra çiftinin Süleyman, Selahattin ve İhsan adlarında üç oğlu oldu.
Resim 12 – Tevfik Eroğlu, eşi, çocukları ve torunlarıyla
Zamanın değiştiğini, Yavşan’da ekonomik anlamda istikbal olmadığını alıyan Tevfik oğullarını başka mesleklere yönlendirdi. Tabi bunda da isabet etti. Süleyman’a bir kamyon alınarak, taşımacılık ve şöförlük mesleği kazandırılırken, İhsan marangoz oldu. Selahattin ise okudu. Liseyi bitirdi ve memurlukta karar kıldı; Sivrihisar Maliye Dairesinde memur olarak çalışmaya başladı ve buradan emekli oldu.
Baba Tevfik Eroğlu ile ilgili bir anımı burada dile getirmek istiyorum. Televizyonun yeni çıktığı yıllardaydı. Yıl 1974-1975 gibi. Tevfik’lerde almışlardı. Televizyonu yaz aylarında Yavşan’a da getirirlerdi. Daha o zaman Yavşan’da elektrik yoktu. TV ancak traktörün aküsüne bağlanarak çalıştırılabiliniyordu. Bu koşullarda bir gün TV seyrederken ekranda bıyıklı, kabadayı görünümlü bir erkek belirmişti. Bu erkek görünümünü, kendi ahlak anlayışına sığdıramayan Tevfik Ağa:
-Bu hovarda kılıklı herifleri buraya çıkarmasalar olmaz mı? Evde kadın var, kız var.
O sanıyordu ki TV ekranından bakan kişiler seyredenleri görebilmektedir. Gerçek ona zorla anlatılıp, kabul ettirilebilmişti.
Gene başka bir zaman diliminde .
-Balkondan baktım; Havuzbaşı kalabalık. Anlaşılan laf tatlı. Ben de gideyim dedim.
Tevfik geldiğimi görünce.
-Gel bakalım Profesör. Dedi ve hemen lafa girdi.
-Şu bizim atalarımızda hiç akıl yokmuş. Ortaklar’daki devlet kadar büyük arazileri ellerinin tersiyle itmişler ve bizi bu yerlere mahkum etmişler. Şimdi oralarda olsaydık herbirimize birer çiftlik arazisi düşerdi.
-Bak Tevfik emmi. Öyle düşünme. Sana Profesörce bir yanıt vereyim.
-Ver bakalım.
-Felsefede bir teori vardır. Bir Alman profesörün teorisi. O der ki, bir olayı değerlendirip karar vereceğiniz zaman, o günlerin içinde bulunduğu şartları göz önünde tutarak, değerlendireceksiniz. Sen yanlış yapıyorsun.Bu günün şartları içerisinde o günün olayını değerlendiriyorsun. O günün koşulları içinde sen de olsan başka türlü düşünemezdin.
Akıllı Avni söze girdi:
-Gördün mü? Bunlarla başa çıkılmaz. Biz dar düşünürüz. E nede olsa tahsil, tahsildir. Cahilliğin gözü kör olsun.
Çakır:
-Cahillik dediniz de aklım geldi. Avni’nin eniştesi Gözümün Bahri’den dinlemiştim. Atatürk bir akşam arkadşlarıyla akşam yemeğinde sohbet ediyor ve içkisini içiyormuş. Konu bizimki gibi cahillikten açılınca; Cahil insanların riyakarlık düşünmediklerini, her şeyi, bir çocuk saflığı içinde düşündüğünü ileri sürerek bunu kanıtlamak için koruma polisini çağırmış ve sormuş:
-Oğlum ben burada ne yapıyorum?
Koruma polisi cevapta zorlanmış ve sıkılgan bir şekilde:
-Yemek yiyiyorsunuz, Paşam.
-Başka ne var masada?
Koruma bir rakıya bakmış, bir Ata’ya. Ne diyeceğini bilememiş.
-Su var, paşam.
-Su böyle beyaz mı olur?
-Süttür, Paşam.
Atatürk korumayı gönderir ve bana bir er çağırın, der. Bir er getirirler. Ata aynı soruları ona sormaya başlar. Masada başka ne var sorusu gelince , er hiç düşünmeden:
-Rakı .der.
-Rakı yasak değil mi?
-Size yasak olur mu hiç.
Ve Büyük Atatürk beraberindekilere dönerek:
-İşte size iki kişi. Cahil olandaki içtenliği ve doğruluğu gördünüz. Yarım tahsil hiçbir derdimizin çaresi değildir. Vatandaşımıza ileri derecede eğitim vermeliyiz. Demiş.
Çakırın bu anısı tam yerine oturmuştu.İsmail:
-Bilirsiniz bir söz vardır. ‘Yarım hekim candan, yarım imam dinden eder’ diye
Bu sırada koyun evlerden çıkmış, sürü havuzbaşından geçiyordu. Sıkışıklıkta oğlağın biri havuza düşünce, herkes birden hayvanı kurtarmaya kalkıştı, konuşmaları yarıda kesildi.
Süleyman Eroğlu, babasını oğlu. Oun tüm karakterlerini taşımaktadır. Güçlü, kuvvetli, kumral tenli. Babası gibi dış dönük, onuşkan, neşeli, güleç yüzlü, insanları seven, yeniliklere açık ve hevesi bir kişliğe sahiptir.
Selahattin Eroğlu, yıllardır Sivrihisar Hava Kurumu ilçe başkanlığını yürütmektedir. Kendisi uzun boylu, biraz kilolu, esmer çatık kaşlı, az konuşup az gülen, içe dönük, kapalı bir kişiliğe sahiptir. Onun ciddiyeti, dürüstlüğü, güvenilirliği tüm ilçe halkı tarafından bilinir. Son derece dengeli, hak ve hukuku üstün tutan bir karakteri vardır. Sözünü senet bilen Selahattin programlı, planlı ve hesaplı bir kişidir. Kuralcıdır. Tam bir Devlet memurudur. Kızlarının hepsini okutmuştur. Bunlar içerisinden Aysun, Su Ürünleri mühendisi olmuştur.
Eskiden kapalı ekenomi devrinde en güvenilir meslek Devlet Memurluğu idi. Dayadın mı sırtını devlete, artık seni top bile yıkamaz.Sivrihisar’da hep bu düşünüş egemen olmuştur. Çünkü Devlet Memurluğunda ne arasan vardır: istikrar, iş garantisi, itibar… Eskiden Devletin ekonomisi sağlam ve de enflasyon bilinmezken, memurların aldığı maaş yeterli ve doyurucuydu. Buna karşılık serbest mesleklerde, ticarette, ziraatta ve snaflıkta kazanç daha sınırlıydı.
Süleyman Eroğlu bir zaman Sivrihisar’da Nakliyeciler ve Şöförler Derneği Başkanlığı yapmıştır. Şimdi üç kardeş şirketleşerek, ziraat yapmaktadırlar.
Bir zamanlar bir çift öküz ve tek kulaklı pullukla övünenler, sapandan pullluğa geçişin mutluluğunu yaşamışlardı. Artık o övünç, şimdilerde, aynı topraklarda gürültülerini sürdüren traktör ve biçer döğerlerde hissedilmektedir.
İnsanlar sürekli ayni şeyi yapıyorlarsa, yapılan işte bir gelişme beklenemez. Bu durumda yapılan, sürekli bir tekrardan ibarettir. Burada bir anımı açıklamak isterim.
Bir iş yerinde patron 15 yıllık bir elemanının işine son vermek isteyince eleman, patrona sorar:
-Neden 2-3 yıllıkları çıkartmıyorsun da benim gibi 15 yıllık bir kişiyi çıkartıyorsunuz?
Patron şöyle yanıtlar:
- Sen bir yılda öğrendiklerini 14 yıldır hiç geliştirmeden tekrarlıyorsun da ondan
Bir işi geliştirmek istediğmizde üç unsur karşımıza çıkar: Donanım, teknoloji ve insan. Görülüyor ki insan faktörü, gelişim saçayağının ayaklarından birini oluşturuyor. Bu nedenle gelişime insanın eğitiminden başlanmalıdır.
İş adamı merhum Vehbi Koç bu konuda şöyle der:
-Bütün çalışma hayatım boyunca iyi yetişmiş insana büyük değer verdim. En büyük müesseseyi birkaç yılda kurabilirsiniz, fakat 15-0 yıl geçmeden mükemmel bir insan yetiştiremezsiniz. Bir kurumun ayakta durması ve ileri gitmesi en büyüğünden en küçüğüne kadar orada çalışanların kabiliyetine bağlıdır.
Öğrenmeye istekli olmak deyince, insanınkendisini düşünmeye yatkın, gerçeğe yönelik, yaşamı bir yolculuk gibi görmek akla gelir. Bu yolculuk yaratıcı ve girişimci olmayı öngörür. Bu koşullara giren insan sürekli soruşturur ve önemli olanları saptamaya çalışır ve bu durum insanda bir vizyon oluşturur. Vizyon ise kişinin muhtaç olduğu güç kaynağıdır. Bu kaynak insanda vardır. Onu harekete geçirmeyi bilmek gerekir. Bu kaynağı yakalayan insan için yaşamda başarısızlık yoktur.Başarısızlık yenilmiş olmak demek değildir. Bu da bir sonuçtur. Başarısızlık nedeniyle bir riske girmemek, emek harcamamak daha işin başında yok olmak demektir. Başarısızlıklar da bilen için ders alınacak olgular ile doludur.
Yenilmeyen insan, denemeye devam etme azmini gösteren insandır. Elinizden geleni yaptığınızda, başaramamak ayıp değildir. Amaçsız ve risk almadan yaşamak ayıptır. Yaşamda bir amacımız, bir hedefimiz olmalıdır. Eğer bunlar yoksa, uğruna emek vereceğimiz bir şeyimiz olmaz; bizi gelişmeye zorlayacak bir şeyimiz de olmaz.
Önemli olan yere düşüp, düşmemek değil, tekrar ayağa kalkıp, kalkamamaktır.