Yaşam Öyküsü
Ahmet Eroğlu muhtelif adlarla anılır: Mola Mehmet oğlu Ahmet Asım , Efendi yada Askeroğlu. Bu sonuncu isim yani Askeroğlu daha çok Sivrihisar çevresinde söylenirken, Efendi adı daha çokj aile içinde ve Yavşan’da kullanılagelmiştir.
Ölümünden 2-3 ay önce Mekke’ye giderek Hacı olmuşsa da o unvanı doyasıya kullanmak nasip olmamıştır.
Soyadı kanunu çıkıp herkes bir soyadı almak zorunda kalınca, halkının henüz çoğunluğu cahil olan Hükümet, kolaylık olmak üzere, soyadı olabilecek ve matluba(istenilen, aranılan şey) muvafık yüzlerce ismi liste halinde sıralayarak, Nüfus idarelerine göndermişti. Kanuna dayanarak çıkartılan bir genelgede, soyadı olarak alınamayacak sözcükler, ünvanlar ve lakaplar da belirtilmişti.
Genel olarak zade, bin, ibni gibi Arapça sözcükler yanında hacı, hoca, şeyh, imam gibi laiklikle bağdaşmayan sözcükler ve Arapça, Farsça, isimler soyadı olarak alınamayacaktı. Genelge Türkçe isimleri öngörüyordu.
Buna karşın 1950 yılında DP ikdidarıyla başlayan ve halkın dini inançlarını sömüren bir düzende , bu genelgeye uyulmamış ve birçok aile yasak olan isimleri alarak Mahkeme kararıyla soyadı düzeltmesi yoluna gitmiştir.
Askeroğlu ailesine gelince, Ahmet Efendi, zaten devletin memuruydu. Bu işi en iyi o bilirdi. Hısım akraba onun kararını bekliyordu. O ise işin resmiyetine ve de özüne bağlı kalmayı ancak Hükümetin genelgesi doğrultusunda ‘asker’ sözcüğünün Türkçe sözlükteki karşılığının ‘er’ olduğunu görerek ‘Eroğlu’ olması gerektiğine karar verdi. Ve bu kararı tüm hısım ve akrabaya iletti. Böylece sadece Sarı Ali ler ‘Anık’ soyadını alırken, diğerleri Nüfus idaresine Eroğlu kaydını işlettiler. Sarı Ali’lerin neden Anık soyadı aldığını bilemiyoruz.
O devirde soyadı işi bir curcuna olmuştu. Bazı devlet memurları bile bu işi kavrayamamıştı. Buna dair bir anımı aşağıda bulacaksınız:
Soyadı uygulamasından sonraki ilk nüfus sayımında eve gelen memur, evdeki erkekleri kaydettikten sonra sıra kadınlara geldiğinde Zeynep hanımı yazarken Eroğlu sözcüğündeki ‘oğlu’ ekine takılmış ve OLMAZ demişti. Çünkü söz konusu kişi bir kadındı, onun için ‘oğlu’ yazamam demişti. Memuru ikna etmeye çalıştıysam da başaramadım. Ve memur işin doğrusu ‘Erol’ olmalı diye yorum getirerek ‘Zeynep Erol’ olarak kayda geçmişti.
Hacı Ahmet Eroğlu, 1895 yılında, Kubbeli Mahallesinde bulunan ve 1.Ahmet’den oğlu Molla Mehmet’e miras kalan , 3 katlı ve çok geniş bahçeli, zengin müştemilatlı (eklentili) evde dünyaya geldi. Onu Sivrihisar müftüsü, Kıyık Zade Hacı Ali Efendinin güzide mahdumesi Kezban hanım doğurmuştu. Ona dedesinin adı Ahmet verildi.
Küçük Ahmet üç kız kardeşe karşılık tek erkek evlat idi. O devirde erkek evlatların üstünlüğü vardı.
Bu inanış İslamiyetin ilk yıllarında kalmadır. O devirde bir ailenin gücü erkek evlatlarının sayılarıyla ölçülürdü. Kabe’nin muhafızlığı erkek evladı daha fazla olan ailelere verilirken, devlet ihaleleri ve benzeri işlerde nüfusu kalabalık ailelere verilirdi. Çok erkek evlat çok asker, çok işçi, ve çok eleman demekti. Kuşkusuz güç ve kuvvet erkek çocuğu çok olanlarda bulunurdu.
Anadolu’daki gelenek ise daha farklı bir anlayışa dayanıyordu. Erkek evladın baba ocağını tüttüreceği inancı hakimdi. Kız evlat ise eninde sonunda başkalarına gidecek, ellere karışacaktı. Sosyal güvencesi olmayan yaşlılara erkek evlat bakmakla yükümlüydü.
Burada da böyle oldu. Baba ocağını Ahmet Asım tüttürdü.
Ahmet zamanının en ileri eğitim kurumu olan Medreseye gönderilerek, eğitimini tamamlamış oldu onun okuduğu okul ……………. idi. Bazıları bu medresenin adını ‘Fatih’ olarak ………………………………….. Medresenin adı Fatih değil Fakih dir. Bu medreseyi ………………….. Zade Hoca efendi yönetiyordu.
Babullulu Hoca Efendiye atfen, duyduklarıma göre …………………………… en başarılı öğrencisiymiş. Hoca efendi, Ahmet’in ………………………….. Ahmet Efendi ile öok samimi görüşürlermiş. Aşağıdaki ……………………. Sık tekrarlandığı rivayet edilir.
- Mehmet Efendi, senin oğlan Ahmet var ya.
- Evet. Ne olmuş ona?
- Maşallah. Allah bağışlasın. Hem çok zeki, hem de çok çalışkan.
- Hoca efendi, ‘at binicisine göre kişner’ derler.
- Estağfurullah. Görünen o ki o bu gidişle beni geçer.
- Hoca efendi. Anladım, senin canın kuzu yemek istiyor. Hafta sonunda al çoluk çocuğunu gel Yavşan’a size bir kuzu keseyim.
Hafta sonu . Yavşan’da ceviz ağaçları altında bir yer sofrası. Doldurulup kızartılmış bir kuzu. Yanında değişik cinsten yiyecekler. Babullulu Hoca ile Ahmet sohbet ediyorlar.
Hoca:
- Ahmet, kulağıma gelen sözlere bakılırsa Ahmet hocasını geçecek diyorlar. Bu laflar nereden çıkıyor? Sen beni nasıl geçersin?
- Doğrudur Hocam, Doğru söylemişler.
Hoca hiddetini artırarak:
- Bak oğlum benim kimlerden ders alarak yetiştiğimi ve bu mevkiye kaç yılda geldiğimi bilirsin.
Hoca, kendisini yetiştirenlerin isimlerini sayar, döker ortaya, ve Ahmet’in sözünü geri almasını istercesine devam eder:
- Sen o hocalardan ders aldın mı beni nasıl geçersin?
Ahmet tam bu noktada taşı gediğine koyar.
- Evet hocam size söyleyenler haklıdır. Ben o hocalardan değil ama sizden ders alarak yetiştim.
Hoca bu espriye bayılır.
- Beni kimse böyle veciz methetmemişti.. der. Ve Mehmet efendiyi bir kez daha tebrik ederek:
- Oğlun hakkında akıllıdır demekle ne kadar haklıymışım. Der ve sofraya uzanır.
Sonraları Molla olanlarda askere alınmaya başlandı. Ancak onlar müsellah (silahlı) değil katip olarak askeri birliklerde istihdam edilmeye başlanmıştı.
Ahmet de Sivrihisar Askerlik şubesinde yazıcı olarak askerlik yaptı. Askerlik sonrasında Ahmet, babası ve eniştesi Fevzi Karaca ile birlikte Yavşan’daki işlerini organize ederek bir düzene soktular. İş gücüne dayalı yatırımlara öncelik vermeye başladılar. İşe evden başladılar. Köydeki ev onlara yetmez olmuştu. 22 numaralı evi bırakarak 1918 yılında 4 numaralı evi yaptılar.
Planın incelenmesinden anlaşılacağı gibi o zaman şimdiki evin büyük hayat denilen kuzey batıya bakan bahçesi yoktu. Orada evin girişi yani kapısı vardı. Herkes o kapıdan işlerdi. Kapıdan girince direkler dikili bir yer vardı ki burası koyunluk denilen koyunların girdiği ve sağıldığı yerdi. Buranın önü açık büyükçe bir avlusu vardı. Küçük hayat denilen bu bahçedeki bugün bulunan kapı o zaman yoktu. Avlunun doğu kısmında ahır, samanlık ve mutfak vardı. Gündüzleri bu mutfakta oturulurdu. Ailenin yatak odaları koyunluğun üstünde önünde ‘yürüdüm’ denilen bir balkon ve bu balkona kapıları açılan 2 yatak ve 1 oturma odasından ibaretti.
Bu evin ahşap inşaat malzemesi 1915 tehcir döneminde Sivrihisar’ı terk eden Ermenilerin dierken bıraktıkları evlerin enkazından satın alınmıştı. Yeni yapılan binanın duvarları 60 cm kalınlığında taş duvarlar olup, harç yerine çamur kullanılmıştır.
Bu binalar kışın sıcak yazın serin olur. O zaman kiremit olmadığı için binaların çatıları topraktı.
Yavşan da özenle yapılan ve köyde ilk iki katlı olan bu ev 1922 de ricat(geri çekilme) eden Yunan askerleri tarafından yakılmıştır. Yangın binanın oturulan kısmında fazla tahribata yol açmadan kendiliğinden sönmüş, ancak samanlığın damında yığılı çayırotu ve samanlık tamamen yanmıştır.
Yangının canlı tanığı, bugün hala yaşayan ve önündeki sekide bulunan dut ağacıdır. Bu ağacın gövdesinin samanlıktan yana olan kabuğu boylu boyunca yandığı için gövdenin odun kısmı açığa çıkmış ve bu yanık yarası, sanki ibreti alem olsun der gibi bu yarayı kapatamamıştır.
Köyün en büyük yapısı olan , hakim bir yerde inşa edilen söz konusu evin arka kısmına 1931 yılında bir avlu daha yaptırılmıştır. Koyunculuğu gittikçe artıran aile için böyle bir avluya ihtiyaç vardı. Avlunun yarısının üstü örtülü olup koyun sağım yeri olarak kullanılıyordu.
Bunu takip eden yıllarda bu evin de yetersiz kaldığı görülerek otluk olarak kullanılan damın olduğu yere bir oda daha yaptırılmış ve bu odayı Ahmet bey ve eşi sürekli kullanmışlardır.
Bundan sonra ev esaslı bir bakım görmemiş sadece yıllık rutin bakımlarla 1995 yılına gelinmiştir.
Açıklama
1.Büyük Hayat(avlu)
2.Ekmek evi
3.Kümes
4.uzun ev(kiler)
5.Yeni oda
6.Tuvalet
7.Giriş
8.Küçük Hayat(ön avlu)
9.Oda-kiler (önceden ahırdı)
10.Eski mutfak
11.Eski samanlık
12.Seki
13.Odunluk.Eskiden at ahırıydı
14.Kümes
15.Koyun sağılan bölme
Bu tarihte evin mülkiyeti Prof.Dr.İbrahim Karaca’ya geçtiğinden kapsamlı bir tamirata girişilerek bazı değişikliklerle modernize edilmiş ve içine su şebekesi yaptırılarak su alınmıştır.
Ahmet Eroğlu evleniyor
Zengin sayılabilecek, ünlü bir ailenin oğlu Ahmet, artık evlenme çağına gelmişti. Kendisi yakışıklı yağız bir delikanlıydı. Zaten o ailenin tartışmasız veliahtı sayılmaya başlanmıştı.
Annesi ve kız kardeşleri uygun bir eş arama çabalarına girmişlerdi.
Emine’nin okuldan bir kız arkadaşı vardı:Zeynep. O Emine’yi sık sık evlerine davet ederdi. Arkadaşlıkları sıcak ve samimiydi. Emine ona şakalar yapmaktan hoşlanırdı. Bir gün aralarında şu diyalog geçti:
Emine:
- Çok ikramda bulunuyorsun anladık zenginsiniz. Acaba bunun altında başka bir şey mi var?
- Ne gibi? Sen daha iyilerine layıksın.
- Ben mi ağabeyim mi?
- Hadi oradan deli nereden çıkarıyorsun bunları.
- Neden olmasın. Hem Emine yerine ’görümce’ demeye dilini alıştırırsan rahat edersin ileride.
- Kızım sen ne demek istiyorsun? Çıkar baklayı ağzından.
- Yok yok şaka yaptım, şaka
- Emineciğim bu işler kader kısmet işi. Kimse bilmez yolun nereye çıkacağını.
Gelin görümce şakaları sürerken bir gün evlerinde Zeynep heyecanlı ve karışık bir yüz iadesiyle Emine’ye yaklaştı, onu biraz ilerideki tenha bir yere çektikten sonra, titrek bir sesle:
- Bu yolun nereye çıkar bilinmez. Dememiş miydim ? Beni nişanladılar.
- Şaka yapmıyorsun değimli? Kiminle?
- Hani bizim mahallede bir öğretmen var ya. Onunla. İbrahim.
Emine duyduklarına adeta inanamadı. Ne söyleyeceğini de bilemedi. Şimdi onu Zeynep’ten daha yoğun bir düşünce sarmıştı. ‘Tebrik ederim. Hayırlı olur inşallah’ diyerek eve dönen Emine haberi evdekilere iletmekte gecikmedi. Haber kulaktan kulağa yayıldı. Gerçekten Kantarcızade Hacı Ali Efendi kızı Zeynep’in İbrahim Sami bey ile nişanlanmasına onay vermişti.
Konu evde değerlendirilirken, Emine:
- Siz bir türlü harekete geçmediniz. Elin oğlu sizi mi bekleyecekti? İşte olacak oldu. Ne demişler ‘Pişmiş ekmek fırında beklemez’.
Ötekiler:
- Ne yapalım. Kısmet değilmiş Sen çok istekliydin. Bizde istiyorduk.
Konu bir süre kapanır gibi görünse de Hatice’nin içine sinmez. O Emine ile ikili konuşmalar yapar ve bir plan geliştirirler. Buna göre Emine bir gün Zeynep’i eve davet edecek ve ağabeyisi ile tanıştıracaktır. Plan gereği Zeynep çağrılır. O sırada Ahmet de evdedir. Tanışırlar. Daha önce ikisi birbirlerine görmemişlerdir. Zeynep Emine’nin daha önce şaka yollu söylediklerini hatırlayınca ne kaybettiğinin muhasebesini yapmaya başlar. Zeynep’in aklı karışır.
Üç kız kardeş önce Ahmet’in görüşünü alırlar. O isteklidir. Sonra anne ve babalarının fikrini öğrenip onları ikna etmeye çalışırlar. Bunda da başarı sağlanır. Sıra gelir en güç noktaya: Zeynep’in nişanına. Buna rağmen Zeynep’i istemeye karar verilir. Ve kız isteme seromonisine uyulur. Resmen istenir. Kız tarafı zorda kalır. Araya başla kişiler sokulur. Sonuçta söz alınır. Üç ay sonra nişan bozulur. Altı ay sonra görkemli bir düğünle Zeynep, Molla Mehmet’in evine gelin gelir.
Gelin Zeynep
Kantarcı Zade Hacı Ali efendi: Zeynep’in muhterem pederi. Çarşıda Şadırvan karşısında dükkanı olan , zengin bir tüccar. İstanbul ile çalışır. Konak tipinde görkemli bir evin sahibi Hacı Ali dört kız babası. İnce narin yapılı, zevkli, şık giyinen, çelebi bir insan. Konağının tüm mefruşatı İstanbul’dan getirilmiştir.
Ben küçükken Ali Efendinin misafir odasındaki perdelere, yerde serili halılara, aynalı büyük konsola, İstanbul yapısı örmeli hezeran sandalyelere, koltuklara ve yatak odasındaki karyolaya hayranlık duyardım.
Böylesi konfor ve lüks içinde yaşayan insanlara yaşlılığın ve hatta ölümün yaklaşmıyacağını sanırdım.
Ali Efendinin dört kızına karşılık oğlunun olmaması karşısında o İstanbul’dan bir odalık(metres) hanım getirmişti. Onlar bir yıldan biraz fazla birlikte yaşadılarsada kadın içinde bulunduğu ortamdan memnun olmadı ve İstanbul’a geri döndü.
Kantarcı, zevkine düşkün adamdı. Üzümler bağlarda olgunlaştığı zaman, hafta sonunda karısını ve kızlarını ve gramafonunu alır, yaylı arabayla Porsuk semtindeki bağ evine giderlerdi. Yavşan’ a haber salınıp, kızını ve damadını da davet etmede kusur edilmezdi. Tabii bende onlara katılırdım.
Bağda ‘Bastı’ denen bir nevi güveç(Bol etli patlıcan) pişer, yanında üzümle yenirdi. Kantarcı gramofon karşısında, kızların biri kahve getirir, biri nargilesini hazırlarken, neşe ve kahkahalar bağdan bağa yayılırdı. Hacı Ali mutlu, kızları mutlu, eşi çok güzel, çok güler yüzlü Dünür Anne eşine hayat verdiği yerde, elbette yaşam anlamlıydı ve yaşamak çok güzeldi. Hacı Ali Allahtan başka ne isteyebilirdi?
Zeynep uzun boylu, etine dolgun, beyaz tenli, siyah saçlı, güzel gözleri olan bir kadındı.
Zeynep’in gelin geldiği evde kayınpeder ve kayınvalideden başka görümce(Gülsüm) ve onun kocası ile üç çocuğu daha vardı.Anlaşılan o kalabalık bir eve gelin gelmişti. Ancak ev yeteri kadar büyüktü ve herkesin katı ayrıydı.
Zeynep’in aile içindeki adı gelin di. O sonuna kadar Gelin olarak anıldı. Geline aile içinde iş düşürmüyorlardı. Kaynana ve bilhassa görümce Gülsüm tüm işleri üstlenmişlerdi.. ne de olsa Gülsüm’ün üç çocuğu vardı.
Gelin aileye iyi intibak etmişti. O da üstüne düşeni yapıyordu. Ancak işi pek sevmiyordu. Hele köy işlerine karşı hiç istekli değildi. Bağ-bahçe işlerinin zaten sahipleri vardı.O biraz ortalık işi, biraz da yemek işiyle ilgileniyordu.
Öte yandan Zeynep başka bir hesabın içindeydi: Kocası köye haftadan haftaya geliyordu. Bilindiği gibi o hükümette memurdu. Onların çocukları da yoktu.
Gerçekten bu çiftin çocukları olmadı. Bunun üzerine Zeynep evdeki görümcenin çocuklarına karşı ilgisini artırarak çocukların kendisine ’anne’ demelerini istedi ve öyle eğitti. Bu alışkanlık hala sürmektedir.
Zaten kafalardaki düşünceleri değiştirir. İnsan beyni durmadan yeni fikirler üretir. Bunların kimisi geldiği gibi yok olur gider, kimisi yaşama geçirilir. Bunların kimi önemsizken kimisi de insanın yaşamını kökten değiştirir.Bazen insanı göklere çıkarır bazen ömür boyu dert yükü olur.
Görümcesi Gülsüm’ün çocuklarını şeklen benimsemek Zeynep’i tatmin etmemişti. O çocuğu küçükken de sevmek, kucağına almak ve annelik duydularını doyumak istiyordu. İleriki yıllarında yalnızlığını giderecek, kendisine daha çok ilgi gösterebilecek, daha sıcak daha sevecen birini düşünüyor olmalıydı.
Biraz daha zaman geçince Zeynep kız kardeşi Nazmiye’nin fazla çocuktan bunaldığını, ekonomik durumlarının da düzgün gitmediğini görerek, Nazmiye’nin çocuklarından birisini almayı düşünmeye başlamıştı. Sonra o bu düşüncesini kocasına ve evdekilere açtı. Kimse karşı gelmedi.
Sonuçta Nazmiye’nin üç yaşındaki kızı Mükrüme, bir Askeroğlu kızı olarak aileye girdi. Mükrüme büyük bir itina ve özlemle büyütüldü. Ortaokul ve lise okutuldu. Zamanı gelince de Selahattin Eroğlu ile evlendirilerek, askeroğlu kimliğini bir kez daha pekiştirmiş oldu.
Mükrüme’yi Efendi ve tüm aile bireyleri çok sevdiler, iyi yetişmesi için ellerinden geleni yaptılar.
Mükrüme’nin evlenerek ayrılması Zeynep anneyi yeniden yalnızlığın kıyısına getirmişti. O bu defa Mükrüme’nin kızı Nevin’i yanına aldı. Aynı şekilde onu da evlat edindi, büyüttü okuttu. Sonunda onu da Taner ile evlendirdi. Taner işi gereği Ankara’ya gidince, Zeynep anne bir kez daha yalnız kalmış oldu.
Yalnızlık , insan mizacona ters ve zıt olan bir olaydır. Normal de insan sosyal bir canlı olarak evrimleşmiştir. Yaşamı için başka insanlara gereksinimi vardır. Her türlü ihtiyacı karşılansa bile insanlar başka insanların dostluğunu, sıcaklığını aralar. Tek başına yaşamak onların moralleri üzerinde olumsuzluklar yaratır.
Zeynep zengin bir yerden geldi, zengin bir kapıda sultanlar gibi yaşadı. Herkese hürmet telkin etti. Rahat ve huzur içinde geçen ömrünün ilk döneminde Askeroğlu kapısında onu üzen hiçbir olay olmadı.
Ancak sağlam gittiği Hac ziyaretinde hasta dönen kocasının 25.5.1966 tarihinde ölümü, Zeynep’in hayatında dönüm noktası olmuştur. O tarihten sonra onun yaşamında her şey ters gitmeye başlamıştır.
Önce Askeroğlu’nun miras işi ortaya gelmiş, Zeynep mirastan döte bir hisse alarak ekonomisi küçülmüştür. Allahtan Efendinin Zeynep’e doğrudan intikal eden emekli maaşı vardı.
2. Süleyman’dan beri (1800) Askeroğlu’gilin simgesi haline gelmiş olan Sivrihisar’daki büyük ev paylaşımda Zeynep anneye bırakılmış. O bu evi çok büyük bularak satmış ve ona küçük ve uygun bir ev alınmıştır.
Zeynep anne önce kutu gibi bu evde, sonra yıllarca kızı Mükrüme ve Selahattin’in evinde yaşamını sürdürmüştür. İşin kötü tarafı gençliğinden beri devam edip gelen romatizmaları yıllar geçtikçe giderek ağırlaşmıştır. Bir yandan yaşlılık, öte yandan hastalık Anneyi yatağa bağımlı bir hale getirmiştir.
Zeynep Anneye ithaf ediyorum
Hatırlarmısın
Hatırlar mısın ? Gençlik günlerimi
Çiçekler gibi renkli,
Kuşlar kadar şen ve şakrak.
İçim içime sığmazdı:
Şarkılar söyleyip, kahkalar atarak.
Bayramları, şenlikleri, düğünleri…
Ayağımın yere basmadığı günleri.
Hatırlar mısın?
Yokluğun, darlığın fakirliğin,
Ne anlama geldiğini
Bilmediğin günleri…
Hatırlar mısın?
Hastalık, sakatlık, kocamışlık ve kötürümlüğün,
Bu dünyada var olup, olmadığını
Bilmediğin günleri…
Bak şimdi:
Bilmediklerim hesap soruyor, sanki.
Onların hepsi bir olmuşlar,
Benden intikam alıyorlar birer birer.
Ne yalvarma, ne yakarma nafile şimdi.
Haklılar; laf aramızda, çünkü ben gençlikte
Onların dilini öğrenememiştim ki…
Bak şimdi:
Bu savaştan,
Artakalan:
Sabrım, inançlarım, anılarım,
Bir de dualarım,
Bunlar benim vafalı dostlarım.
Onları da alamazlar ya
Artık onlarla avunurum
İbrahim Karaca
Bu gün o ileriye dönük planlarının hiçbirinin gerçekleşmediğini görmenin verdiği düş kırıklığı içinde, kah bir bakıcıyla, kah Selahattin beyin evinde, yeğenlerinin (Aliye Atasoy) evinde ve şimdi kendi evinde 95 yaşında ve aklı başında, inanılmaz bir tevekkül (işi tanrıya bırakıp, kaderine razı olan) ve iyimserlik içinde ziyaretçilerine şu mesajı vermektedir:
‘Bakınız kader beni nereden nereye getirdi. Gene de hayat yaşamaya değer. İnsanlar elbette ölecektir. Yeter ki insanlık ölmesin Ve insanlar birbirinin kıymetini bilsinler.’
Zeynep Anayı Ağustos 1997 tarihinde ziyaretim sırasında, gelmişten geçmişten konuştuk, dertleştik, hasret giderdik. 95 yaşındaki Zeynep annenin yaşamını konu alan filmi bir kez daha birlikte seyrederken, ona tercüman olan duygularımla hissettiklerimi, onun ağzından aşağıdaki dizelerde dile getirmeye çalıştım:
Ahmet Eroğlu’nun kişiliği
Hicaz dönüşü 71 yaşında ölen Ahmet Eroğlu, gençliğinde 1.73 metre boyunda 75 kg ağırlığında, esmer, yağız bir genç idi. Siyah ve gür saçlı, kara gözlüydü. Ellili yaşlarında şişmanca, tıknaz bir yapıya dönüştü.
Onun zeka durumu, Sapma Zeka Bölümü Yönetimine göre 130 puan, Wechler Yöntemine göre ise 120 puan yani üstün değerlere sahipti. Genel ifade edersek onun zeka durumu normalin üstündeydi.
Ayrıca onun kavrama, muhakeme ve hafıza gibi melekeleri de zeka kavramı içinde yüksek düzeydeydi. Konuları çabuk kavrar , çok iyi muhakeme ederdi. Problem çözme yeteneği de ayrıca iyi gelişmişti.
Ahmet Eroğlu bu yetenekleriyle çevresinde haklı olarak ‘Akıllı adam ‘ olarak tanınmıştı.
Kendisi aynı zamanda okumuş bir kişi ve de devlet memuru olduğu için resmi prosedürlerle kanunları iyi bilirdi. Bu nedenle herkes ona danışmaya gelir, görüşünü alırdı.
Bilindiği gibi 20. yüzyıl başlarında hukuk bilen ve devlet işlerinden anlayan insanların sayısı çok azdı.
A.Eroğlu az gülen bir kişiydi. Kaşları doğal olarak çatıktı. Ciddiyet karakterinin simgesiydi. Yersiz konuşmaz, konuşunca herkes onu dinlerdi. Fikirleri tutarlıydı. Ne de olsa okulda mantık dersi okumuştu. Mantıklı ve tutarlı oluşu ona prim yapmış ‘ Ağır başlı adam olarak tanımlanmıştı.
Askeroğlu, ruhsal dengesi son derece yerinde bir kişiydi. Bu nedenle bir olay karşısında onun nasıl bir tavır takınacağını herkes önceden tahmin eder ve sonuç da öyle olurdu.
O heyecanlı ve duygusal değildi. Aksine çok soğukkanlı olduğu için olaylar karşısında hiç paniklemez, acele etmez, hatta ağırdan alırdı.Kendisinin yararına olmayan bir problemi her ne pahasına olursa olsun çözüp kurtulmak yerine onu ileriye iter ve çözümsüzlüğü yeğlerdi. Onun için çözümsüzlük de bir çözümdü.
Ahmet Eroğlu’nun yaşamından bir kesit
Ahmet Eroğlu az ve yavaş hareket eden bir insandı. O yavaş yavaş ve aheste yürürdü. Ellerini arkada birleşik tutardı. Hareketli olmak yerine oturmayı yeğlerdi. Oturmaktan sıkılmazdı. Sabırlıydı. Hafta sonlarında köye geldiğinde, bahçelere inmeden şehre dönerdi. Eniştesi Fevzi ise onun bu haline çok şaşar, bir türlü aklı almazdı. Bağ ve bahçelere Fevzi baktığı için kayınbiraderinin gelip görmesini ve bahçenin zevkine varmasını isterdi.
Ahmet beyin hayatı memuriyette geçti. O zaman memurlar saygın insanlardı.
Askeroğlu o zamanlar Sivrihisar’dan köye (5 km) sağlık için yürürdü. Ancak ona yolda rastlayan kişiler onu yürütmez, ya arabalarına alırlar yada binek hayvanlarını ona verirlerdi. Onun yürümeyi özellikle istediğini nereden bileceklerdi ki.Hatta bazılarını kendisini ‘Bu kadar zengin adam, cimriliğinden yürüyor’ sözleriyle eleştirdiklerini bizzat duyduğunu söylerdi.
Askeroğlu bu yollarda önceleri bisiklet kullandı, sonra bir ata sahip oldu. En sonunda ise güçlü bir merkepte karar kıldı.
Hafta sonlarında dayımın köye gelebilmesi için bu merkebi ben şehre götürürdüm. O merkepte ben ise yaya köye döner, pazartesi sabahları da aynı şekilde kasabaya dönerdik. O zamanlar ben önce lise sonra üniversite öğrencisiydim.
Aile reisi dayımdı. Bu nedenle bizlerin her türlü gereksinimlerimizi de o hallerdi.
Onunla bir saat süren yolculuğumuz sırasında konuşurduk. Daha çok o konuları açar ben kısa söz alırdım. Okulların açılması yaklaşmıştı. Elbiseye ihtiyacım vardı. Ancak bir türlü söyleyemiyordum. Nihayet bir gün söyleyebildim. İyi karşıladı. Birlikte kumaşçıları o önde ben arkada gezdik. Ceket ve pantolon için artmış birer parça(ucuz olacağı için) kumaş bulabilirmiyiz diye gezdik. Renk uyumu söz konusu değildi, yeter ki ucuz olsun. İhsan’ın ortaokula devamı için Eskişehir’e gönderilmesi konusunda, İhsan’ın babasıyla birlikte, kardeşi Hatice’yi ikna etmelerinde önemli rol oynamıştır.
Ahmet Eroğlu, ailesini ve de özellikle kız kardeşlerini çok severdi. Bu sevgi başka aileler için ders alınacak düzeyde, sağlam, katıksız ve karşılık beklemeden sürdürülen bir sevgiydi. Bu sevgi çocukluk yıllarına kadar uzanır.Kız kardeşler tek ağabeyleri olduğu için ona ayrıcalık tanıyor olmalıydılar. Kız kardeşler arasında da güçlü sevgi bağları vardı. Anlaşılan o ki, temeli mutluluğa dayanan bir ailede, bireyler arasında , daha küçük yaşlarda anne ve babanın yerleştirdiği üstün terbiye yöntemi, yaşam boyu meyvelerini vermeye devam etmiş ve hayırlı evlatlar yetişmesine vesile olmuştur.
Ahmet Eroğlu’nun kız kardeşlerine karşı sürdürdüğü temel politikanın izlerini aşağıdaki olaylarda görürüz.:
1- Ahmey bey eşi, baldızının kızı Mükrüme’yi yanlarına alıp, büyüttüler, okuttular ve evlendirdiler. Fakat evlat edinmediler.
2- Onlar aynı şekilde Mükrüme’nin kızı Nevin’i de aldılar, büyüttüler, okuttular ve evlendirdiler. Nevin’i Zeynep hanım evlat edindiği halde Ahmet bey edinmedi. Askeroğlu’nun her iki olayda da gözettiği unsur, mirası olup, mirasının tümüyle kız kardeşlerine kalmasını arzu edişidir.
3- İbrahim’in evlenmesinde nihai görüşü o vermiştir. O kardeşi Gülsüm ile de görüşerek, diğer kardeşi Emine’nin kızı Sabahat’ın İbrahim ile evlendirilmesini öngörmüştür.
4- İhsan’ın evlenmesinde de kardeşi Hatice ile söz birliği ederek , Emine’nin kızı Müjgan ile İhsan’ın evlenmelerinde rol oynamıştır.
Ağabeyleri, son iki olayda da kız kardeşlerinin yönlendirilmelerini sağlayarak, bilhassa Emine’nin yardıma en çok muhtaç olduğu bir zamanda onun elinden tutmuş ve varlığını hissettirmiştir.
Kız kardeşler ağabeyleri için ‘ O ne yaparsa doğru yapar’ diye düşünürlerdi.
Ahmet Eroğlu çok kimseye borç para vermiş yardım etmiştir. Bunlardan geri dönmeyenler de olmuştur. Ancak o kişilerin üstüne gitmemiştir. Her yerde ve her zaman olduğu gibi Ahmet bey de alacağını istediği zaman ‘kötü kişi’ olmuştur. Tevfik, İsmail ve Mehmet Ali sık borç alanlardandı. Zamanı gelip alacağını istediğinde Ahmet bey bazen şu cevap ile karşılaşırdı:
- Parası bitti de bizdekine mi kaldı? Beklesin elimiz bollaşınca vereceğiz.
O mahalle komşularına ve yakını bildiği esnafa da yardım etmekten geri kalmazdı. O zamanlar enflasyon olmadığı için borç verilirken faiz düşünülmezdi.
Askeroğlu’nun zenginliği davarcılığa dayanır. Önceki bahislerde açıkladığımız gibi, davarcılık çok karlı bir işti. Onun bir zamanlar 400 adet keçisi, 1,200 adet koyunu vardı. O bu varlığa eniştesi Fevzi ile kardeşi Gülsüm sayesinde ulaşmıştı.
Askeroğlu, zengin doğdu, zengin öldü.
Ona Belediye başkanlığına aday olması için defalarca teklif geldi. O okumuş, kendini kanıtlamış, zengin biriydi. O devirde böyle insan nerede bulunurdu. O bu görev için biçilmiş kaftandı. Ve de üstünde ittifak edilen tek kişiydi. Gerçekten yerini dolduran , ciddi ve dirayetli bir başkan olurdu. Belediye ye bir çeki düzen verirdi.
Çokları gibi bende dayımı Belediye başkanı olarak görmeye çok hevesliydim. Ama olmadı… O istemedi..Bu yolda sağlam bir gerekçe de göstermiyor, sadece ‘dertsiz başıma dert almak istemiyorum’ diyordu.
Onun bu görüşüne hayatım boyunca hak vermedim. Ne demek ‘Dertsiz başıma dert almamak’ Bu dünyada dertsiz baş olur mu? Madem ki yaşıyorsun, elbette alacaksız. Hele toplumun senden istedikleri varsa. Nitekim onun istemediği Belediye başkanlığına sırasıyla Çamoğlu, Ahmet Çıracı ve Mehmet Kuyruk getirildiler ve iyi başkanlık da yaptılar. Bunların Belediye yi yönettiği dönemde halk arasında memnuniyetsizliği ifade eden şu slogan ağızdan ağza yayılıyordu.
‘ÇAM yarıldı, ÇIRA çıktı, KUYRUK da koparsa toza bak’
Ahmet Eroğlu memuriyet hayatı içinde 1934 yılında Mihalıççık ilçesine tahsilat memuru olarak tayin edilmişti. Oraya eşiyle beraber giden Ahmet bey bir yıl görev yaptıktan sonra, Sivrihisar’a eski görevine alınmıştı. O görev yaptığı sürece vergi tahsilatını %90 a çıkarmış ve teşekkür belgesiyle ödüllendirilmişti. Onun Mihalıççık’a gönderilme nedeni de orada vergi tahsilatını artırmak ve düzene sokmaktı.
Çalışma yöntemi bire bir yöntemiydi. O kasabanın tüm esnafını tanır, gelirlerini ve mali durumlarını bilir, onlarla görüşürdü. Hazineye borcu olanlarla kendisi görüşür, onlardan borçları için söz alır, vade verir, ona göre tahsildar gönderirdi. Köylere tahsildar gönderirken bile, köyün hatırı sayılan kişisine özel mektup yazar, gönderdiği tahsildara yardımcı olunmasını isterdi. Tahsildara ise köylülerle tartışmamasını tembih ederdi. Kısaca tahsilatı köyün büyüğüne yaptırırdı. Böylece hem devleti korumuş olur hem de çok tahsilat yapmış olurdu.
İnsan ancak kendi alacağını bu yolla tahsil eder.
İlçede her kaymakam değişikliğinde giden gelene onu başarılarıyla tanıştırırdı.
Sivrihisar’da Askeroğlu’nun saygınlığı ve otoritesi her zaman yöneticilerinkinden daha fazla olmuştur.
Bir zamanlar Eskişehir’de Özel İdarenin (Muhasebe-i Umumiye Dairesi) hali fenaydı. Vergi yeterince tahsil edilemiyordu. Dairede tecrübeli elemanlar yoktu. Vilayetce buraya birisi aranıyordu. Sivrihisar Kaymakam’ın ve Defterdar’ın önerisiyle Ahmet Eroğlu müdür yetkisiyle Özel İdare dairesine (1936). Ahmet bey Eskişehir Özel İdare Müdürlüğünde müdür yardımcısı olarak bir yıl çalıştırıldıktan sonra Sivrihisar’a gönderilmiştir.
Bilindiği gibi o zamanlar ilkokul öğretmenlerinin maaşları Özel İdare’den veriliyordu. Bu nedenle Ahmet bey tüm öğretmenlerle tanışırdı. Bazılarıyla da aileler düzeyinde görüşürdü. Uzun kış gecelerinde aileler birbirlerine gidip gelirlerdi. Bazen beni de götürürlerdi.
Öğretmenlerin evleri Sivrihisar’ın yerli halkından farklıydı. Yerlilerin evleri geleneksel tarzda tefriş edilmişken, öğretmenlerin ki zamana göre modern sayılabilecek tarzda döşenmişti. Onların evlerinde halı, masa, sandalye, perde, aynalı konsül vardı. Bunlar pek dikkatimi çeker ve özenirdim. Şimdi o günkü değerlendirmelerime gülüyorum.
Ahmet Eroğlu, devletin alacağını kendi alacağı gibi telakki eder ve takip ederdi. Bu tutum bana bir fıkrayı anımsattı:
‘Anne tavşan karnını doyurmak üzere ininden çıkarken yavrularına sıkı tenbihatta bulunur:
- Sakın dışarı çıkmayın. Etrafta avcılar var. Onların da köpekleri var. Köpekler sizi yakalar ve öldürürler.
Anne tavşan döndüğünde bir de ne görsün. Yaramazın teki ininden dışarıda tek başına atlıyor, zıplıyor, oynuyor. Anne tavşan, korku ve heyecanla yavrusunu hemen yanına çağırır ve ona:
- Ben size demedimdi köpekler var, avcılar var, dışarıya çıkmayın diye? Neden çıktın?
Yavru tavşan hemen cevap verir:
- Olsun , ben korkmuyorum. Köpekler beni yakalayamazlar.
Anne tavşan:
- Neden yakalayamazlar?
Diye sorunca , yavru cevap verir:
- Çünkü köpekler sahipleri için koşarlar. Ben ise kendim için..
Askeroğlu soyuna genel olarak bakıldığında orta halli ailelerin çoğunlukta olduğunu görürüz. Birkaç istisna dışında kimse çok zengin olmamıştır. Onun için de kimse mahfolmamış ve yoldan çıkmamıştır. Çünkü insanları açlık ve işsizlik mahvetmez. Aksine insan nefsini esir alan, aşırı varlık, bolluk ve lüks yoldan çıkarır ve mahfeder. Yeter ki insanın onuru ve şerefi, varlık ve lüks eğik düzeyinde, göze görünmeden erozyona uğramasın.
Baş tarafta ad değindiğimiz gibi bu ailede cinayet işlenmemiş, kimse hapiste yatmamış, yıllar yılı kimse evinin ve yatak odasının kapısını kilitlememiş, kimse zenginlik hayalleri peşinde yorulmamış, kışlık erzakını temin için yorulduğu kadar.
O günlere göre Anadolu’nun orta halli ailelerini temsil eden bir soydan bu günkü nesillere kalan en anlamlı ve değerli miras, onurlu, şerefli ve haysiyetli bir yaşamın öğretisidir.
Ne mutlu gönülden Askeroğlu’yum diyebilenlere.
Dayımın eli sıkıydı. Ailede para yalnız onun elinde toplanır ve onun tarafından harcanırdı.
Ahmet Eroğlu kız kardeşlerini çok severdi. Onlar için fedakarlıktan kaçınmazdı. Yaşam süresince onlara maddi yardımda bulundu. Gülsüm’e bir dükkanını verirken, Emine’nin kocasının iflas olayında iki kez banka borçlarını ödemişti. Sadece Hatice’ye maddi bir katkısı olmadı; çünkü onların ihtiyacının olmadığını biliyordu. Eniştesi Tabak Ahmet’in iyi ve mazbut bir aile reisi olmasından memnuniyet ve huzur duyuyordu. Kız kardeşinin tek oğlu İhsan’ı çok seviyor ve onun geleceğinden emin olmak için eniştesiyle ve kız kardeşiyle diyaloğunu eksik etmiyordu.