31 Ocak 2009 Cumartesi

4. Bölüm KARACA Ailesi


Gene gel, gene gel,

Her ne isen gene gel

Kafirsen, ateşe tapıyorsan,

Puta tapıyorsan bırak da gel...

Bu bizim eşiğimiz,

Umutsuzluk eşiği değil;

Yüz kere tövbeni bozmuşsan ,

Gene gel..


Mevlana

30 Ocak 2009 Cuma

Karaca'lar

Buraya kadar Askeroğlu ailesinin kronolojik yapısını, geçmişten günümüze önemli simaları, onların karakter özellik ve bazılarının yaşam öyküsünü dile getirdim. Bunu yaparken konuyu, tarihi öyküler halinde anlatmaya çalıştım.

Şimdi Askeroğlu ailesi ile ilişkisi ve yaşamları iç içe girmiş bir aile var ki onu ele alacağız.

Bu aile Karaca ailesidir.

Gerçi, Sivrihisar da Karaca’ların sahneye çıkışı Askeroğlugil kadar eskiye dayanmaz. Daha doğrusu elimizde bu aileye ait çok eski belge yoktur.

İki aile arasındaki köklü ilişkiler Molla İbrahim’in (1864-1904) Askeroğlu 1.Ahmet’in kızı Emine(1873-1898) ile evlenmeleriyle başlamıştır. Ne yazık ki Emine’nin ömrü kısa olmuş, Emine 25 yaşında ölünce oğlu Fevzi, dayısı Askeroğlu Mehmet tarafından büyütülmüştür.

Aileler ararası ikinci bağ Fevzi Karaca’nın Askeroğlu Gülsüm ile evlenmeleriyle kurulmuştur. Böylece Karaca’lar Askeroğlugilden iki kız almış oluyorlar. Eğer Prof.Dr.İbrahim Karaca’nın Sebahat Tüfekçi ile evliliğini hesaba katarsak bu oran daha da büyür. Çünkü Sebahat’ın annesi Emine ve İbrahim’in annesi Gülsüm de birer Askeroğlu kızıdır.

Görüldüğü gibi bu ilişkiler tek yönlü olmuştur.Yani hepsinde Askeroğlugilden kız alma biçiminde.
Askeroğlu ve Karaca olarak iki ailenin kültürel yapılarında temelde bir fark varsa da bu fark büyük sayılmaz.

Karaca’lar Sakarya nehri dolaylarına yerleşim yıllarından başlayarak bir kırsal alan kültürü geliştirirken, Askeroğlugil çoktan şehir kültürüne geçmişti. Ayrıca Askeroğlu soyunda yer alan kişilerin ekonomik ve kültürel alt yapılarının da daha üstün olduğunu söylemek mümkündür.

Gerçi Karaca’larda da okumuş insanların varlığı ile okumaya yönelik ilgilerin giderek arttığını görüyoruz. Nitekim Sultan Karaca Ahmet, Karaca zade Hacı İbrahim Ağa ve onun kurduğu 3 medreseyi ve Molla İbrahim’in medrese mezunu kişiliğini, İsmail’in Sivrihisar müftüsü olduğunu söyleyebiliriz.

Bence Karaca soyu, kentli olmaktan çok bir aşiret ruhu sergilemektedir.


Karaca Adının Anlamı

Soyadı olarak Karaca ismi çok yaygındır. Türkiye haritasına ve bilhassa paftalara bakacak olursanız, dağ ve de yerleşim yeri olarak Karaca ismine fazlaca rastlarsınız. Karacadağ, Karacaören gibi. Sivrihisar paftasında bile 2 tane Karacaören köyü vardır. Birisi Sivrihisar’ın güneyinde, Arayıt dağı yamacında, diğeri ilçenin kuzey batısındadır.

Türkçede ‘Ören’ sözcüğü, eski yapı yada şehir kalıntısı, harabe anlamına gelmektedir. Ancak kastedilen anlam bunların hiçbiri değildir. Karacaören sözcüğündeki ören , örnek fiilinden yapılmış bir sıfattır.

İnsan adı olarak çok yaygın olduğunu ifade ettiğimiz Karaca sözcüğünden,1997 yılında sadece İzmir Telefon rehberinde 750 adet bulunmuştur.Gün geçmez ki medyada bir Karaca adına rastlanmasın. Bunlar arasında adı ve soyadı da Karaca olanın da rastladım. Karaca Karaca gibi. Karaca birinci ad olarak kullanılmaktadır.

Bir de işyerleri var. Karaca adıyla. Firma, müessese, otel, market, turistik tesis, benzin istasyonu, taksi işletmesi, kahvehane adlarıyla Karaca sözcüğü her yerde göze çarpmaktadır.

Bu adı taşıyanlara rastladığımda adlarının anlamını bilip bilmediklerini sormak gelir içimden. Bu güne kadar sorduklarımdan aldığım cevap hep aynı olmuştur: karamsı, esmer, yağız gibi. Yada ceylana benzer bir hayvana verilen bir isim gibi.

Oysa bu cevaplar doğruyu yansıtmamaktadır. Ne var ki insanlar bu tanımlamalar kanıp, yetinmişlerdir. Onlar bu tanımlamaların yanlış ve yetersiz olduğunu bilmiyorlar ki.. Bilse de hangi meraklı hangi kaynaklardan araştıracak. Böyle bir araştırma, tarih merakı olan , entellektüel kişilerin ve de kaynaklara kolay ulaşabilen insanların işi olmalıdır.

Bu maksatla yapmış olduğum incelemelrde iki kaynak bana ip uçları varmiştir. Biri Tahsin Özalp’ın Sivrihisar tarihi 1961 adlı yapıtı. İkincisi Hilmi Göktürk’ün Anadolu da Oğuz boyları 1979 adlı kitabı. Atatürk Üniversitesi tarafından bastırılan bu kitabın önsözünü, aslen Beylikköprülü olan ve Sivrihisar nüfusuna kayıtlı bulunan ve de ilkokulu Sivrihisar Kızılbel İlkokulunda birlikte okuduğum Prof.Dr. Kemal Bıyıkoğlu yazmıştır.

Birinci yapıtta Karaca’ların Sivrihisar’daki yaşamları ve varlıkları anlatılırken, ikincide daha detaylı ve eskiye ait tarihi bilgiler verilmektedir.

İkinci kitabı inceledikten sonra yazarı Hilmi Göktürk ile mektuplaşmak suretiyle ek bilgiler aldım.

Oğuz Türklerinin 24 boyu bulunmaktadır. Bunlardan biri de ‘Karacaören’ dir. Bilindiği gibi Oğuzların diğer adı ‘Türkmen’ dir.

Sivrihisar ve çevresine gelip yerleşen Oğuz boyları aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir.

Aşiretin adı ve Yerleştiği yerin adı
Karacaören……Aynı adla 2 köy (Bozlar köyü ve Karaburhan köyü
Kınık…………….Kınık köyü, Söğütönü yaylası
Alaçatı…………..Çandır köyü
İğdeli…………….İğdecik köyü
Yolemir…………İmralı köyü(Karacaören’in güneyinde artık yok)
Beydili…………..Günyüzü Bedil yaylası
Yazır…………….Günyüzü Yazır köyü
Buğdüz………….Günyüzü Ayvalı yaylası
Avşar……………Sakarya kıyısındaki Yörme’nin yaylası
Kılıç……………...Sivsihisar merkez ve Gecek köyü
Kırgız……………Sivrihisar merkez ve muhtelif köyler
Karaburun…….Karaburun köyü
Gedik……………Sivrihisar merkezde

Yukarıdan görüldüğü gibi 24 Oğuz(Türkmen) boyundan 13 tanesi Sivrihisar ve dolaylarına gelip yerleşmiştir. Bu aşiretlerin buraya gelip yerleşmeleri, Türklerin Anadoluyu istila ederek devlet kurmalarından sonraya rastlar. Genelde bu aşiretlerin çoğu Selçuklu Devleti zamanında Sivrihisar’a gelmişlerdir.


Karacaören



Karacaören aşireti yada boyu bu adı nereden almıştır. Aynı kaynaklara göre bu aşiret, Orta Asya’da çadır yapımıyla ün salmıştır. Bilindiği gibi göçebe devrinde insanların evleri çadırlarıydı. Orta Asya’da çadır kültürü uzun sürmüş, göç başladıktan sonra da göçerler her yere çadırlarıyla birlikte gitmişlerdir. Kısacası bugün ev neyse o gün çadır oydu. Ev nasıl önemliyse çadır da öylesine önemliydi. Henüz adı konmamış olan bu aşiret en makbul çadırlarını kara keçi kılından yapıyordu. Kara Keçinin kılı sert olduğundan, ondan yapılan çadırlarda hava alışverişi iyi oluyordu. İçerdeki kirli hava dışarıya sızabiliyor, havalanma iyi oluyordu. Ayrıca yağmur ve kar suları çadırı ıslatmadan üstünden akıp gidiyor ve içeri sızmadığı gibi kıl elyafı ıslanmıyor ve ağırlaşmıyordu. Bu çadırların bir başka özelliği ise soğuğu ve sıcağı geçirmeyişidir.

İşte o günlerde, renleri kara olan bu çadırlara KARACA deniyordu. Yani karaca eşittir çadır demekti. Bu nedenle karaca imal eden (Karaca ören) bu Oğuz boyunun adı da Karaca olarak tanınmıştır.

Bugüne bir benzetme yapılırsa, Karaca çadırcı demektir. Günümüzde soyadlarına ve bazı ailelerin lakaplarına bakılırsa bunların belli meslekleri çağrıştırdığını görürüz: kapıcı, Yapıcı, Çiftçi, Çoban, Arabacı, Değirmenci, Sucu vb. gibi. Çadırdı da bunlar gibi anlaşılmalıdır.

Karacaören sözcüğündeki ‘Ören’ eki ise ‘Örmek’ fiilinden türetilmiş bir sıfattır. Bu durumda birleşik olarak anlamı ‘Çadırören’ olmaktadır. Başka şekilde ifade edersek, Çadıryapan, çadır imal eden anlamlarını taşımaktadır.

Her ne kadar kısaca Karaca deniyorsa da bu Türkmen boyunun asıl ve doğru adı Karacaören Aşireti dir.


KARACAÖREN’lilerin Mekanı

Türkmenler genelde Selçuklu Türkleriyle, daha sonra Moğolların istilası sırasında akın akın küçüklü büyüklü gruplar halinde Anadolu’ya gelmişlerdir. Hayvancılık, çobanlık ve daha az tarım ve ticaretle uğraşan bu göçerler, bakir Anadolu’da uçsuz bucaksız meralar ve araziler bulma şansını yakalamışlardır. Oğuz(Türkmen) boyların mensup 24 aşiretin her birinden 200-300 çadırlık topluluklar, Anadolu’ya doğudan başlıyarak batıya doğru yayılmışlardır.

Oğuz göçerlerinin sızmasından endişe eden yerel yönetimler ve siyasi otorite (Genelde Selçuklu Yönetimi) bu toplulukları küçük birimlere bölerek, birbirlerinden uzak mesafelere serpiştirmiştir. Anadolu haritası incelendiğinde Oğuz Boylarını kendi adlarıyla her tarafa dağılmış olarak görürüz.

Karacören Aşireti de bu düşünce ve politika sonucu bütün Anadolu’ya yayılarak yerleştirilmiştir. Söz konusu göçerlere akarsu boyları ile kimsenin itibar etmediği uzak ve vasi(geniş) araziler gösterilmiş, Yerel Yönetimler onlara şehirlerde yer verme taraftarı olmamışlardır.

Sivrihisar coğrafyasına gelen Karacören’lilere gelince, onlara Sakarya vadisi yerleşme yeri olarak gösterilmiştir. Daha detaylı söylemek gerekirse Sakarya ırmağının, İzmir Karayoluyla kesiştiği yerden (Gülçayır:Burhanlar köyü) başlayıp, suyun akışı istikametinde Beylikköprü ve buranın 4-5 km ilerisindeki Karacaahmet köyüne kadar uzanan yerler onların yaşam alanı olmuştur.

Diğer bir Karacaören grubu ise Sivrihisar dağlarının kuzeye bakan eğimi içinde, Porsuk çayına yakın verimli arazilere yerleşmiş ve burada kurdukları Karacaören köyünde yaşamlarını sürdürmektedirler.

Arayıt dağına sırtını dayayıp önündeki düz bir ovayla Sakarya ırmağını kuşbakışı seyreden diğer Karacaören Köyü ise coğrafyanın ender bulunan güzel yerlerinden birinde kurulmuştur.

Sakarya boyunca uzanan çayırlık, sazlık, kamışlık alanlar, sulanabilen tarla ve bahçeler, Sakarya’yı iki avuç arasına almış gibi görünen kırmaların(Yamaç) arkasındaki geniş meralar, karacalar için bulunmaz bir mekandı. Bu topraklarda çalışan ve işini bilenler zengin olmuştur.

Sakarya vadisinde zenginleşen ve çoğalan karaca’lar dan pek çoğu ilçe merkezine (Sivrihisar) göçerek, orada Karacalar mahallesi adıyla bir mahalle kurmuşlardır. Detaylı bilgi için bakınız.

29 Ocak 2009 Perşembe

Karaca Ahmet Sultan

Sivrihisar’a yerleşen Karaca’lar ile ilgili elde mevcut ilk bilgiler Karaca Ahmet Sultan ile başlamaktadır. Bu kişi Osmanoğullarından Orhan Gazi(1288-1359) devrinde yaşamıştır. Nitekim Orhan Gazi’nin annesi Malhatun adına Günyüzü ilçesinde Kozağacı köyünde bir vakfiye bulunmaktadır.

Sivsihisar da doğup büyüyen karaca Ahmet eğitimini ünlü Seyit Hoca (Seyit Nurettin) nın yanında yapmıştır; ondan dersler alarak yetişmiştir.

Sivrihisar’da ilk medreseyi 1300 yılında Seyit Nurettin açmış, Karaca Ahmet’te burada okumuştur. Seyit Nurettin, Malazgirt savaşından sonra Sivsihisar’a gelip yerleşen bir bilgindir. Sivrihisar’da kendisinin kurduğu Selçuklu Medresesinde hocalık yapmıştır. Burada yüzlerce öğrenci yetiştirmiş ve onlara ecazet vermiştir. Bunlar arasında sivrilerek üne kavuşan Karaca Ahmet Sultan olmuştur.

Bilindiği gibi İslam kültüründe, Seyyid sözcüğü, Hazreti Muhammed’in soyundan gelenlere verilen bir isimdir.

Hacı Bektaş-ı Veli(1242-1337) Sivrihisar’ı ziyaret ederek, halkın Ahiliği kabul edip, kendisine katılmasını istemiştir. Bu istek kabul görmüş ve arkasından Seyyid Hoca ile Karaca Ahmet, Ahi reisleri pozisyonuna yükseltilmişlerdir. Kol gücü ile çalışan , alın teri ile kazanan ve teşkilata bağlı esnaf ve sanatkarlara ‘Ahi’ denilirdi.

Ahilik teşkilatı ilk kuruluşunda sadece tabaklık ve dericilik işiyle uğraşanları içine alan bir kurum iken, gittikçe genişleyip 32 mesleği kapsamıştır. Bu kurumda Ahi babalarının otoritesi ve yetkisi büyüktü. Mesleğe girip, yeterli ehliyet ve beceri kazananlar Ahi babasının başkanlığında, bir jüri tarafından sınava tabi tutulurlar ve başarılı olanlar baba’nın elinden icazet ve izin belgesi alırlardı.

Sivrihisar’da Ahilik geleneği uzun süre ve yakın zamana kadar Tabaklık (sepicilik, dericilik) mesleğinde sürdürülmüş ve çok yararlı ve başarılı olmuştur.

Biz tekrar Seyyid Hocaya dönelim. O kızı Fatma Nuriye bacı’yı yanında yetiştirerek Ahi reisi olan Karaca Ahmet ile evlendirmiştir. Daha sonra bu karı koca ‘sultan’ adıyla anılmaya başlamıştır. Karaca Ahmet Sultan ve Sultan Fatma Nuriye şeklinde.

Karaca Ahmet Sultan’ın ahiliği benimsemiş 70,000 müridi olduğu, bunların bir kısmının Sakarya vadisinde yaşadıkları kayıtlıdır.

Ömrü Sivrihisar ve Sakarya vadisindeki yerleşim yerlerinde geçen Karaca Ahmet Sultan’ın eşinin Sivrihisar Kurşunlu mahalledeki Seyit hamamını yaptırdığı zannediliyor. Bu hamamın Fatma Nuriye Sultanın babası Seyyid Nurettin tarafından yapıldığı da rivayet olunur. Söz konusu hamam bugün de aynı adla anıldığına göre bu aile tarafından yaptırılmış olması akla yakındır.

Öte yandan Seyyid hamamının Nasrettin Hoca’nın kızı tarafından yaptırıldığını öne süren görüş de vardır. Bu görüşü savunanlar, Hocanın kızının kabrinin hamama bitişik oluşuna görüşüne dayanırlar.

Karaca Ahmet Sultan’ın eşi Fatma Nuriye’nin kabrinin de Seyit hamamına bitişik olduğu öne sürülmektedir. Bu görüş akla yakındır. Çünkü kendilerinin yaptırdığı hamama bitişik bir kabir olabilirken, Nasrettin Hoca’nın kızının kabriyle karıştırılmış da olabilir. Zira Sultan Fatma Nuriye’nin mezarının Ahiler Köyünde olduğunu öne sürenler de vardır. Bu görüş de akla yakındır. Çünkü onun kocası bir Ahi şeyhiydi. Bu nedenle bir süre yaşadığı ve öldüğü köye Ahiliği yayan bir aileye ve reislerine izafeten Ahiler köyü denilmiş olabilir. Bugün halk arasında Aşağı Ada olarak bilinen Ahiler köyü 1486 tarihli bir haritada aynı isimle yer almaktadır.

Kısaca Ahmet Sultan ile Sultan Fatma Nuriye’nin kızlarının kabri ise Kurt Şeyh (Yukarı Ada) köyündedir. Bu köyde Sakarya vadisinde ve Ahiler köyünden 4 km uzaktadır.

Kurt Şeyh köyünün gelirinin bir kısmının Kraca Ahmet Sultan’a ait olduğunu bildiren bir vakıfnameden, onların bu köylerde yaşadıkları ve etkin oldukları anlaşılmaktadır.
Karaca Ahmet Sultan’ın ölüm yeri ise gene Sakarya vadisinde Polatlı ilçesine bağlı Beylikköprü’ye 4-5 km uzaklıkta ve kuzey yönde bugün dahi Karaca Ahmet adıyla anılan köy olduğu anlaşılmaktadır. Kabrin bu köyde olduğuna dair inanılır kayıt vardır.

Sultan Karaca Ahmet’in büyük serveti olduğu tevatür edilir.

Sultan Karaca Ahmet hakkında daha detaylı bir bilgi için bakınız.

Sultan Karaca Ahmet Dergahı . Daha Detaylı bilgi için seçiniz.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Karacazade Hacı İbrahim Ağa (1815 - 1880)


Kısaca Karacazade diye anılan hacı İbrahim Ağa (1815-1880) ilim ve irfanı seven, hayırseverliği en önemli bir insanlık öğesi olarak kabul etmiş, dengeli ve zengin bir kişidir. Orta yaşlarda hacca giderek İslami farizesinin yerine getirmiş ve kendisini çevresindeki hayır işlerine adamıştır.

İbrahim ağa bilimin, insanın fikren gelişmesindeki rolünü kavramış, bu amaçla üç. Medrese açmıştır.

Tarihte ilk medrese Halife hazreti Ali tarafından yaptırılmıştır. Türklerde ise ilk medreseyi 1020 yılında Sebüktekin’in oğlu Nasrettin , Nişabur kadısıyken açmıştır. Osmanlılar da ise ilk medrese 1330 yılında İznik te açılmıştır.

Sivrihisar’a gelince ilk medrese 1300 yılında Seyit Nurettin Medresesi adıyla, kendisi tarafından kurulmuştur. Daha önce gördüğümüz gibi Sultan karaca Ahmet bu medrese de okumuştur.

Yapılan incelemelerde Sivrihisar da köyleriyle birlikte 600 yıl içerisinde 21 adet medrese açıldığını görüyoruz.

Eski kitaplar Sivrihisar dan bahsederken Evliyalar ve alimler diyarı deyimini kullanır. Nitekim buraya dışarıdan okumaya gelenler olurmuş. Edebiyat tarihçilerine göre Anadolu’da iki önemli edebiyat merkezi vardır: Birincisi Fars edebiyatı ki merkezi Konya, ikincisi Türk edebiyatı ki bunun merkezleri Kırşehir ve Sivrihisar’dır.

Karaca oğlu İbrahim Ağa hem memleketine hizmet hemde medeniyeti ilerletmek maksadıyla önemli bir hizmeti üstlenmiş oluyordu. Kendisi üç adet mederese kurup bunları açık tutacak bir servete sahip bulunuyordu. Ağalığı zenginliğinde, zenginliği ise Bozlar’daki taşınmaz mallarından ve davarcılıktan ileri geliyordu. Kendisi Sivrihisar’da Karacalar mahallesindeki evinde oturmakta ancak yaz aylarında Bozlar’da işlerin başında bulunmaktaydı.

Karacazade Hacı İbrahim Ağa nın yaptırdığı medreseler:
Karacalar Medresesi……….Karacalar mahallesi, 1859
Kudbiddin Medresesi………Karacalar mahallesi, 1876
Ziyaiyye(Işık) Medresesi…..1870 yılında açılmıştır.

Bu kişi benim dedemin dedesidir. Yani arka arkaya üç İbrahim. Kendisinin ölümünden sonra onun serveti ve mülkleri oğlu İsmail’e kalmıştır.

Karacazade İsmail Ağa (1830 - 1884)


İsmail(1830-1884), ömrünü Bozlar’da tarım ve hayvancılık ile geçirmiştir. İsmail’in bilgi ve servet bakımından kendini yeterince geliştiremediği sanılıyor.

Medreseler açan babanın kendi oğlunu buralarda neden okutmadığı, cevabı bulunamayan bir bilmecedir. Akla yakın ilk ihtimal, Bozlar’dan sağlanacak gelirin İsmail’e ömür boyu rahat bir yaşam sağlayacağının hesabı olabileceği gibi, babanın Bozlar’da kurulu düzenin bozulmaması bakımından İsmail’in oraya bağlı kalması düşüncesi de olabilir.

İsmail’in üç oğlu olmuştur:
Mehmet Ali,
İbrahim
Ahmet.

Bunlardan Mehmet Ali okumuş, müderris olmuş, medresenin başına geçmiş ve daha sonra Sivrihisar’a müftü olmuştur.

İbrahim de medrese eğitimi görerek molla olmuştur.

Ahmet’e gelince onun okuyup okumadığını bilmiyoruz.

Ancak her üç oğul da Bozlan’da mal , mülk sahibi olmuşlar, önce babalarıyla birlikte çalıştıkları halde, evlendikten sonra herkes kendi işinde çalışmaya başlamıştır.

Anlaşıldığına göre baba, İsmail ile birlikte davarcılığa önem vermişler ve bu yolla zengin olmuşlardır.

Ahmet ve İbrahim ise daha çok çiftçilik işini ön plana almışlar, bu arada kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar davarcılık işini de yürütmüşlerdir.

Müftü ve müderris Mehmet Ali, bugün Tomi adıyla tanınan Hüseyin’in babasıdır. Babasının ve dedesinin davarcılık çalışmalarını aynen sürdüren Hüseyin Tomi, bu yolla oldukça zengin bir düzeye ulaşmıştır.

Hüseyin Tomi önce Tütüncü Hacı Hasan’ın kızı Ayşe (Müçteba Tütüncü’nün üvey kardeşi) ile evlenmiş ve ondan Şen ve Necati adlarında 2 çocukları olmuş, sonra Ayşe’nin vefatı üzerine hacı Hamza’lardan Fadime ile evlenmiştir. Hüseyin’in Fadime’den de Eşref Sebahat adlarında 2 çocuğu olan Tomi ölünce oğlu Eşref Bozlar ve Muttalıp köylerinde çiftçiliği sürdürmüştür.

İsmail’in babasının Medreseler açtığını yukarıda bildirmiştik. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde açılan okullar şimdiki özel okullar gibi özel teşebbüs olarak açılırdı. Ya bir yatırımcı ya da bir vakıf tarafından açılan bu okulların finansmanı da gene şahıslar yada vakıf idarelerince karşılanırdı. Devlet bunlara tahsisat vermediği gibi öğretmen de vermezdi. Öğrenciler paralı olarak okurdu. Okulun gelir kaynağı ya öğrenciler ya da vakıf idareleriydi.Her medresenin genelde bir müderrisi bulunurdu. Medreseler ya onu açanın ya da orada ders okutan müderrisin adıyla anılırdı.

27 Ocak 2009 Salı

Karacaların Molla 3.İbrahim (1864 - 1904)

Önce Bozlar’a değinmek isterim. Burası Sakarya ırmağı kenarında, Sakarya’nın İzmir karayolu ile kesiştiği yerden, suyun akışı istikametinde 6 km uzakta küçük bir köydü. Orada Sakarya kıyısında verimli çayırlar, sulanabilen tarlalar yanında, davarcılık için son derece uygun olanaklar vardı.

Elde mevcut 1846 yılına ait olup Sivrihisar’ın o tarihte köylerini ve yerleşim birimlerini gösteren haritada Bozlar adına rastlanmamaktadır.

Buna göre Bozlar’a yerleşim ve oranın bir köy haline getirilmesi muhtemelen 1700 yıllarına rastlar. O tarihte Bozlar’ a yerleşenler ise büyük bir ihtimalle Sivrihisar’dan olup, davarcılık yapmak amacıyla oraya giden ve Karacalardan müteşebbis bir kişi ya da kişiler olmalıdır.

Bunlardan çoğalanlar 1800’li yıllarda Bozlar’ın sakinleri oluşturmuştur. Bilindiği kadarıyla bunların en ünlüsü 1815-1880 yıllarında yaşayan Karacaoğlu Hacı İbrahim Ağa dır. Aslen Sivrihisar’da yaşamakla beraber, işi Bozlar’da olan İbrahim Ağa orayı yayla olarak kullanıyordu. Oranın geliriyle zengin olmuştu.

Bozlar’da nüfus birkaç aileden ibaret olup, bunların hepsi Karacalar soyuna aitti. Bozlar sanki Karacalardan bir iki ailenin çiftliği gibiydi.

İsmail oğlu Molla İbrahim de Sivrihisar’da 1864 yılında doğdu. Dedesi Hacı İbrahim Ağa ulemadan, zengin, ileri görüşlü bir kişiydi. Oğlu İsmail’in okumamış olmasına karşın kendi adını taşıyan torununun okumasını istiyordu. Sonuçta İbrahim , molla ünvanını (molla:medrese öğrencisi, bilgin kişi) kazanmış oldu.

Karacalar medresesi, Meydan mahallesinde Hoşkadem camii yanındaydı. Bu medresede Kıyık Hacı Efendi ders vermekteydi. Adı geçen bu kişi aynı zamanda Sivrihisar’da müftülük de yapmıştır. İlmi, irfanı ve seciyesi ile çok itibar kazanmış iyi bir müderristi.

2.İbrahim ise kısa zamanda hocası Ali Efendinin takdirine mazhar olmuş, onun en iyi öğrencilerinden biriydi. Zekası, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla hocası üzerinde etki yapan İbrahim, ikinci evliliğinde hocasının kızına talip olmuş ve Zeynep’i almıştır.

Ten rengi açık(kumral), göz rengi bal köpüğü renginde olan Karacaların Molla İbrahim geçimini Bozlar’dan davarcılık ve tarımdan sağlardı. Yazları Bozlar’a giderler, kışları Sivrihisar’da otururlardı.

Evlilik yaşına ulaştığında Molla İbrahim’e Askeroğlular dan bir kıza talip olunur. Ve 1.Ahmet’in tek kızı Emine için söz alınır ve nikah kıyılır.

Talihsiz Emine’nin arka arkaya iki oğlu dünyaya gelir. Birinciye dedesini adı verilir: İsmail. Diğerine ise Fevzi adı verilir.

Yukarıda talihsiz ifadesinin kullanmamızın nedeni, Emine’nin henüz hayatının baharında 25 yaşında ölmesinden dolayıdır. Talihsiz Emine ilk darbeyi, büyük oğlu ismail’i 1897 yılında kaybetmekle alır. Artık o tek oğlu Fevzi ile yaşarken , talih ona bu yaşamı da çok görür ve henüz 25 yaşındayken yaşama veda eder. Geride dul kocası İbrahim ile henüz 3 yaşında öksüz Fevzi kalır.

Bir süre küçük Fevzi ile birlikte yaşayan baba İbrahim için yaşamın güçlükleri, başkaları tarafından da fark edilmeye başlar ve bunun böyle gidemeyeceği anlaşılmaya başlar.

Bakıma muhtaç çocuk ve baba için yeni bir anne arayışları başlar. Derken İbrahim’in değerli hocası Kıyık Hacı Ali Efendinin kızlarından Zeynep uygun bulunur. İbrahim’i medresede okurken tanıyan Hoca Efendi bu izdivaca muvafakat eder ve İbrahim ile Zeynep evlenirler.

Bozlar’da ikinci yaşam Zeynep anne ile başlar. Gene kışları Sivrihisar’a gelinir, yaz başlayınca Bozlar’a gidilir. Fevzi henüz 6-7 yaşlarındadır. Bu arada Zeynep anneden Fevzi’ye bir oğlan ile bir de kız kardeş gelmiştir. Oğlan çok küçükken ölür. Kıza ise Maksude adı verilir. Ancak Maksude doğmadan babası İbrahim ölür ve kızını göremez. Talihsizliğe bakın ki Maksude’de henüz 13 yaşındayken ölür.

Bundan sonrasını Annem Gülsüm Karaca anlatır:

Babanızdan çok kez dinledim. Babanız Fevzi, üvey annesi ve babasıyla mutlu bir yaşam sürdürürken Bozlar’da kayınpederim İbrahim Efendinin hastalık haberi gelir. Orada tedavi olanaksız. Çeşitli tedaviler uygulamaya çalışılarak zaman kaybedilir. Bu koşullarda iyileşemeyeceği anlaşılınca, ilçeye nakline karar verilir.

Ne var ki yol uzun ve tek araç da öküzlerle çekilen kağnı arabası. Sonunda kağnıya öküzler koşulur. Bir yatak düzenlenip, içine hasta yatırılır. Bu sefer hastayı ve kağnıyı Sivrihisar’a kimin götüreceği sorun olur. Her ne kadar İbrahim efendinin Bozlar’da 2 kardeşi varsa da bunlardan birisi davarları diğeri tarladaki işlerini bırakamayacaklarını öne sürerek kardeşlerini götürmek istemezler.


Zavallı hasta İbrahim ateşler içinde yanarken, tanrıdan başka kendisine kimsenin yardımcı olamayacağı gerçeğini geç fark eder. Güvendiği dağlara kar yağmıştır. Sonuçta iş Fevzi’ye düşer. Henüz 12 yaşındaki Fevzi biner kağnıya, alır üvendireyi eline ve yola koyulur.

Hasta baba Fevzi’ye derki:
- Sen öküzlere karışma onlar yolu bilir. Kasabaya gelince ben yolu gösteririm. Veremezsem bile öküzler evi ve kapıyı bulurlar.

Fevzi 26 km bu yola kendi başına ilk kez çıkmaktadır. 6-7 saatlik yolculuktan sonra akşam ezanı vakti öküzler ve kağnı büyük bir konağın bordakapısı (arabaların girmesine elverişli iki kanatlı büyük kapı) önünde dururlar. Adres tamamdır. Öküzler yanılmadılar. Burası hasta İbrahim ‘in kayın pederi müderris, müftü Kıyık zade Hacı Ali Efendinin konağıdır.

Uzun yol hastayı bitkin düşürmüş, gece ateşi daha da artmıştır.

Burada anama sordum:
- Sen kayınpederini gördün mü?
- Görmez olurmuyum? Yeşil gözlü (Kadir Karaca’nın göz rengi) açık renk tenli, güler yüzlü, konuşkan, hatırnaz bir babaydı. O önce benim halamla evlenmişti. Sonra kıyık kızı Zeynep ile evlendi.
- Sonra hasta ne oldu? İnşallah doktor bir çare bulmuştur.
- Ne gezer. Hasta gece ateşler içinde yanarken, su ister ve aralıklarla neredeyse bir küçük testi suyu bitirir. Ama sabaha çıkamaz. Sabah ezanıyla birlikte sela verilir. Kıyıkların konağın bahçesinde kazan ocağında su ısıtılır, yıkanır ve Karacaların Molla İbrahim göz yaşlarıyla ebedi istiratgahına yolcu edilir.

Hasta, ölüm döşeğinde yatarken, diğer kardeşlerin ufak bir fedakarlığa katlanamayacak kadar kendilerini dünya işlerine vermiş olmalarına ve aralarındaki kardeşlik bağlarını yok edenlere güler misin ağlar mısın.

Molla İbrahim Efendi öldüğünde henüz 40 yaşındaydı. Hastalığı halk arasında Saplıcan denilen Zatürre idi.

Ölüm olayı , oluştuğu yerde çoğu zaman köklü değişikliklere yol açar. Bu değişimden karlı çıkanlar, zararlı çıkanlar olur.

Ölüm 2. İbrahim Efendinin de hanesine kara kilit vurmuştur.

Ölünün ardından kalan üvey anne-evlat ne olacaktı şimdi?

Fevzi’nin 6 dayısı vardı. Ancak bunlardan bir tanesi Fevzi ile ilgileniyordu, diğerleri ilgisizdi. İlgilenen kişi Molla Mehmet idi.

Bundan sonrasını kadir’in eşi Cihan Karaca’dan dinleyelim:
Kıyık kızı Zeynep anne çok zeki ve akıllı bir kadındı. Doğru görüşleri vardı. Otorite sahibiydi. Fevzi’yi de yönlendirmek istiyordu. Ona göre Fevzi’ye dayılar arasından yalnızca biri babalık edebilirdi. O da Mehmet Dayı idi. Bu düşünceleri o Fevzi’nin kafasına sokar. Onu öğretir ve bu düşüncelerle Fevzi’yi dayısı Mehmet Efendiye gönderir. Fevzi dayısına gider ve ödevin ezberlemiş bir öğrenci ciddiyetiyle ona:
- Dayı ben senin oğlun olacağım. Sana da bu yakışır. Herkes böyle münasıp görüyor.
Hoca efendi bir an durakladı, düşündü. Fevzi sanki onun da aklından geçenleri söylemişti.Demek ki Hoca efendi bu konuyu Fevzi’den önce düşünmüş ve aynı kanıya varmıştı. Mehmet efendinin gözleri dolar:
- Gel yavrum, öp elimi. Bugün den itibaren benim iki oğlum oldu. Birisi Ahmet diğeri Fevzi. Allah sizleri korusun ve hayırlı istikbal nasip etsin. Haydi şimdi de Kezban annenin elini öp ve kardeşlerine sarıl. Allah sizleri ayırmasın.

Cihan, Kıyık Kızının bu önerisinin üç dayanağının olduğunu ifade eder.. Birincisi Mehmet dayının, Yavşan göz önüne alındığında kendilerinden bir adama ihtiyaçları vardı. İkincisi Mehmet dayının 3 kızı vardı. Üçüncüsü ne de olsa Fevzi’nin dayısıydı.

Fevzi’nin 12 yaşından sonraki hayatı Mehmet dayısının evinde geçerken birgün o haneye içgüveysi olacağı yolunda kendisini hazırlıyordu.

Kıyık kızı Zeynep’e gelince. O ikinci izdivacını yapmıştı. Bu evlilikten de Ayşe ve Maksude adında 2 kızı dünyaya gelmiştir.

Fevzi Karaca’nın yaşamı 12 yaşından sonra Dayısının yanında yani bir Askeroğlu hanesinde geçti. O tamamen Askeroğlu kültürüyle yetişmiştir. Zaten çevre onu bir Karaca olarak değil Askeroğlu olarak tanır. Ona Askeroğulların Fevzi denir.

Fevzi’nin Karaca’lar ile maddi manevi ilişkileri çoktan kesilmişti. Soyadı alırken onun da Eroğlu adını alması münasıp olurdu. Bence insanların genetik yapıları kadar, kültürel yapıları da kimliklerinin belirlenmesinde rol oynar. İnsanların genetik yapıları(DNA,RNA) günümüzde analizle belirlenebiliyor. Tıpki kan grupları gibi. Kimlik ve kişilik bir madalyonun iki yüzü gibidir. Birinde kişinin genetiksel yapısı, diğerinde ise kültürel yapısı. Her ne kadar biz, insanları daha çok kültürel yapılarıyla değerlendiriyorsak da insan kişiliğinin oluşumunda genetik yapının rolü bence ağır basmaktadır.

Etkin kültürel kimlik açısından değerlendirildiğinde Fevzi ve onun oğulları halis birer Askeroğlu’dur.

Böylece iç içe yaşayan iki aileden Karaca soyu, bu aileye mahsus olmak üzere Askeroğlu yanında çekinik kalmış ve Askeroğlu soyu başat(dominant) olmuştur.




26 Ocak 2009 Pazartesi

Babam Fevzi Karaca (1897-1979)

( Fotoğraf: Fevzi Karaca ve oğlu İbrahim yıl 1938.)

Babam Fevzi Karaca: Fevzi çavuş, Pehlivan, Askeroğulların Fevzi gibi adlarla anılırdı. Ortadan biraz kısa boylu, ne şişman nede zayıf. Çevik ve tetik bir insandı. Karasarı benizli, koyu kahverengi gözlü, siyah saçlı(saçları erken döküldü), avurtları çökük, kuru yüzlüydü. İçe dönük bir kişiliğe sahipti. Heyecanlı biriydi. Çabuk sevinir çabuk karamsarlığa kapılırdı.

Gençliğinde neşeli bir insandı. İyi türkü söylerdi. Tarlada çalışırken türküleriyle etrafındakileri eğlendirirdi.

Karamsar bir insandı.Her şeyin olumsuz taraflarını görürdü. Bu bakımdan dayımla anlaşamazlardı. Örneğin dayım sorardı:
- Fevzi bu yıl ekinler nasıl?
- Eh işte. Belki yiyeceğimiz çıkartırız.
Oysa o yıl ürün iyidir ve herkes verimli bir yıl olduğunu söylemektedir.

Babam son söylenecek sözü baştan söylerdi; fakat doğruyu söylerdi. Onun bunun etkisinde kalmazdı. Davranışları çok dürüsttü. Dürüstlüğüyle tanınmıştı.

Çok sağlıklıydı, 55 yaşına kadar doktor yüzü görmedi, ilaç bilmezdi. Elli beş yaşları sırasında oğlu Rüştü ile arasında bir tartışma yaşandı. Rüştü’nün bir arkadaşının Sivrihisar’da düğünü vardı. Rüştü düğüne gitmek için izin istedi. Baba ‘bak görüyorsun işimiz var, çalışıyoruz gitme’ deyince Rüştü elindeki küreği atar ve ilçenin yolunu tutar. Bu davranışa çok üzülen babanın kalbine akşam bir ağrı girer. Doktor hafif bir kalp spazmı geçirdiğini söyler. Sürekli gözetim ve ilaçlarla hastalığı atlatır. Bir daha da ömrü boyunca bu hastalığı hissetmez.

Altmışında kollarıyla ayak bileklerinin üst kısımlarında egzama oluşmuştu. Ömür boyu sürdü.

Yetmişinde hafifi bir felç geçirdi. Sağ kolunu başına götüremiyordu. Birkaç ay içinde o da geçti, düzeldi.

Gene bu yaşlarda bacaklarını baldır kısmında dolaşım bozukluğu başlamıştı. Hızlı yada yokuş yukarı yürüdüğünde baldırlarına ağrı girerdi. Böyle hallerde dinlenir, tekrar yürürdü (vitrin hastalığı)

Üşürdü. Kışın üst üste iki yorgan altında uyudu.

İştahlıydı. Çocukluktan beri karbonhidrat ağırlıklı beslenmişti. Temel gıda maddesi unlu besinlerdi. Eti nadiren yerlerdi. Kasaptan çok ender et alınırdı. Ancak bir koyun ölüm derecesinde hasta olacak ki kesilip yensin. Sebze ve meyve ise yılda 3 ay (temmuz, Ağustos, Eylül) çok bol yenir, 9 ay hiç bulunmazdı.

Yiyeceği her şeye fazlasıyla tuz serper, yemekleri tuzlu yaptırırdı.
(Fotoğraf soldan sağa Gülsüm Karaca, Fevzi Karaca, İsmail Eroğlu, Sıdıka Eroğlu, Ankara Ulus Atatürk anıtı önü, 27.11.1951 . Sıdıka'nın hastalığı nedeniyle Ankara gelmişler)
Babam Fevzi Efendi, 1897 yılında Sivrihisar da doğmuştur. Ancak onun Nüfus idaresindeki kaydı 1894 dür. Bunun sebebi kardeşi İsmail’in 1897 de ölmesidir. İsmail öldükten sonra Fevzi doğmuş ve Nüfus ta iki işlem yaptırmamak için kendi aralarında Fevzi İsmail’in yerini alsın düşüncesiyle yeni bir kayıt yaptırmamışlar. Bu nedenle babamın doğum tarihi resmiyette 1894, adı da İsmail Fevzi dir.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Fevzi 3 yaşında öksüz, 12 yaşında yetim kalmıştır.

Fevzi dayısının evinde çok mutluydu.Babasının evinde çektiği sıkıntılar ve üzüntülerden arınmıştı.Üstelik dayısının evlatları kendi yaşıtlarıydı.Özellikle dayızadesi Ahmet ile yaşları eşti.

Fevzi daha çok Yavşan’daki işlerle görevlendirilirken Ahmet medreseyi bitirmiş, molla olmuştu. Molla Mehmet üç kızını da Sıbyan okulunda okutmuştu. Sıbyan okulları genellikle camilerin bitişiğinde 5-10 yaş arası kız ve erkek çocuklara din bilgisi ve okuma yazma öğretilen okullardı. 2.Abdülhamit döneminde 1876 Kanuni Esasi anayasasına göre ilkokul kız ve erkek çocuklar için zorunlu hale gelmişti.

Fevzi dayısının işlerinde çalışırken çok mutluydu. Ancak onun sık hatırladığı bir söz vardı: ona evlilik konusunda zımnen(açıktan olmayarak) verilmiş bir söz vardı. Fevzi henüz küçük olmasına rağmen sırf söz yerini bulsun diye Fevzi ile Gülsüm aile arasında nişanlanırlar.

Artık Fevzi’nin yeri sağlamlaşmış, hayat çizgisi belli olmuştu. O da yıldan yıla köy işlerinde daha başarılı olmaya başlamıştı. Davarcılık ve rençberlik (tarım) onun çocukluktan beri alışkın olduğu işlerdi. Zaten o böyle bir ortamda dünyaya gelmemiş miydi. Onun babası da köyde aynı işleri yapmamışmıydı. Ortak yönler çoktu. Farklı olan yalnızca yerdi. Bozlar yerine Yavşan.









Sivrihisar'da özellikle yaşlı erkekler kışın ayaklarına mes ve lastik giyerlerdi. Mes her tarafı deri olan bir çeşit kısa çizme idi. Evde de terlik yerine o giyilirdi. Dışarı çıkılacağı zaman da mes'in üzerine lastik giyerlerdi. Lastik de dışarının çamurundan mes'i korurdu.

25 Ocak 2009 Pazar

Fevzi Karaca Çanakkale Savaşlarında (1915-1916)

Derken Fevzi’nin askerliği geliverdi. Onu büyük bir yeis, keder ve hüzün içerisinde askere yolcu ederken en içten üzülen kuşkusuz nişanlısı Gülsüm idi. Gülsüm o güne kadar askerlikle ilgili olarak çok olumsuz hatıralar dinlemiş, kötü haberler alındığına şahit olmuştu. Ne de olsa onun belleğinde Yemen’den Kafkasya’dan, Galiç’ya dan mektubu gelen hemşehrilerinin acı hatıraları ve talihsizlikleri vardı. Gidip de gelmemek vardı. Gülsüm bütün bu duyguları içinde bastırarak nişanlısını metanetle vatan hizmetine yolcu ediyordu(1916).

Şansı onu Ankara’ya sevk etmişti. Fevzi acemi er eğitimini Ankara’da Yıldırım Beyazit (Dışkapı) semtindeki Sarı kışla’da yaptı. Acemilik bittiğinde çavuş rütbesine yükselmişti.
Babamın hayatında çok sevdiği ve de benimsediği olgular vardı. Yeri geldikçe bunlara değineceğim. Bunlardan birisi Çavuşluk rütbesiydi. Nitekim askerden döneli çok yıllar olduğu halde bizler küçükken ‘kimin oğlusunuz’ diye sorulduğunda ‘ Askeroğullarından Fevzi Çavuş’un oğluyuz’ dememizi tenbih ederdi.

Fevzi Çavuş, Sarı Kışladaki dağıtımda Gelibolu’ya düşmüştü. Arkadaşlarıyla birlikte Gelibolu’ya sevkedilen Fevzi Çavuşun taburu 2 ay sonra Seddülbahir’deki Alaya takviye olarak gönderilir.

Bu alayın Atatürk’ün komuta ettiği alay olduğunu söylerdi. Atatürk yanlarından geçerken birkaç kez gördüğünü hatırlıyordu. ‘ O zaman o Atatürk değildi ki, Miralay Mustafa Kemal idi. Bir gün onun Atatürk olacağını bilseydik daha yakından görmek isterdik.’ Demişti.


Fevzi çavuş , Çanakkale savaşları olarak tarihe geçen çarpışmaları o günkü heyecanı ve tazeliğiyle anlatırken, torunları sanki ağzına girecekmiş gibi heyecanla dedelerini dinlerdi.
- Bizim taburumuz ateş hattının gerisindeydi. Bu yüzden çok kırılmadı. Ancak bazı Taburlar hepten sıfıra düştüler.
Dediğinde ‘ Öldürmeyen Allah öldürmez’ sözünün ne kadar doğru olduğunu düşünüyordum.

Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal silah arkadaşlarıyla birlikte. Çanakkale savaşlarını bilançosu 250,000 şehit.



Gelibolu’ya çekilmelerinden bir yıl sonra Fevzi çavuşu, Jandarma sınıfına ayırarak, Boğazın karşı tarafında Lapseki ilçesine görevlendirirler. Burada uzun süre Jandarma çavuşu olarak hizmet gören Fevzi Çavuş, tekrar Ankara’ya Sarı kışlaya gönderilir.

Onlar bu yolculukta önce İstanbul’a, sonra eski bir vapurla bir bölük asker İnebolu’ya hareket emri alır. Fırtınalı bir deniz havasında yol alan geminin maruz kaldığı dalgalarda, deniz tutmasından nasıl perişan olduklarını , rol yaparcasına , canlı olarak anlatırdı. Ve ömründe denizi görmeyenler ve deniz yolculuğu yapmamış olanlar için bu serüven, macera dolu bir gerilim filmi gibi dinleyenleri etkiliyordu. İnebolu’da karaya çıkan asker , kara yoluyla ve yaya olarak Kastamonu üzerinden Ankara’ya ulaşmıştı.

Fevzi çavuş, bu yolculukta yol güzergahının Ilgaz dağlarından ve ormanlarından geçişi nedeniyle, buraların güzelliğini şairlere taş çıkartırcasına ballandıra ballandıra anlatırken, onu dinleyenler içinde Sivrihisar steplerinden gayrı bir doğal güzelliği görmemiş olanlar iyiye mi yorsalar , kötüye mi bilemiyorlardı. O dev cüsseli ağaçları, boşa akıp giden suları anlattıkça dinleyenler Allahın oralara bu kadar cömert davranırken bizim çevremize neden her şeyi kısıtlı verdiğinin muhakemesini yapıyorlardı. Fevzi çavuş dinleyenlerden birisine dönerek:
- emin ol Halamoğlu, Ilgaz ormanlarını üç gün piyade yürüyüşüyle ancak geçebildik.Sonra Kastamonu üzerinde ver elini Ankara.

O zaman askeri topluca Çanakkale’den Ankara’ya götürecek başka bir yol yoktu. Ya da bu askeri ve stratejik bir plandı. Fevzi çavuş bu kez de Sarı kışlaya gelen yeni acemi erleri eğitiyordu. O terhis oluncaya kadar bu görevi sürdürdü.

Askerliğinin birinci kısmından sağ salim eve dönen Fevzi Çavuş Sivrihisar’a asker elbisesi ile gelmiş, Askerlik şubesine teslim olunca, evine haber verilmiş ve tüm yakınları şubeye koşmuşlar, tedarik ettikleri bir takım sivil elbiseyi de getirmeyi ihmal etmemişlerdi.

Fevzi çavuş askerlik şubesinde soyundu. Ancak çavuşluğu orada bırakmadı. Onu ömür boyu taşıyacaktı. Yıl 1921.

O yıl Fevzi, yıllardan beri yolunu gözleyen ve küçük yaştan beri nişanlısı olan Gülsüm ile evlendi.

Yavşan’da her şey Fevzi çavuşun 6 yıl önce bıraktığı gibi değildi. İşler duraklamış ve gerilemişti. Tarla, bahçe ve davacılık işleri 3 kızın fedakarlıklarıyla ve Ahmet’in çalışmalarıyla orta düzeyde gidiyordu.
İçinde bulunulan şartların zorlamasıyla girilen savaşlar Osmanlı ordusuna çeki düzen verme fırsatı vermediği gibi Devlet hazinesi de savaş ekonomisine endekslenmiş vaziyette koca bir imparatorluk dünyanın gözleri önünde eriyip gidiyordu. Balkanlar’da, Arabistan yarımadasında ve Kafkaslarda her cephede yenilgi ve gerileme halkımızın ümitlerini yok etmiş, Devlete karşı güven duygularını ortadan kaldırmıştı. Memlekette hüküm süren fakirlik, yoksulluk, her türlü ümitsizliği üzerine adeta tuz biber ekiyordu.

Bu koşullar içinde yaratılan Kurtuluş savaşı milletin bitmediğini, ümitlerin yeniden yeşerebileceğinin müjdecisi oldu. Batan bir cisim dibe vurmadan su yüzüne çıkamaz derler. Osmanlı’nın dibe vurduğu yer Arabistan, Balkanlar ve Kafkaslar oldu.


Ve de bunlardan sonra bir Atatürk ve bir Kurtuluş Savaşı.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Fevzi Çavuş Kurtuluş Savaşında (1922)


Fevzi ilk askerlik ten sonra köye döneli bir yıl olmuştu. Evlenmiş, işleri yola koymuştu. Ne var ki kendisi gibi terhisle gelenleri yeniden askere çağırıyorlardı. Fevzi’nin kulağı kirişteydi. Her an celp (askere davet yazısı) bekliyordu. Birinci tertip erat Askerlik şubesinden hareket etmişti. Bu tertipte adının çıkmayışı Fevzi çavuş sevindirmişti.

(Resim: Eski Askerlik şubesi)
Rivayete göre şubeye bir ihbar vaki olur. Ve acele tarafından Fevzi’ye celp gönderilir. Fevzi 3 gün sonra katıldığı kafileyle bir kez daha hüzün içerisinde Sivrihisar’ı terk eder. Gene vatan hizmeti, gene meçhule yolculuk. Onu bu defa şubeden kayınbiraderi Ahmet yolcu eder.

Akşam güneş batarken, başını çevirip bir kez daha bakmaktan kendisini alamayan Fevzi, Sivrihisar ve arkasındaki yalçın kayalıkların ve de Yazıcıoğlu kalesi, Kartal kayası, Cinşirah ve Tombak kaya silüeti yavaş yavaş karanlığa gömülüyordu. Acaba bu gidişin sonu nereye varacaktı. Bu silueti bir daha görebilecek miydi?

Ne önemi var? Bu seferki gidiş başkaydı.. Bu gidiş kurtuluş savaşına gidişti. Bu gidiş Yunan ile hesaplaşmaya gidişti. Daha bir yıl önce evimizi yakan yiyeceklerimizi ve 400 koyunumuzu zorla alan bu Yunan değimliydi? Köyün mis kokan havasını , kutsal topraklarını cefakar yolarımızı pis ayaklarıyla kirleten ‘Megalo İdea’ peşinde koşan Yunanlı ile hesaplaşmaya gidiyordu. İçinde bu duyguları duya duya bir gidişti bu gidiş.

Vatan kutsaldı. Bu mübarek topraklarımız helal idi bizlere, anamızın sütü gibi… ‘neler vermedik onun için. Kimimiz nutuk söyledi, kimimiz öldü..’ Altı yıl dile kolay ama geçmişti. Bu da geçerdi. Yeter ki vatan sağ olsun.

Bu düşüncelerle yorgunluktan bitik Emirdağı yollarında. Bolvadin’in Çay bucağına varmak için 2 gün yürümüşlerdi. Orada çevreden toplanan askerlerden oluşan tümene katılmak için.

Bundan sonrasını Fevzi çavuş şöyle anlatıyor:
‘Bir süre daha Çay’da bekleyen tümenimiz bir gece yürüyüşe geçti. Afyon’u güneyden geçerek batı ve kuzey yönünde ilerliyorduk. Bir sabah saat 5:30 da top sesleri duymaya başladığımızda her şeyi anlamıştık. Sonra öğrendik ki bulunduğumuz yer Dumlupınar’a bağlı Aslıhanlar, Zafertepe ve Çalköy arasındaymış.'


Fevzi gene çavuştu bu kez makinalı tüfek timine komuta ediyordu.Fevzi çavuş bir hatırasını şöyle dile getiriyor.
‘Bir tepede mevzilenmiştik. Şimdi oraya Zafertepe adını vermişler. Hücuma hazırlanıyorduk. Fakat bir Yunan makinalı tüfeği bizi rahatsız ediyordu. Yerini bilsek karşılık verecektik. Aynı silah dan bizde de vardı. Yanımıza Yüzbaşı geldi. O durumu anlamış olacak ki bize hedef belirtti. Yunan makinalısı oradaydı.
Yüzbaşı:
- Evlatlarım onu susturacağız. İçinizden üç kişi istiyorum. Sen sen ve sen. Korkmayın düşmanın mermisi bize işlemez. Bizim göğsümüzde Allahın siperi, imanımız var.

Seçilenlerden birisini özellikle çavuş olduğu için seçmişti. O da Fevzi çavuştu.
Yüzbaşı:
‘Bak çavuşum siz sütre gerisinden birbirinizi kollayarak ortadan ve iki yandan Yunan makinalısına yaklaşırken ben sizi koruyacağım. Ateş hattında ilerleyeceksiniz. Siz çarpışmaya girince başka üç arkadaşınızda da cepheden saldıracaklar. Ben hedefe göz açtırmayacağım’

‘Planı aynen uyguladık ‘ diyordu Çavuş.
- Peki dedim Fevzi Çavuşa . Siz düşmanın makinalı tüfeğine karşı giderken hiç ölüm korkusu hissetmediniz mi?
- Hayır o esnada ölmek, kurşun yemek, şehit olmak . İnsan bunları düşünemiyor. Düşündüğünüz zaman zaten siz çoktan ölmüşsünüz demektir. Allah gerçekten askerin gözünü pek imanını güçlü kılıyor. O anda ölüm korkusu yerine, cesaret ve kahramanlık duygusu sarıyor insanın ruhunu. Mustafa Kemal ve askerleri bu ruhla savaşmasaydık, arkasına güçlü devletleri almış Yunan’ı yenebilirmiydik?
- Sen hele makinalı ya gel. Ne oldu makinalı ya?
- Yaklaşınca bir de ne görelim. Düşman makinalı erleri sarıldıklarını sanarak, makinalıyı siperde bırakıp canlarını kurtarmanın telaşıyla kaçmışlar. Sipere biz girdik. Sağı solu kolladık. Sonra bize ateş kusan makinalıyı sırtlayarak kendi siperlerime getirdiğimizde hepimiz sevineceğimiz yere Yunan’ın silahını bırakıp kaçışına korkaklığına gülüyorduk. Ama gene de bu ana kadar kaç can yakan o demir parçasından gözlerimizi ayıramıyorduk.



Akşam oluyordu. Binbaşı gelmişti. Bu işi nasıl yaptığımızı bir de bizden dinlemek istiyordu.
‘Hepimizin gözlerinden öperek önce bizleri kutladı. Ve şu sözleri söyledi: Ben bu askerlerle dünyanın her yerinde savaşırım. Mustafa Kemal sizin ve Türk Milletinin bu davranışını ve cesaretini bildiği için bu savaşları göze almıştır.’

Fevzi çavuş devam etti:
- ‘Sonra öğrendik ki 30 Ağustos 1922 günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonucu, Yunan Kuvvetleri çökertilmiş, zafer kazanılmış. Bozulan Yunan Cephesinde Başkomutan General Trikopis Türk askerleri tarafından esir alınmış ve Yunan bozuk düzen geri çekilmeye başlamıştı.’

- Sonra sizin birlik ne yaptı? Ne görev verildi?
- Biz öncü birliklerimizi 100 km geriden takibe başladık. Banaz, Uşak ve Kula geçilmişti. Birliğimiz Salihli’ye geldiğinde, Türk süvarilerinin İzmir’e girdiği haberi bizlere ulaşmıştı. Sonraki konuşmalardan öğrendik ki Afyon savaşının kazanılmasında Türk Süvari Birliklerinin çok büyük rolü olmuş. Dumlupınar’da süvarimizin düşmanın gerisine geçerek yaptığı çevirme harekatı zaferin kapılarını açmıştı.
Fevzi çavuş:
- Salihli’de biz değişik istikamette harekete geçtik.Biz İzmir’e gireceğimiz beklerken, Gölmarmara – Akhisar istikametinde yürüyüşe geçtik. Çok mutlu ve neşeliydik. Kuşlar gibi uçuyorduk. Yorulmuyorduk. Askerin gelmekte olduğunu duyan yerli halk ve köylüler yollara dökülmüştü. Yol boyu askere su veren köylüleri mi ararsın, kavun, karpuz ikram edenleri mi? Onlarda mutluluğumuzu ve sevincimizi paylaşırcasına bizimle yürüyorlardı, su dağıtıyorlardı. Köylümüz kadınıyla, ihtiyarıyla, ve çocuklarıyla hep birlikte Türk askeriyle özdeşleşiyor, kendini tek vücut olmuş görüyordu. Bu bir ibret tablosuydu. Bu tabloyu hayatım boyunca unutamam. Umarım ki vatana ve bizlere ruh veren bu mana bu gün de vardır. Gençler bu ruha ve manaya sahip çıkınız. Zira onsuz millet ve ordu olmaz.

Fevzi çavuş anlattıkça coşuyordu:
- Ey Tanrım. Sen özgürlük duygusunu verdiğin insanlarda, günü gelince onu ateşlemesini de bilirsin. Millet ve orduyu sıkılmış bir yumruk yapıp, işgalcilerin tepesine indirme azim ve cesaretini bu milletten esirgemedin.
- Akhisar’dan sonra ne tarafa yöneldi birliğiniz?
- Çanakkale’ye. Şu feleğin işine bakın. İlk askerliğime Çanakkale’de yapmış savaşlara katılmıştım.


Fevzi çavuşun tümeninin hedefi, Çanakkale üzerinde Trakya ya geçerek orayı da Yunan işgalinden kurtarmaktı. Ancak bu arada batılılar Türk hükümetini ‘Ateşkese’ zorlamışlardır. Zaten Yunan da kendiliğinden Edirne’yi terk ederek, Meriç nehrinin batısına çekilmişti.

Bunu 11 Ekim 1922 de Mudanya’da Ateşkes antlaşması izledi. Antlaşmayı Türk hükümeti adına İsmet Paşa (İsmet İnönü) imzaladı ve doğu Trakya’da Yunan askeri kalmadı.

Aradan 40 yıl geçmişti. Babamı özel arabam ile Sivrihisar’dan İzmir’e götürüyordum. O daha 60 yaşlarındaydı. Güçlüydü. Ancak arabada sıkılmıştı.
Bu yolları zamanında yaya olarak nasıl geçtiğini ?

Nasıl yürüdüğünün muhasebesini yapıyordu.

‘Ah gençlik ah dedi’.


Kurtuluş Savaşı sırasında ordumuza uçak alalım kampanyasını ilk başlatan ve 4,000 liraya ilk uçağı satın alan Sivrihisar halkıdır. Daha sonra diğer şehirler de bu kampanyaya katılmıştır.

23 Ocak 2009 Cuma

Fevzi Çavuşa İstiklal Madalyası


Birinci tertip erat sevk edildikten bir süre sonra Fevzi’ye celp gelir. Fevzi elinde celp ile Askerlik şubesine başvuruncaona geç kaldığı ancak üç gün sonra yeni bir sevkiyat yapılacağını ve kendisinin de bu sevkiyata dahil edileceğini ve bu maksatla kendisini 3 gün şubede alıkoyacaklarını söylerler. Şubede 3 gün bekletilen Fevzi’nin dosyasına ise şu kayıt düşülür ‘masarıfı rahtan tasarruf için 3 gün şubede ipka kılındı’. Bunun anlamı şudur: Yol parasından tasarruf etmek için Askerlik şubesinde 3 gün bekletildi.

Ancak aradan yıllar geçtikten sonra Arap harfleriyle ve Türkçe Farsça karışımı bir dille dosyaya düşülen bu notları yeni nesil okuyamayınca çare cami imamlarında bulunur. Ancak onlar yazıyı doğru okusalar bile Farsça bilmediklerinden değerlendirmeler de çok yanlışlıklar yapılmıştır. O sıra kayıtlar hocalara okutturularak yeni harflerle yazılıyordu. Bazı hocaların dil bilgisi çok yetersiz olduğundan onların okuduklarından mağdur(haksızlığa uğrayan) olanlar çıkabiliyordu.

İşte bu mağdurlardan biri de Fevzi Çavuş idi. Onun dosyasındaki not şuydu: ‘ masarıfı rahtan tasarruf için 3 gün şubede ipka kılındı’. Hoca efendi bu ifadeyi ‘ Firar ettiği için 3 gün şubede hapsedildi’ şeklinde tercüme etmiş ve yeni kayıtlara bu şekilde geçirilmişti. Böylece Fevzi çavuş asker kaçağı oluyordu. Ve de madalya hakkı elinden alınıyordu.

O günlerde bazı din hocalarının bu görevlerini kötüye kullanabildikleri rivayet olunur. Bazen de dile hakim olamama.

Bugün de arap harfleriyle yazılmış Arapça, Türkçe ve Farsça karışık metinleri anlayabilecek kişilerin sayısı çok azdır. Bunun önemli bir eksiklik olduğunu görüyorum. Şanlı be zengin geçmişimizin doğru değerlendirilmesi bu alanda uzmanlaşmış kişilerin varlığını zorunlu kılar. Bu konuda üniversitelerimize önemli görevler düşmektedir.

Madalya kanununa göre Kurtuluş savaşında rütbe alan ve yararlılığı görülen ve bu savaşa katılan er, astsubay , subay ve generallere ‘ istiklal madalyası ‘ verilir. Bu madalyayı Atatürk madalyaların en değerlisi olarak niteler ve yalnızca onu takar.

O zaman Sivrihisar’da madalyaya hak kazananların madalyaları Milli Savunma bakanlığınca Askerlik şubesine gönderilir. Şube ilgililere duyurur. Ancak masraf olan 25 lira mukabilinde verileceği söylenince çok kimse almaz ve madalyalar Ankara’ya gönderilir.

Aradan çok uzun yıllar geçer. 1980 yılına gelindiğinde ben Ege Üniversitesi Rektörü idim. Bir sohbette bu durumu Ege Ordu Komutanı Orgeneral M.Süreyya Yüksel’e anlatmıştım. Kendileri yardımcı olmayı kabul buyurdular. Sonuçta benim adıma düzenlenmiş resmi yazıyla, madalya Sivrihisar askerlik şubesine gelir. Şubede babamın kaydına bakılır ve görülür ki, dosyada bir not vardır. Notta Fevzi Karaca’nın 1921 yılında firar ettiği ve 3 gün şubede hapsolduğu yazılıdır. Oysa ki bu iftira yukarıda anlatıldığı gibi bütünüyle yanlıştır. Ama şube müdürü dosyadaki nota bakar. Anlatamazsınız.

Sonuçta Fevzi çavuşun asker kaçağı olduğuna hükmedilerek madalyaya hak kazanmadığına karar verilir.

‘ İyi olacak hastanın hekimi ayağına gelirmiş’ derler. Ya da Arap’ların bir sözüne göre ‘ Bir şey olacaksa o size yakındır’. O günlerde Prof.Dr. İhsan Sarıkardaşoğlu Eskişehir’de bir tanıdığına rastlar: Kurmay Albay nazım berberoğlu( sonra general oldu) . albay Sivrihisar Askerlik şubesini denetlemeye gideceğini söyleyince İhsan bey konuyu açar ve rica eder. Ve Albay söz konusu kaydın orijinalini kendisi okur ve inceler. Albay Berberoğlu hem Arap harfleriyle okuyabilmekte hem de Osmanlıcayı bilmektedir. Bu sayede gerçek anlaşılır ve camii imamından kaynaklanan yanlış düzeltilir.


Teşekkürler Albayım , Teşekkürler Profesörüm..

Sonra bana haber verilince gidip madalyayı ve belgesini aldım. Sağ gögsüme taktım. Fotoğraf çektirdim. Ege Üniversitesi Senato Salonunda 8. rektör olarak asılı duran fotoğrafımda görülen madalya işte bu madalyadır.

İstiklal madalyası, kendi kanunu uyarınca ileri nesillere hep büyük oğla geçerek gider. Ben de büyük oğul sıfatıyla aldım. Şimdilerde ben de bu madalyayı ve adıma yazılı belgeyi büyük oğlum Ecz.Dr. Ahmet Reha Karaca’ya vermiş bulunuyorum.

Ne yazık ki, uğrunda büyük fedekarlık, cefakarlık ve ölüm tehlikelerine katlandığı Kurtuluş savaşının bir hatırası olan bu madalyayı babam Fevzi çavuş yakasına takamadan , takıp ta çarşıya çıkamadan edebiyete intikal etti.


Fevzi Çavuşa Devletten Maaş Bağlanıyor

27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle hükümete gelen hükümet bir kanun çıkararak, Kurtuluş savaşına fiilen katılan 1915 ve daha önceki doğumlulara Vatani Hizmet tertibinden maaş bağlamıştır.

Bu maaş bizim köyden iki kişiyi kapsamı içerisine almıştır: Fevzi karaca ve Süleyman Fevzi Anık.

İlgiliye üç ayda bir ödenen ve ömür boyu sürecek olan bu ödeme maaş anlamında olmadığı için mirasçılara intikal etmiyordu.

Gene de herkes buna bir emekli maaşı gözüyle bakmaktaydı. Alanları çok mutlu ediyor. Devlete karşı çok büyük bir minnet duygusu taşıyorlardı. Olayın temelinde yatan düşünce günü geldiğinde Devletin kendisi için savaşanları hatırladığı ve ödüllendirdiği fikriydi. İşte bu değer bilirlikti. Devlet dediğin böyle olmalıydı. Böyle Devlete her durumda arka çıkmak bu maaşı alanların boynunun borcu olmalıydı.

Her üç ay da bir Fevzi’ler traş olur, giyinir, okul çocukları yada yaşlı emekliler gibi sevinçli ve mağrur, İlçenin yolunu tutar ve Ziraat bankasından aldıkları maaşlarını özenle cüzdanlarına yerleştirirlerdi.

Akşama doğru heybeleri dolu olarak köye dönerken köydekilerin nazarından sakınarak evlerine görünmeden girerlerdi.

Gene böyle günlerden biriydi. Bizim evin duvarının gölgesinde 7-8 erkek oturmuş güneşlerken Fevzi Anık kasabadan gelir. Selamlaşırlar. Oturur.
Tevfik:
- Emmioğlu evvelallah maaşı aldın. Hayırlısıyla yedirmek nasip olsun. Hadi bakalım cigaralar senden.
İçine içmeyene Fevzi Anık’tan sigara ikram edilirken o anlatır:
- Valla, arkadaş maaşımı alınca doğru Aşçı Halil’e gittim. 25 kuruş verdim bir güzel çorba içtim.

Ortalığı sessizlik kaplamıştı. Ne saadet. Aşçıya gidebilmek. Çorba içebilmek. Ne lüks.
Celal sessizliği bozar:
- Çorba içmek iyide Habibe ablaya bunun hesabını nasıl vereceksin bakalım.

Benim köylüm için 25 kuruş çok paraydı. O bu lüksü kendisi için bile çok görürdü. Aşçıda bir tek çorba içebilmek. Feleğin onlardan esirgemediği fakat öğülünecek bir lüks idi. Zavallı köylülerim. Körolası fakirlik. Kahrolası cahillik.

Bunca savaşlara girip çıkmış ve ölmeden köyüne dönebilmiş bir askerine felek bu kadar lüksü çok görüyordu. M.Ali’ler, Tevfik’ler, İsmail’ler, Çakır’lar, Avni’ler, Omar’lar, Celal’ler bir kase çorbayı aşçı dükkanında içme lüksünü kıskanırken aynı zamanda imrenirlerdi.

Babama dünyaları verseler, bu maaş kadar sevindirilemezdi. Bu moral iki Fevzi’ye de ömür boyu yetti. Belki onlar bu moralle uzun yaşadılar.

22 Ocak 2009 Perşembe

Fevzi Ağa ve Hayvan Sevgisi

Kader onu hep hayvanlarla birlikte yaşattı. Önceleri koyunları, köpekleri, eşek ve öküzleri, sonra atlar.

Fevzi Ağanın kayınbiraderi Ahmet Efendiyle birlikte bir dönem 1,200 koyunu olmuştur. Çobanlar, Fevzi Ağanın koyunları teker teker tanıdığını, kuzuların süt emme anlarında gelerek kuzuların annelerini bulmalarına yardımcı olduğunu söylerlerdi. Hatta hiç birimiz onun kadar iyi tanıyamıyoruz diye belleğine duydukları saygıyı belirtirlerdi.

Bellek ilgiye bağlıdır. İlgi ise sevgiye…

Fevzi Ağa sürüyü ve çobanları kontrol eder, hayvanların doyup doymadığını, suyunu, uykusunu alıp almadığını anlamaya çalışırdı. Sağmal koyunların laktasyon (sağım) sürelerinin uzatılmasına, dolayısıyla fazla sömürülmelerine karşı çıkardı.

Fevzi Ağa’da bulunan çoban köpekleri kimsede yoktu. Çoğu zaman 5-6 çoban köpeği olurdu. Bunlar hakiki kangal soyundan olup, kendi aralarında çiftleştikleri için melezlenmemişti.Biz çocukken ata biner gibi bu köpeklere biner ve onlarla oyun oynardık.

Fevzi Ağa köpekleriyle yavruyken kendi eliyle seçerdi.Kendi eliyle büyütüp, eğitirdi. Babamın köpekleri bir sevişi vardı ki onları mest ederdi. Köpeklerde onu çok severdi.

İlk dişi köpeğin adı Kiraz idi. Diğerleri onun soyundan türediler, Karabey, Çakal, Zeybek, Duman, Yetiş, İmdat İs, Karabaş, Torüs. Dişi köpeğe hem Kiraz adı verilirken, erkekler eksildikçe ayni isimler yavrulara verilerek kuşak sürdürülürdü.




Çevrede köpek ihtiyacı olan sürü sahipleri, bu ihtiyaçlarını Askeroğullarından giderirlerdi.

Yavşan’daki Kangallar, bu cinsin kendisine özgü karakterinin gerektirdiği psikolojik davranışlara yanıt verecek şekilde yetiştiriliyordu. Besinlerine çok dikkat edilir, başkalarından bir şey yemelerine izin verilmezdi.

Kangal cinsi köpekler dünyanın en soylu köpekleri ararsında sayılır. Anavatanları Rusya’nın Ural dağlarıdır. Ural’lar gibi soğuk bir yere uyum sağlayan bu köpekler soğuk ve rutubetsiz yerlerden hoşlanırlar. Bu nedenle iç Anadolu bunlar için oldukça uygun bir iklime sahiptir.

Kangal, savaştığı bir hayvanın boğazına sarılır ve yere yıkar. Yerde onu boğarak öldürür. Bir Kangal köpeğini, Kurt köpeği yada Doberman yenemez.

Kangal köpeği alay edilmekten ve hafife alınmaktan hoşlanmaz. Yetişkin Kangallar ciddiyeti sever. Çok sadık bekçi köpekleridir.

Fevzi Ağa öküzlerinin(4 adet) de beslenmesine çok dikkat ettiği gibi onları aşırı yük altına sokmazdı.
Fevzi Ağa’nın son zamanlarda tek atlı bir arabası vardı. Bu arabaya atın zorlanacağı ağırlıkta yük asla yüklemez. Sanki bu arabayı kendisi taşıyacak gibi ölçülü davranırdı. Bazen komşular işleri için bu arabayı atıyla birlikte isterlerdi. Fevzi Ağa bu isteklere çoğunlukla olumsuz yanıt verirdi. Bilirdi ki onlar ata ve arabaya kendisinin gösterdiği ihtimamı göstermezler.

Atının bakımını kimseye emanet etmez ve güvenmezdi. Ahırda onunla konuşur, okşar, öperdi.

Babamın bir sözünü hatırlarım. Derdi ki:
‘ Bir kıtlık olsa insanları değil hayvanları düşünürüm. İnsanları açlıktan öldürmezler ama hayvanları öldürürler.Onun için ben hayvanın yiyeceğine öncelik veririm. Bu samanlık dolacak, bu otlu yığılacak ve bu yem ambarları dolacak sonra sıra bizim yiyeceklerimize gelecek.’

Hayvanlara kırbaç vurmaz, aç ve susuz işe koşmazdı.

‘Bende insan hakkı kalmıştır ama hayvan hakkı kalmamıştır. Vicdanım huzur içindedir’ derdi.

Yetiştirme ve üretim açısından hayvancılık teknolojini iyi bilirdi. İyi bir ıslahçıydı. Oldukça elit bir koyun sürüsü vardı. Bu sürüyü melezleme yöntemiyle elde etmişti. Bütün koyunlar ve koçlar bir öernek ve verimli bir ırk haline gelmişti.


Bir dönem Tarım Bakanlığı ilçede koyun yetiştiricilerini teşvik amacıyla yarışmalar düzenlerdi. Fevzi Ağa ve oğlu Kadir bu yarışmaya merinos koyunları ve tiftik keçileriyle katılırlardı. Ve de her girdikleri yarışmada birinciliği elde ederlerdi.

Sivrihisar’ın ağaları (Başta Abidin Potoğlu) Askeroğlulardan damızlık koç alırlardı.

Fevzi Ağa’nın koyunculukta uyguladığı yöntemleri bir Zootekni Profesörü olan Reşit Sönmez’e anlattığımda, yapılanları oldukça bilimsel ve doğru bulduğunu ifade etmişti.

Fevzi Ağa ise uyguladığı kalıtım kurallarını Mendel gibi kendi deneyimleriyle bulmuştu.

Aşırı hayvan sevgisiyle meşbu(doymuş) olmayan bir insan bu bilgileri elde edemez ve bu ilgiyi sürdüremez. Hayvanları koruma derneği eğer Fevzi Ağa’yı tanısaydı bir madalya da onlar verir ödüllendirirdi.

Kangal Köpekleri

21 Ocak 2009 Çarşamba

Fevzi Ağa bir Demokrat

İnsanlar vardır; kendilerini demokrat sanırlar. Böyle tanınmaktan ve sanılmaktan da hoşlanırlar. Demokratlık çağımızda herkesin özendiği bir haslettir (tabiat, huy). Ancak kendisini demokrat sanan nice insanın yaşamını incelediğiniz zaman onların yaşamında demokrasiden eser bulamazsınız. Bunlar demokratlık havasına bürünerek, kendilerine itibar kazanacağına inanan zavallılardır. Zavallıdır; çünkü aslında onlar demokrasinin özünü ve anlamını kendilerine ve çıkarlarına göre yorumlayıp, anlamak isteyenlerdir. Olsa olsa onlar demokrasinin gösteriş tutsakları olurlar.

Fevzi Ağa’nın demokratlığı yaratılışından kaynaklanmaktadır. Ondaki yüksek vicdan ve değerli ahlak anlayışı onu demokratça davranışlara yönlendirmiştir.

Yüksek ahlak değeri olarak, haktanırlık, onun önde gelen prensiplerinden biriydi. Yaşamında kimseye haksızlık etmediği gibi, haksızlara karşı tavır koymasıyla tanınır.

Bir gün onun çobanları, sürüye hakim olamayarak, İsmail’in ekinine zarar vermişler. İsmail öfkeliydi, küplere biniyordu. Onu anlamak ve sakinleştirmek gerekiyordu. Fevzi Ağa hemen atılarak ortalığı yatıştırmak için:
- Sakin ol, emmizade. Ne kadar zararın var? Ben ödeyeceğim.
İsmail:
- Bu çobanlat bu işi kasıtlı yaptılar. Bana eziyet ettiler. Bu bir hakarettir. Bu ne olacak? Bana hakkımı ver onlara da ceza.
- Peki İsmail. Çobanların aylığından keserek sana ayrıca hakaret, namus hakkı (manevi tazminat) vereceğim. Tamam mı?
İsmail’in kardeşi Tevfik, Fevzi Ağa’ya:
- Halam oğlu. Bu kadar da doğruluk olmaz. Bir zarara karşılık iki kez tazminat verilir mi? Eski köye yeni adet.

Fevzi Ağa hem maddi, hem manevi tazminatı ödediği gibi, çobanlarını da bir daha dikkatli olmaları için uyarmıştı.


Fevzi Ağa öğle yemeklerini çobanları ve işçileriyle birlikte bir sofrada yerdi. Onun evinde bu gelenek halinde sürüp geliyordu. Molla Mehmet, Küçük Ana zamanında da böyleydi. Onların alçak gönüllülüğünden çobanlar da işçiler de memnundu. Bu davranış bir reklam dalgası gibi çevreye yayılıyordu. Diğer Ağaların evinde kendilerine ayrı marabaya ayrı yemek pişer ve ayrı yenirdi. ‘Askeroğlu çobana iyi bakar’ sözü çobanlar arasında yaygın olduğu için her çoban öncelikle Askeroğlugilde işe girmek isterdi.

Bu davranış Fevzi Ağa’nın insan sevgisinin, insan haklarına saygılı olmasının bir ürünüydü. Onun demokrat ruhunun dışa yansımasıydı.

Ancak Fevzi Ağa’nın siyasal görüşü ve inancı, günün modası olan Demokrat partiye yönelik değildi.

O muhafazakardı. Geçmiş geleneklere bağlıydı. Yeniliği sevmekle birlikte uyum sağlayabildiği söylenemezdi.

Bir kış gecesiydi. Bacanağı Tabak Ahmet Efendinin evindeydik. Kayınbiraderi Ahmet Eroğlu da vardı. Konu siyasetti. Radyoda ‘radyo gazetesi’ siyasi yorumlar yapıyordu. Oda kalabalıktı. Kadınlar radyonun sesinden sıkılmıştı. Ev sahibesi Hatice hanım (Dr. İhsan’ın annesi) kocasına:
- Radyoyu kapatır mısın. Daha dün akşam dinledin.

Hatice hanım Radyo gazetesinin bir müzik gibi her defasından aynı şeyleri söylediğini sanıyordu.

Ev sahibi radyoyu kapatmadı. Bilakis Radyo gazetesine muhatap olarak şu konuşmayı yaptı; bu konuşmasıyla bacanağı ve kayınbiraderinin düşünce ve inançlarına da tercüman oluyordu:
- Bu vatanı Atatürk ve İnönü ile bizler kurtardık. Bizler onların askerleriyiz. İnönü neredeyse biz oradayız. Ondan ayrılmayız. Allaha verilmiş sözümüz vardır.



Onlar bu sözlerini ölene dek tuttular..

20 Ocak 2009 Salı

Annem Gülsüm Eroğlu Karaca (1898 - 1991)


Gülsüm 1898 yılında Kubbeli mahallesindeki evlerinde dünyaya geldi. Annesi Kıyık’lardan Kezban, babası Askeroğlu’gilden Molla Mehmet’idi. Babası onu küçükken Sıbyan (okuma yazma, din bilgisi ve aritmatik öğretilen 4 yıl süreli ilkokul) mektebine gönderdi. Küçük yaşta halasının oğlu Fevzi ile nişanladılar. Fevzi askerliğinin 6 yıllık ilk bölümünün bitirip döndüğünde evlendiler. Yıl 1921.

Bir yıl sonra seferberlikle beraber Kurutuluş savaşı için yeniden askere alınınca Gülsüm bir kez daha asker yolu beklemeye başladı. Ta ki 1922 yılına kadar.

Evlilikten ilk çocukları olmuştu. Adını Akif koydular. Ancak Akif çok yaşamadı ve 1924 yılında öldü. Sonra İbrahim doğdu (20 Nisan 1925). Sonra da sırasıyla Rüştü (1928-1954) ve Muzaffer Kadir(1929) doğdular.

Gülsüm uzun boylu, balık etinde, düzgün vücutlu, siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Kafa ve yüz şekli aynen bana benzerdi. Burun yapısı da benimkine benzerdi. Kafa yapımız genetiksel olarak dominant olup anneannem den Kıyıklara dayanır.

Gülsüm çok sakin , sabırlı, dengeli, stresse dayanıklı, olur olmaz şeylere pek aldırmayan, biraz gamsız bir kişiliğe sahipti. Onu sinirli hiç görmediğimi söyleyebilirim. Kendisi ziyadesiyle iyimserdi, çok yardımseverdi. Çok çalışkandı.

Annem pek üşümezdi.Sağlığı oldukça iyi decam etti. Fakat gelini Cihan, ‘ellisinden sonra soğuk algınlığı ve gripal hastalıklara sık yakalanırdı ‘ derdi.

Gülsüm hanımın göz problemi erken başlamıştı.Henüz kırk yaşındayken gözlerinde katarak oluşmuş ve görme sorunu başlamıştı. Bir diğer problemi ise yaşlandıkça ağırlaşan işitme engeliydi.

Annem 1956 yılında Hypoglisemi (şeker ve insulin metabolizmasında düzensizlik) oldu. Tedavi için İstanbula’a götürdüm. Bacanağım İhsan orada ihtisas yapıyordu. Onun aracılığıyla ünlü cerrah Prof.Dr. Kazım İsmail Gürkan tarafından annem ameliyat edildi. Ameliyat odasından çıkan doktor, hiç te iyi olmayan şeyler söyledi. Doktor alınan parçanın biyopsi yapılmasını istemişti. Bir özel laboratuarda incelemesini yaptırdık. Maalesef sonucun kanser olduğunu söylemişlerdi.

Üzülerek Sivrihisar’a döndük. Dr.İhsan özel laboratuardan aldığımız kanser yazılı raporu dr. Gürkan’a götürünce, hoca emin olmak için birde patoloji hocası prof.dr Besim Turan’a verelim ve o baksın demişti.

Dr.İhsan bey elinde örnek ile patoloji laboratuarına gittiğinde Besim beyi bulamamış, hademesiyle karşılaşmış. Ona isteğini söyleyince, Hademe ‘izin verirsen örneğe önce ben bir bakayım’ der. Dr. İhsan şaşırır. Bı sırada Hademe örneği alır ve mikroskoba yerleştiri, inceler ve sonra başını kaldırarak Dr.İhsan beye’ Bu örnek adi bir iltihap’ der. Hatta Hademe incelediği örneğin hastanın pankreasından alınmış bir parça olduğunu da ekleyince bizim Dr. İhsan ‘Doktorluk bu kadar mı ayağa düştü’ diye hayretler içinde kalır. Örneğin prof.dr. Besim Turan tarafından incelenmesini isteyen Dr. İhsan bey oradan ayrılır. Üç gün sonra sonucu almak üzere geldiğinde Besim beyin raporunda yazılanların daha önce hademenin söylediklerinden farklı olmadığını görünce , hademe gözünde o kadar büyümüş ki , sevincini bile gölgelemişti.

Prof.dr. İhsan Sarkardaşoğlu’nun teyzesi Gülsüm Karaca bu olaydan sonra 40 yıl daha yaşadı.

Bir zaman geldi ki Gülsüm-Fevzi çifti, ekonomik gidişatlarını sorgulama gereğini duydular. Ve kendilerine şu soruyu sormaya başladılar:
‘Biz kime çalışıyoruz? Neden boğaz tokluğuna çalışıyoruz?

Karı koca çok çalışmaların karşın cepleri para görmüyordu. Ahmet efendiyi (ağabeyleri) zengin etmişlerdi. Bu daha ne zaman kadar böyle gidecekti? Sonuçta içgüveysi statüsününe son verme kararı aldılar. Kuşkusuz Ahmet Efendi bunun altında yatan gerçeği anlamıştı.İtiraz edemedi. Gerçekte Ahmet Efendi ayrılmayı istemiyordu. Ancak mahkumdu.

Olan oldu …1945 yılında ayrıldılar.

Babasının ölümünden sonra, tek mirasçısı durumunda olan Fevzi’ye kalan mal ve mülkün hesabını bilmiyoruz. Ancak onun bir miktar altın sahibi olduğunu biliyoruz. Bu altınların onun satılan mal ve mülkünün karşılığı olduğunu sanıyorum.

Fevzi’nin dayısı(sonra kayınpederi) söz konusu altınları ‘Yetim hakkı’ diyerek korumuştu. Sonraları bu altınlarla onlara bir ev satın alınmıştır. Kurşunlu mahallesi Hamdi Baba sokak 2 numaralı bu ev Fevzi Karaca’nın altınlarıyla alındığı halde neden Gülsüm’ün üzerine tapu edildiği hakkında bir bilgiye sahip değiliz.

Fevzi-Gülsüm çift, Yavşan’da ise babalarının eski evlerinde yani 22 numaralı evlerde oturmuşlardır. Bu evde Gülsüm’e babası tarafından verilmiştir.

Adı geçen çift, ağabeyisinden ayrılmakla ekonomik özgürlüklerine kavuşmuşlar sada mal varlığı yani sermaye birden yarıya düşmüştür. Ne var ki artık kendi arazilerinden ve davarlarından kendileri sorumlu olurken, Efendi davarlarının tümünü o yıl ortakçıya verdi. Ahmet Efendi davar ortakçılığını 1956 yılına kadar devam ettirdiysede çıkan bazı sıkıntılar nedeniyle sonra hepsini satarak bu işe son vermiştir. Ahmet bey tarlalarını da aynı şekilde ortakçıya işlettirmiştir.

Ailelerin ayrılma olayı Ahmet Efendi’yi sarsmıştır. Kendisi ve eşi köyü zaten yürütemezdi. Biri devlet memuru diğeri köyü sevmeyen ve istemeyen, köy işlerinin üstesinden gelebilecek yeteneklerden ve arzudan yoksun biriydi.

Ayrılık geç bile kalmıştı. Çünkü Ekonomi ibresi Fevzi’nin aleyhineydi. Eğer kazançları hakça bir paylaşım olsaydı, birlik yürürdü. Birliktelik her iki taraf içinde adil olmalıydı. Çok akıllı olan Efendi, bu gerçeği ve denge bozukluğunu görmüyor olamazdı. Ancak kız kardeşinin ve eniştesinin içinde bulundukları koşullara mahkum olduklarını düşünüyor olabilirdi.

Ayrılmalarından 5 yıl sonra Ahmet Eroğlu kendisine ait olan bir dükkanı kız kardeşi Gülsüm’e verdi. Böylece geçmişe ait bir haksızlığı telafi etmek istemiş, sanki borcunu ödemişti..

Adı geçenlerin oğlu 1.Rüştü askerden dönünce ona bu dükkanda bir işyeri açtılar; hırdavat ve inşaat malzemeleri satacaktı. Askeroğlu Ahmet borç para vererek Rüştü’yü hep desteklemiştir.

1.Rüştü’nün 1954 yılında bir trafik kazası sonucunda ölmesi üzerine dükkan ailenin küçük oğlu Kadir’e geçmiş oldu.

Gülsüm-Fevzi çifti Yavşan’daki 22 numaralı evde 1956 yılına kadar oturduktan sonra baba evi olan 4 no lu eve geçtiler. Efendi artık köye gelmiyordu. Bu durum onun ölüm tarihi olan 1966 yılına kadar böyle sürdü. Efendi’nin ölümüyle kardeşler arasında mirasın paylaşılması sonunda köydeki ev Gülsüm’e verildi.

Böylece Fevzi ve Gülsüm çifti ölünceye kadar bu evde yaşadılar. Anne en büyük acıyı oğlu Rüştü’yü 27 yaşındayken bir tarfik kazası sonucu kaybettiğinde yaşamıştı.

Kendisi kapris nedir bilmez, püşkülpesent ve kavgacı değildi. Belki biraz kaygısız ve iyimser tabiatlıydı. Az ile yetinmesini kendi doğasının bir parçası haline getirmişti. Çok sağlıklı bir uykusu vardı.

Enişte-Kayınbiraderin uzun yıllar birlikteliklerinin başarısında Gülsüm’ün akıllı davranışları ile annesi Kezban (Küçükana) nın rolü büyük olmuştur. Yıllarca süren bu beraberlik ve bir çatı altında yaşamak bu iki akıllı kadının eseridir. Bu olayda anlamasını bilenler için çıkarılması gereken kıymetli dersler vardır.



Sivrihisar'da kadınlar aile bütçesine katkı olsun diye boş zamanlarında yün çorap ve eldiven örerler. Yaratıcı Anadolu kadının yarattığı renk cümbüşü ve desen zenginliği takdire şayandır. Örülen çoraplar ve eldivenler biriktirilir sonbaharda gelen toplayıcılara satılırdı. Çok ucuza satılan bu çoraplar ve eldivenler göz nuru ve emek işiydi..



Eğer davarcılığı sürdürebilselerdi, Karı-koca zengin olabilirlerdi. Traktörler çoğalınca yani Türkiye makinelı tarıma geçince, her yer sürülüp tarla haline getirildi ve koyun merası kalmadı. Öte yandan Almanya işçi almaya başlayınca önceleri çobanlık yapan tüm gençler Almanya’nın yolunu tuttular ve çoban bulunamaz oldu.

1961 de Almanya ile imzalanan antlaşmayla binlerce Anadolu insanı büyük umutlarla Almanya'ya işçi olarak gitti.

Nihayet Kadir çiftçiliği bırakıp esnaflığı seçti. Cihan hanım köyde çalışma taraftarı değildi. Fevzi baba yaşlandığından köy işlerinin tek başına üstesinden gelemiyordu. Bir erkek yardımcısı da yoktu.

Davara kış boyunca kesif yem verme zorunluluğu buna ilaveten kış aylarında hayvan bakıcısı bulunmayışı ve de pahalı iş gücü.

Üst üste gelen bu olumsuzluklardan karşısında aile davarcılığa paydos demek zorunda kalmıştır.

Şimdi o günlerin hayali canlanıyor gözlerimin önünde. Evin arka avlusu (Büyük Hayat) dolduran binin üstünde koyun ve keçi. Erkeçlerin ve tekelerin sıkışıklıktan birbirlerine sürten boynuzlarından çıkan sesleri hala duyar gibi oluyorum. Elinde değnekleri, dudaklarında sigarası, güneşin ve rüzgarın kavurduğu çehreleriyle karayağız çobanlar. Uçan kuşa saldıran, azgın Kangallar. Sırtında çobanını, kepeneğini, su testisini, azığını taşıyan çoban eşekleri..

Hepsi hepsi tarih oldu. Onların hepsi anılarda kaldı. Anılar anılar kimi zaman güldürür, kimi zaman ağlatır. Ama mutlaka düşündürür.

Bu topraklar zengin etmezdi insanları. Ama kusur toprakta değil ki. Onu işleyecek işgücü sınırlıydı. İş gücü denen şey sanki boğaz tokluğuyla kardeşti. Zengin etmezdi adamı. Koyunculuk derseniz sermaye işiydi. Bir türlü ele geçirilemeyen sermaye.

Onları sorarsan günün koşullarında orta halli, biraz da fakir ama mutlu insanlardı.

Fevzi-Gülsüm çifti ömür boyu, küçük oğulları Kadir ile beraber oturdular. Onlara yaşlılıkta Kadir ve Cihan baktılar. Onların dualarını aldılar. Her ikisi de bu konuda büyük özveride bulundular.

Gülsüm ve Fevzi torunlarını çok severdi. Torunları Ahmet, benim uzun yurtdışı seyahatlerim sırasında birçok kez onların yanında kalmıştır.Bu nedenel Ahmet’te hala Yavşan sevgisi canlılığını korumaktadır. Diğer torunları Rüştü ve Kemal Yavşan’da daha az bulundular. Rüştü bir defasında Ahmet dedesi (Ahmet Eroğlu) tarafından istenmiş ve üç ay onlarda kalmıştı. Üç ay sonra onu almak için Ankara’dan geldiğimizde , bizle dönmemek için huysuzluk etmişti.

Gülsüm 90 yaşına geldiğinde enerji yetersizliğinden zorlu günler başlamıştı. 93 yaşındayken hiçbir hastalığı olmadığı halde sırf yaşlılıktan , fizyolojik tükenişten yaşama veda etmiştir (21.12.1991)

Annem sağlığında kendisinin belirlediği yere, bir yanında kocası bir yanında oğlu Rüştü’nün kabirleri arasına Kumluyol mezarlığına defnedilmiştir.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Muzaffer Kadir Karaca Son Veliaht


Fevzi-Gülsüm çiftinin küçük çocukları M.Kadir Karaca 1929 yılında Sivrihisar’da doğmuştur. Ailenin düzenli ve istikrarlı yaşamı içerisinde büyüyen kadir 1941 yılında ilkokulu bitirmiştir.

Ailenin büyük oğlu İbrahim lisede okumaktadır. Belli ki o Üniversiteye de gidecektir. Yolu belirlenmiştir.

Ortanca oğul Rüştü’ye gelince o da Mehmet Tüfekçi’nin ayakkabı mağazasında tezgahtar olmuştur. Ticareti öğrenmektedir.

Olaylar geliştikçe baba Fevzi’nin veliahtı da belirginleşiyordu. Bu kişi ileride Askeroğulların ve Yavşan’ın patronu olacaktır.

Kadir, tarım ve hayvancılık mesleğine babasının yanında başladığında henüz 12 yaşındaydı. O askere gidinceye kadar işleri her yönüyle tanıdı, yaşadı, kavradı ve babasından icazet aldı.

1949 yılında havacı er olarak önce Eskişehir’de ardından Bandırma’da vatani hizmetini yaptı. Askerlikte babası gibi önce onbaşı sonra da aynen babası gibi çavuş oldu. Kadir çavuş.

Askerden dönen Kadir 1951 yılında yoğun köy işleri bekliyordu. O ise yaşı başı gereği mutlak hakimi olduğu tüm işleri üstlenmeye ve başarılı sonuçlara ulaşmaya hazır durumdaydı.

Kadir’in gelmesiyle baba derin bir nefes almışa benziyordu. Bundan sonra baba oğul kalkınma projeleri yaptılar. Anlayışla ve uyumla çalışıyorlardı. Her zaman olduğu gibi kadir o yaşlarda da çok çalışkandı.; çalışmayı ve işini seviyordu.

O yıllarda iklimler farklıydı. Çok kar yağardı. Sabah uyanan kişilerin ilk işi evlerin önünde karda yol açmak olurdu. Böylesine karlı günlerde Kadir Yavşan’da tek başına kalır hayvanlara bakardı. Kendi pişirir kendi yerdi. Arada bir babasıyla nöbet değişirlerdi. Ona ilçeden azık gönderilirdi. Yedikleri içtikleri bulgur pilavıydı. En büyük lüksleri pilava tereyağını, tüm komşular gibi, biraz fazla koymak yanında soğan yada kara turp bulundurmaktı.




Köyde Kadir gibi kışlayan birkaç delikanlı daha vardı. Akşamları bir araya gelerek gaz lambası ışığında vakit geçirirlerdi. Karlı havalarda tavşan ve keklik avına çıkarlardı. Vurdukları av hayvanı ile arabaşı pişirirlerdi. Onların arabaşını yerken duydukları mutluluğu , zenginlerin İstanbul’un restaurantlarında ismini zor telaffuz ettiğimiz menülerden elde edebildiklerinde kuşkum vardır.

Mutluluk doyurulmuş bir duygudur. Bu duygu her insan da vardır. Her insan duygularıyla dürtüleriyle yaşamına anlam kazandırır. Ama yaşadığı sürece onları tatmin etmeye doyurmaya çalışır. Doyuma ulaşmak ise derece derece dir. Kimileri kolay ulaşır, kimileri güç. Kimileri azla yetinirken, kimileri müşkülpesent dir.; doymazlar, doymak bilmezler. Duygularını tatmin edemeyenler mutluluğa eremezler.

Bizim insanımız azla yetinmeyi ve mutlu olmayı yaşayarak öğrenmiştir. Öyle görmüş öyle eğitilmiştir. Bir arabasına kaşık sallamak ya da biraz yağı fazla kaçmış bulgur pilavı ile yanında bir adet ısıtılmış bazlama ekmeği.. İşte mutluluğun formülü.

Karın diz boyunu aştığı günlerde kadir, 25 km uzaklığa önünde yüklü 2 eşek ile karlara bata çıka Karabayır’daki çobanlara erzak azık götürürdü. O geceyi orada çoban tuluğunda (ağıla bitişik çobanların yaşadığı içinde ocak bulunan kulübe) geçirir, ertesi gün aynı koşullarda geri dönerdi. Böyle yolculuklarda Kadir’in güvencesi yola çıkarken beline taktığı babasının tabancası ve kamasıydı.

Kadir çifte gider, nadas yapar gelir hiç dinlenmeden gece öküzleri otlatıp doyururdu. O ekin biçer namlı (toplanmış ekin yığınları) basar, sap çekeri düven sürer, harman savurur, çec (samandan arındırılmış buğday yığını) ve saman çekerdi.

Şimdi der Kadir: ‘Makine ile tarım şehirler otobüs kullanmak kadar bile ustalık istemiyor. Akıllı makineler her şeyi kendisi yapıyor. Hem de insanın yaptığından daha güzel’ ve ilave eder: ‘O devirde bizim bir sloganımız vardı. Öküzümüz aç kalmasın biz kalalım. Öküzümüz yorulmasın biz yorulalım.’

Bu kitabın hacmi müsait olsaydı da ben Kadir’in hayatını yazmış olsaydım, yaptığım iş Anadolu köylüsünün romanını yazmak olurdu.


Kadir 1953 yılında evlendi. Gelin namzedini annesi Gülsüm buldu. Aile büyüklerinin onayı alındıktan sonra ismi açıklandı: Cihan. Cihan Şamdan zade Hacı Sabri Efendinin kızıydı.

Yeni evliler kasabada anne ve babalarıyla birlikte oturdular. Köyde de beraber yaşadılar. Bu beraberlikleri Fevzi ve Gülsüm ölünceye kadar devam etti.

1954 yılında ailece bir talihsizlik yaşanmıştı. Ben Ankara’dan Sivrihisar’a birkaç günlüğüne gelmiştim. Bir Pazar günüydü. Kahvaltıda üç kardeş ve anne, baba tüm aile birlikteydik.

Annem: ‘Tanrıya şükür üç evladımı da dünya gözüyle bir kez daha bir arada görüyorum. Bir talihsizlikten korusun Cenab-ı Hak ‘ demişti. Bu duanın üzerinden henüz 2 saat geçmişti. Rüştü, bir inşaatın camlarını takmak için Hamamkarahisar köyüne gitmek üzere bir otobüsle yola çıkmıştı. Otobüs Devrent Yokuşunu çıkarken otobüsü geçmeye çalışan bir traktörün sıkıştırması sonucu devrilmiş ve Rüştü otobüsün altında kalmıştı. O kazada başka ölen olmamıştı. Rüştü’nün ölüm nedeni otobüsün içinde değil üstünde oluşuydu. O devirde otobüsler içinden başka üstüne de yolcu alırlardı. Ben bir defa Eskişehir’den Sivrihisar’a kadar böyle bir otobüsün üstünde iplere yapışarak geldiğimi hatırlıyorum. O devirde trafik polisi ve kontrolü yoktu.



Rüştü’nün ağır yaralı olarak yoldan alınıp ilçeye getirildiğini haber alır almaz koştuk. Yaralıyı ambulansa aldık. Dayım şöförün yanına, ben ise Rüştü’nün yanına bindik ve Eskişehir yoluna düştük. O zaman 2 saatte gidilen yolu 1 saatte aldık. Ambulans Eskişehir Devlet hastanesine ulaştığında Rüştü’nün henüz ölmüş olduğunu anlayamamıştım. Şuuru kapalıydı. Sadece yarı yolda su istemişti. Hamidiye’de bir bardak su içti ama suya kanmadı.

Hastane de acil servise alınan Rüştü’ye suni teneffüs, göğsüne masaj ve kalbine elektro şok yapılmışsa da hiçbir cevap alınamıyordu.

Otobüsün devrildiği yerde 1-2 saat devrik arabanın altında kalmış, arabadakiler kurtaramamış ancak nice sonra Ankara istikametinden gelen bir yolcu otobüsünden inen yolcularında yardımıyla çıkartılabilmişti. Bacak kemikleri kırıktı ve saatlerce süren bir iç kanama ölüm nedeni olmuştu.

Rüştü’nün cenazesi Sivrihisar’a getirilerek, Kumluyol mezarlığına defnedilmiştir. Mezarı annesiyle babasının mezarları arasındadır.

Daha önce belirtildiği gibi Rüştü, dayısı A.Eroğlu tarafından kardeşi Gülsüm’e verilen dükkanda hırdavat ve inşaat malzemeleri ticaretine başlamıştı. Rüştü ölünce dükkana Kadir’in geçmesi genel kabul gördü. Ve dükkan yeniden açıldı.

Kadir’in ticari deneyimi yoktu. Kendisini geliştirmeye çalışıyordu. Yeni bir heves yeni bir heyecan.

Ancak bu aşamada yeni bir sorun ortaya çıkıyordu. Yavşan.

Baba Fevzi tek başına kalmıştı. ‘ Koyun can derdinde kasap et derdindeydi’. Kadir elinden geldiğince iki yere de yetişmeye çalışıyordu. ‘ Dükkan hak kapısı. Sabah olunca açılır, akşam olunca kapanır’ diyordu Kadir. Öyle zamanlar oluyordu ki dükkan 2-3 gün hiç açılmıyordu. Müşterinin ayağı kesilmeye başlamıştı. İki karpuz bir koltuğa sığmayacaktı.

Başka zorluklar da ortaya çıkınca çözüm köydeki işleri yeniden gözden geçirerek bazılarını bırakmaktı. Ve en karlısı ama en zoru olan davarcılığa son verildi. Eldeki mevcut koyunlar alıcıya teslim edildi.

Büyük hayatta baba Fevzi ile alıcı celep el sıkışıp ‘Hayrını gör’ seramonisinde, babanın dudakları titriyordu. Hele alıcı davarı önüne katıp Yavşan’dan çıkarken Fevzi ve Gülsüm’ün arkalarından baka kalmaları çok trajik bir sahneydi. Alıcı sanki onların davarlarını değil damarlarındaki kanını almış götürüyordu. Sanki onların ellişer yılını önüne katmış götürüyordu.

Bir siyasetçinin mikrofonunu, bir askerin silahını, bir örfün kontak anahtarını yada bir ressamın fırçasını elinden almak gibiydi bu..

Dükkanın sermayesi artırıldı. Önemli engellerden birisi ortadan kaldırılmıştı. Artık dükkan daha az kapalı kalacaktı.

Bu defa da ufukta başka bir tehlikeyi haber veren kara bulutlar belirmişti. Enflasyon

Enflasyonlu yıllar başlamıştı. Sermayesi kuvvetli olmayan esnaf ile cirosunu artıramayan işyerlerini enflasyon vurmaya hazırlanıyordu.

Enflasyonlu yıllar onun yeniden köye dönmesi sonucunu getirdi.

Fevzi ve Gülsüm çiftinin de uygun bulması ve teşvikiyle Kadir-Cihan için İstiklalbağı köyünden, annesi genç yaşta ölen bir kadının çocuklarından bir kız evlatlık alındı. Üç yaşında aileye katılan hamiyet büyüdü, orta okulda okutuldu. Yetişkin bir kız olunca astsubay Mustafa Ede ile evlendirildi.

Cihan kısa boylu, beyaz tenli, hafifçe etine dolgun, yeşil gözlü güzel bir kadın. Dışa dönük, güler yüzlü, konuşkan. Çok özverili, çok fedakar, çok samimi, içi dışı bir. Fitne fücur değil. Çevresiyle ve insanlarla çok ilgilenir. Kaprisleri yoktur. Uyumludur.

Cihan, kayınpederine ve bilhassa kayın validesine çok iyi bakmış, bu sorumluluğunda ihmal ve kusur etmemiş ve onların dualarını almıştır. Kadir ile evlilik hayatı boyunca iyi anlaşmıştır.

Anne ve babasına ölene kadar çok iyi bakan kadir Karaca, orta boylu, tıknazca bir yapıya sahiptir. Gözleri bal köpüğü ten rengi pembe beyazdır. Göz ve ten rengi babasının babasına, vücut şekli babasınınkine benzemektedir. Göğsü geniş, elleri ve kolları çok adaleli ve kuvvetlidir. O işi ve çalışmayı sever. En ağır işlerin altına girmekten çekinmez.



Memlekette motorlu taşıtlar yaygınlaşınca köylülerde iş hayvanlarını bıraktı. Kadir’de bir Anadol Kamyonet alarak işlerde kullanmaya başladı.

Kadir’in maddi ve manevi dayanma gücünün büyük olduğunu gözlemledim. Dengeli ve hesaplı hareket eden bir kişidir.

Eğer hanedanlık devam etseydi, onun şimdiki lideri Kadir Karaca olurdu.

Kadir Yavşan’da Askeroğul’ların simgesi haline gelen anne ve babasından kalan ve onarılarak modernleşen evde oturmaktadır.