28 Haziran 2004 Pazartesi

Viyana Yollarında

( Bir anı öykü )

Aylardan şubat. Her yerde kar ve tipi var. Ağaçlar beyaz giysilerini giymiş, doğa beyaz yorganını çekmiş üstüne.

Paris Simplon Ekspresinin Sirkeci Garından kalkışına dakikalar kaldı. Yurdumdan ayrılacağım için duyduğum buruluk, önümdeki günlerin hyaliyle heyecana dönmüştü . Hem sevinçliydim hem de ayrılık üzüntüsü içinde; ruh halim karma karışıktı.

Yol boyu köyler, evler, bahçeler, tarlalar, insanlar gördüm. Art arda istasyonlar ve gene insanlar... trenin tekerleklerinin tak, tuk sesleri ve arada bir boğuk sesi...

Gidiyorduk : Edirne, Dedeağaç, İskece, Kavala, Selanik, Üsküp, Priştina ve Belgrad diye. Ve gecenin karanlığında kah uykulu, kah uyanık. Güneş doğarken komünist apartmanları, işçi lojmanları ve geniş caddeleriyle Belgrad gözlerimin önündeydi. Zagreb e ulaştığımızda garı çok kalabalık gördüm. Burası öncekinden sanki daha sıcak bakıyordu biz yolculara. İnenler, binenler, eşyalar, çoluk çocuk bağırışlar, çağırışlar... Trenin pencereleri büfe gibi çalışıyordu.

Kompartumanımızın kapısının açıldığı koridorun penceresinde orta yaşlı bir adam, dirseklerini dayamış, başı dışarda. Belli ki kompartuman sıcak, onu sıkmış. Hem serinlemeye çlışıyor, hem de insan manzaralarını seyrediyordu. Bir başka adam geldi. Aynı pencereye yanaştı. Öteki adamın üstüne abandı. Sanki aşağıda birini görmek istermiş gibi. Gözlerim üstündeydi. Son gelen ötekinin arka cebinden cüzdanını çekip aldı ve koşarak orayı terk etti. Ben çarpılan adamı hemen uyardım. Polis ! Polis diye bağırarak koştu ardından.

Yolların ayrıldığı yere gelmiştik. Gar binasındaki yazıya göre burası Maribor olmalıydı. Burada bizim trenin yolcularına anons edilerek, Viyana ya gideceklerin bekleyen trende yerlerini almaları isteniyordu. Kadın erkek, çoluk çocuk, valiz, çanta, hemen her dilden havada uçuşan sözcüklerle, bır telaş içinde trenin vagonları doluverdi.

Ağır bavulumla vagonun koridorunda sürtünerek ve başımı uzatarak aradığım yeri sonunda buldum. Ancak bavuluma üç kompartman geride yer bulabilmştim. Aynı yerde değildik. Aramızda üç kopartman vardı.

Koridorun kapısı açılınca iki polis ile bilet kontrolörü göründüler. Parlak sarı düğmeleriyle siyah elbiseli, asık suratlı bir görevli pasaport kontrolü yapıyordu. Arkasından gelen ise biletleri kontrol eden kişiydi. Bizimkileri bitiren görevliler arka kompartmanlara geçtiler. Sonra tren hareket etti ve sınırdan geçerek Avusturya nın Spielfeld garında durdu. Aynı işlemler burada tekrarlanacaktı. Geldiler ve kontrollarını hızla yaparak bana kadar ulaştıklarında ummadığım bir durum beni çok üzmüştü. Avusturya güvenliği :
-Sizin eşyalarınız nerede
diye sorunca, var, göstereyim diye ayağa kalktım.Polisle üç kompartman geriye gittik. Gittik ama , ne görsem beğenirsiniz? Bavulum koyduğum yerde yoktu. Başımdan kaynar sular döküldü. Mahcup, endişeli ve panik içinde orada oturanlara sordum.:
-Burada benim bavulum vardı. Bakınız yok. Kim aldı biliyor musununuz?
İşçi kılıklı biri yarım Almanca ile dedi ki:
-Yugoslav polisi, sahip çıkan olmayınca alıp götürdü.

Ne yapabileceğimi bilmediğimden şaşkınlık içindeydim. Yanımdaki polisten yardımcı olmasını rica ettim. Çaresizlikten dokunsalar ağlayacaktım. Gel benimle dedi polis. Birlikte gar şefliğine gittik . Olayı anlattık. Pasaportumu incelediler. Şef aldı ve çekmecesine kilitledi. Bana dönerek:
-üzülme, çözümleriz. Dedi.

Hemen Yugoslav polisine telefon ederek durumu anlattı.Onlar da bavulun ellerinde olduğunu, kilidini açarak içindekileri incelediklerini, yasaklı bir durumun bulunmadığını ve gelecek ilk trenin makinistiyle gönderbileceklerini söyleyince içim rahat etti

Her taraf bembeyaz. Karla kaplı, soğuk bir şubat günüydü. Şefin odasındaki sobadan yayılan tatlı sıcaklık, iliklerime kadar ısıtmıştı beni. Şef saatına baktı ve ayağa kalktı.Bana dedi ki:
-İstersen salona geç. Orda da soba var. Şimdi işçiler gelirler. Orada yemek de yiyebilirsin

Karnım doyunca moralim de düzeldi. Bir de bavuluma kavuşsaydım... Salonda beklemeye başladım. Giderek sobanın ateşi sönüyordu. Ayaklarım üşümeye başladı. Gözüm saattayken, trenin keskin düdük sesi duyuldu, uzaktan. Hemen şefe koştum :
-Geliyor, geliyor ! dedim sevinçle.
-Duydum dedi.


Ve geldi. Şefle makiniste vardık. Bavulum makinistin ayaklarının dibindeydi. Onu kapacak gibi bakıyordum. Şef aldı ve bana verdi:
-Haydi! Atla trene dedi.

Atladım. Bu kez bavulumla aynı kompartumanda yer aldık. Rahattım ve gidiyorduk. Görevliler gene kontrola geldiler. Bu kez memura karşı güçlüydüm; Bavul yanımda yaa. Cesaretle gösterdim. Memur baktı ve geçti. Arkasından gelen polis pasaportlara bakıyordu. Benimkini istedi. O anda ne olduğumu bilemedim. Yığılacağım sandım. Kendimi toparlayınca, akılsız kafam, pasaportumun Şefin masasında kilitli kaldığını hatırladı. Olayı polise anlattım. Polis inanmak istemedi, kuşkulandı. Graz kentine gelmiştik. Tren durunca polis beni alıp gar müdürüne götürdü. Hikayeyi dinleyen müdür, bir önceki istasyona telefon etti. Cevap alınca inandı ve bana bir işlem yapmadan bıraktı. Ancak ben pasaportsuzdum. Şef, pasaportu ilk gelecek trenle göndereceğini söyleyince içime su serpildi. Viyana garında , polisle irtibatlı olarak geceyi geçirmek , kulağıma küpe oldu. Uymadan geçirdiğim gece boyunca acemiliğime, bilgisizliğime ve unutkanlığıma hem şaşıyor, hem kızıyordum.

28/6/04
Sivrihisar-Yavşan

İbrahim Karaca

27 Haziran 2004 Pazar

Meçhule Gidiş

Onlar köylerinde dört kardeşti; üçü oğlan biri kız. Kız evlenip gitti. Geçimlerini çiftçilikten sağlıyorlardı , bir miktar davarları da vardı . İş gücü yeterli olduğundan gelirleri de iyi sayılırdı.

Gün geldi oğlanlar evlendirildi. Aile kalabalıklaştı. Ne ekmek yetiyordu, ne de aş; ne ayakkabı ne de üstbaş. Buna karşın baba oğullarını gözünün önünden ayırmak niyetinde değildi ; görenek böyleydi. Oysa bu durumdan ne oğulları memnundu, ne de gelinleri.

Önce büyük kardeş Hasan baş kaldırdı. Üç çocuğu ve karısıyla aileden koptu. Karı koca başladılar kendi işlerinde çalışmaya. Hasanlar kendi gelirleriyle yaşayamayacaklarını çok geçmeden anladılar. Kendilerini kendi özgür iradeleriyle ittikleri derin sularda boğulmamanın yollarını aramaya koyuldular.

Yetersizlik ve başarısızlıklarını uzun süredir kafasında kurup duran Hasan bir akşam karısına der ki:
-Anlaşıldı artık bu köyde bize ne ekmek kaldı, ne hayat. Gidelim buradan. Bak ! Çocuklar da büyümekte. Nasıl olacak onların okul işleri ?
Düşündün mü?

-Hiç aklımdan çıkıyor mu sanıyorsun? Gidelim yavrularım için.

Hasan toplar çoluğunu çocuğunu, babasının, anasının ellerini öper, kardeşleriyle helalaşır, kente doğru yollara düşerler. Hasanın gidişine köyde üzülen olmaz Çünkü o köyde sevilen kimse değildi. O, köyün en ukala adamıydı. Her şeye karşıydı : babasına, akrabalarına, topluma hatta gelmiş geçmiş muhtarlara bile. Kimseyi sevmedi, kimse tarafından da sevilmedi.

Kente vardıklarında bir fabrikada gece bekçiliği buldu.
Ev ve iş bu iki önemli aşama aileyi çok sevindirdi ve mutlu etti Hasan ın keyfinden yanına varılmıyordu. Bir akşam karısıyla yaptığı bir sohbet sırasında der ki :
-İyi etmişiz köyden geldiğimize değil mi? Bak, ne güzel yaşantımız var...
-Helbet çok iyi ettik. Sen akıllı adamsın. Bir de huylarını düzeltebilsen.
-Şimdi gardaşlarımı düşünüyorum da acıyorum onlara. Çekilir mi köyün kahrı. Şimdiyedek ben babamın hatırına ses çıkarmadım. Ama sen de beni desteklemekle akıllılık ettin.

Hasan geceleri fabrikada kuş uçurtmaz. Anne evde onların hizmetinde, çocuklar ise büyüme sürecinde. Kent yaşamına uyum sağlamışlardı da annenin anlayamadığı bir şey vardı :
-Buraya geleli sanki aylar, yıllar kısalmış gibiydi. İhtiyaçlarımız gittikçe artıyor,masarıfımız yükseliyor, kazancımızın beti bereketi azalmış gibiydi diye kendi kendine fikir yürütüyordu. Diyordu ki kendi kendine:
-Artmayan tek şey Hasan ın aylığı. Patron onun bıyıklarına takmış. O yüzden Hasan ı sevmiyor, aylığına zam da yapmıyor.

Bir akşam Hasan , bıyık konusunu karısına açtığında kadın sinirlenerek:
-Kes diyorsa kesersin. Kökü sende değil mi, gene büyür. Yoksa o senin aylığını keser. Hangisi daha iyi.
-Ben bıyıklarımı kesmem.
-Kesmezsin, iyi de bak pahalılık geldi kapıya dayandı, naber! Senin kabadayılığın karnımızı doyuruyor mu?
-Pahalılığı ben mi yarattım. Sebep olanlar utansın. Ne yapalım elle gelen düğün bayram.
-Sen bu sözlerle gönlünü avut.
-Zammın bıyığa göre verildiği nerede görülmüş?
-Bana bak adam! Çık patronuna, dikine gitme. Yalvar yakar, iyilikle anlat, elini öp.


Karıkoca arasında tartışmalar sürüp giderken meydana gelen bir olay aileyi sırtından hançerler : Yangın. Gece iş yerinde çıkan ve etrafı sardıktan sonra fark edilen bir yangında bekçi erken görmemekle suçlanır ve bekçi hakkında soruşturma açılırken görevine de son verilir. İşten atılan Hasan'ın ailesinin üzüntü ve sıkıntısı kısa zamanda yokluk duvarına toslar. Hiçbir güvenlik kapısı bulunmayan Hasan ve ailesi bu krizi nasıl atlatacaklarını günlerce konuşup tartışırlar.
Biri der ki:
-Köydeki mallarımızı satalım.
-Satıp ne yapacağız?
-Burada bir ev alabilirsek sıkıntımız yarı yarıya azalır.
-Haklısın oturduğumuz bu evi bile alabiliriz.

Satarlar köyde ne varsa tarla tapan. Gecekonduda bir ev alırlar. Kendilerine göre. Sevinci dağları aşan kadının kendine güveni artar Ellerin evinden kurtuldum. Başımızı sokacak bir evimiz oldu ya... Bu kadarını veren Allah çoğunu da verir. Diye mırıldanır. Şimdi Hasan a bir iş bulmaya kalıyordu mutlulukları.

Baba her sabah çocuklarla beraber evden çıkar, çocuklar okula, o kahveye.Kahve işçi kahvesi. Tüm işsiz işçiler bu kahvede toplanırlar.İş verenler de bu kahveye gelir, seçer , alır götürür. Gözler kapıdan girecek işverende. Birisi girdi mi tüm işçiler etrafını sarar, gürültü ve yaygarayla . Ben ucuza giderim, Beni al, ben iyi çalışırım, beni götür ben yemek, çay istemem. Ben ustayım, O moruğu ne yapacaksın, ben gencim beni al gibi sözler uçuşur kahvenin salonunda, sigara dumanına karışarak. Sonra herkes oturur bir sandalyeye , gözler yeniden kapıda. Gün olur akşama kadar hiçbir iş veren arayıp sormaz. Hasan ın akşama kadar kahvede kıçının değmediği sandalya kalmaz , öfkesini sigaradan çıkarır.

Aç yatar tok kalkarlar. Çocuklar ders arasında birer gevrekle yatıştırırken açlıklarını, babanın simidi kahvede çaya eşlik eder. Ya anne!?

Böyle gitmeyeceğini gören anne, aldıkları kuzinede ekmeklerini kendisi yapmaya başlayınca, oldukça rahat bir nefes alırlar Oğlanlardan birinin askerliği gelince, kız da liseyi bitirince anlarlar, bunca hayırsız yılların su gibi, boş yere akıp gittiğini. Anne şunları söylemekten kendini alamaz: Bu vefasız yıllara boğazımızdan kesip verdik. Aldı götürdü, haciz memuru gibi, ne bulduysa. Peki, ya o bize ne verdi? Hasan gene bulduğu işe gidiyor. Sürekli bir işi yok. O da alıştı artık bu düzene. Ancak evde sıkıntılar büyümeye başlar. Büyüdükçe kıpırdamalar da başlar. Yeri gelince baba : Kira yok. Ekmeğe de para vermiyoruz. Daha ne istersiniz? Bunlar bir nimet. Kıymatını bilin. Demekten de geri kalmıyordu. Evcek hepsi gergin ve huzursuzdu. Temelde yatan neden ise parasızlıktı. Anne sitem ederek rahatlamak istiyor olsa da onu Tanrıdan gayri duyan var mıydı? Komşu hanımlarından biri dedi ki bir gün anneye :
-Kızın liseyi bitirdi. Maşallah kocaman oldu. Bu gün yarın hayırlı bir kısmeti çıkar. Çeyiz, nikah, düğün kolay mı?
Demek isterim ki:
-Kız evi bekler, sen işe git.Vallahi iş pek tatlı. Vergisi yok, algısı yok. Temiz para. Memurluktan iyi doğru söylüyorsun. Bana kalsa bu gün giderim. Ayıp değil, günah değil. İş iştir..
-Bi zorun mu var?
-Var ya. Bizimki dünyada izin vermez. Ben size bakamıyor muyum? Elalem karısına çocuklarına bakamamış demezler mi? Der.
Görüyoruz nasıl baktığını. Sırtında bi çuval odunla geldi geçen gün. Gücenme ama, bizde odunu eşeğe taşıttırırlar.

Söz komşulardan açıldığında anne fırsatı yakalar:
-Bitişiğimizdeki geldi bugün . Bana dedi ki, Bak, kızın liseyi bitirdi. Evi ona bırakta evlere temizlikçi olarak git, dedi.
-O orospu mu verdi bu aklı sana. O kendine baksın önce. Peki sen ne dedin?
-Gitsem iyi olur, elimiz rahatlar , dedim.
-Olmaz. Kadın çalışmaz. Bir kadının yeri evidir. Otur, oturduğun yerde. Ben sizleri aç mı, açık mı bıraktım?
-Bari kıza izin ver o çalışsın.
-Olmaz. Gadın kısmı dışarda çalışmaz.
-Köydeki kızlar kadınlar nohut yolmak için tarlalara nasıl gidiyorlar? Şimdi köyde olsaydık yollardın para için. Burada zengin mi olduk ?
-Bana köyü anlatma. Bu evin kadınlarına dışarıda çalışmak yok .
-Madem ki çalıştırmayacaktınız, niye okuttunuz beni? Öyleyse ben de evde oturmam.
-Ben değil, annen neden oldu okumana. Benim gibi cahil kalmasın, dedi.
Daha birkaç atışmadan sonra bu başkaldırışı sindiremeyen baba kızın üstüne yürür ve bir tokatla onu divanın üstüne yıkarken, devam eder öfkeli konuşmasına :
-Adam olmuş da bana baş kaldırıyor, eşşek sıpası, kırarım kemiklerini. Ne sanıyorsun kendini. Okumakla adam mı oldun? Anandan cesaret alıyorsun, değil mi

Anne adamı güçlükle yerine oturturken, kız ağlayarak kendini mutfağa atar. Bu yakışıksız olay ailede babnın otoritesinin de saygınlığının da sonunun başlangıcı olur. Ailenin hiçbir bireyi onun otoritesini artık tanımaz olur. Bu ortamda otorite anneye geçer. Çünkü o daha anlayışlı ve yapıcıdır. Olayları konuşarak, uzlaşarak, inandırarak çözmeyi yeğler. Anne kızının çalışmasından yana olduğu için komşuların yardımıyla bulunan işi kabul eder.

Bir gün kapı vurulur. Kız koşar açmaya, biri içerde öteki dışarıda anlamsız ifadelerle bakışırken, anne gelir , dışarıdakiyle sarılırlar birbirlerine coşkuyla. Kız şaşırır. Gelenin amcası olduğunu çıkartamaz birden. Anne kızına dönerek:
-Amcan Mevlut. Niye tanıyamadın, der.
Otururlar cümbür cemaat ( Hepsi birden ), saatlarca konuşup, hasret giderirler. Hasan biraz dert yanar:
-Olmadı bizim oğlan olmadı. Dileklerimin, özlemlerimin hiçbiri tutmadı. Kent yaşamı da kent insanı da kırsala benzemiyor. Bak işte görüyorsun halimizi...
-İşin yok mu ?
-Yok ya...
-Nasıl geçiniyorsunuz öyleyse?
-Bulduğum işe gidiyorum.
-Düzenli bir gelirin olmadı mı? Yenge, kız, oğlanlar bir işe girmedi mi?
-Biliyorsun, ben öteden beri kadınların dışarıda çalışmasına karşıyım. Şimdi kız girdi bir işe bakalım.


Mevlut amca anlatılanlardan ve gördüklerinden hayal kırıklığına uğrar. Sonra Amca onu sorgulamaya başlar. Amca ayağının birini altına alır, şapkasını çıkartır, tarağı berberden berbere gören saçlarını azat ettikten sonra başlar anlatmaya.
-Vallah, bizim oğlan , bizim o tarafta her şey yolunda Allaha şükür. Ben koyun sayısını babamın verdiği otuz dan yüze çıkarttım. Bu sıra mal ( Koyun ) çok iyi para ediyor. Arazi işine gelince, Toprak Kanununa göre tarla yeri verdiler. Otuz dekar çıktı mı dört yüz dekara. Traktör aldım, banka kredisiyle. Çocuklar dersen okuyor. Hamdolsun durumumuz çok iyi.
-Ya öteki delioğlan ne yapıyor? Toparlanabildi mi biraz?
-O da benden aşa değil. Beni geçti bile. Onun avradı çok tutumlu. Para gıymatını bilir.
-Eeee ! Söylemedin hangi rüzgar attı seni buraya?
-Vallah, Abi dedim ki, çalış çalış hayvan gibi. Sonu ne olacak.? Mal dersen var, para dersen var. Hadi bi Abimin halini hatırını sorayam, elini öpeyim deyip, çıkıp geldim, işte. Sizleri çok özlemiştim. Yeğenim beni tanıyamadı, çok onurum kırıldı


Amca bakar duruma, ev ev değil, yiyecek içecek ona göre. Konuk ağırlayacak durumları yok, ziyaretini yarıda keser. Onun heybesine doldurdukları selamlarla Amcayı yolcu ederler. Konukları gittikten sonra baş başa kalan baba ile anne bir kez daha geçmiş yılların muhasebesini yaparlar. Hesaplar hep açık, kapanacağa da benzemiyor.
Hasan der ki:
-Şu para denen kağıt parçası ne kadar güçlü. İnsanı insan eden o kağıt parçası. Paran varsa onurunda ,itibarın da aklın da var.
Kadın duramaz söylemeden:
-Ben sana ayrılmayalım köyümüzden dedim. Şimdi biz de onlar gibi zengin olurduk.

Zaman, anneyi haklı çıkardı. Ancak babanın zamanın gerçekleriyle bağdaşmayan fikirleri, duygusallığı, sabit fikirleri, yersiz onuru ailenin gidişatını başarısızlığa sürükledi. Bunlar anlaşıldıkça ailede anne ön plana çıkar. Çocuklar da açıkça annenin tarafını tutunca, baba büsbütün açmaza girer. Her şeyi onur ve prestij konusu yapmaya başlar. Fukaralığın azdırdığı ortamda hakaretlerin ve de kaba kuvvetin hesabı bilinmez. Her gün yeni bir tartışmanın yapıldığı bir döneme girilir. Bir keresinde baba , annenin üstüne yürüyüp, dövmeye kalkışınca, anne ötekilerle birlik olup, babayı hırpalarlar.

Bu çöküşü, alçalışı ve itibar kaybını onuruna yediremeyen baba, kavgalı
Bir günün akşamında, alır şapkasını, çarpar kapıyı ve gider.

Gidiş o gidiş...


27/HAZ./ 2004
URLA

İbrahim Karaca

22 Haziran 2004 Salı

Üniversite sınavı

Liseyi bitirince girdiğim üniversite sınavında yeterli yuvan alamadığımdan başarısız sayıldım. Bu sonuç beni evde oturup, ev kızı olmaya mahkum etti. Üzüldüm elbet Ama kendimi haklı çıkartacak dayanaklar da bulmadım değil. Elalem cepler dolusu paralarla özel dershanelerde hazırlanırken, onlar kazanamayacak da ben mi kazanacaktım. Evet ! Aynen öyle oldu. Üniversiteleri zengin çocukları kazandılar.
Babamın belli bir işi yoktu; bulduğu işe gidiyordu. Bu nedenle de geliri hem düzenli değildi hem de yeterli...Ben ise yoksul bir ailenin bireyiydim. Ailemden bana miras olarak geçen yoksulluğu kader bana gömlek diye giydirmiş, çıkartıp atmaya gücüm yetmiyordu.
Üniversiteden umudunu kesen ailem, beni bir işe yerleştirmek istiyor, lakin uygun bir iş bulamıyordu. Kolay mı hemen bir iş bulmak. Duyduk ki bir bakanlık sınavla memur alacakmış. Gazete haberi beni heyecanlandırdı ; çünkü aranan koşullar bende vardı. Hemen başvurdum. Girdiğim yazılıyı kazandığımı öğrendiğimde dünyalar kadar sevinmiştim. Ne var ki ardından Mülakat dedikleri yüz yüze görüşme yapılacaktı. Bu beni kuşkulandırıyordu.
Mülakata alındım. Sonucun açıklanması uzun sürmedi. Listede adımı heyecanla aradım ki ; yoktu. Demek, kazanamamıştım. Hayır, kazandırılmamıştım. Başım önüme eğik evin yolunu tuttuğumda kendi kendime : Benim içime doğmuştu. Bana yedirmezler, demiştim. Yedirmediler, boyunları altında kalasıcalar, devrilesiceler.

Bizim bahçede bir kiraz ağacı vardı. Her ilkbahar gelişte pembe-beyaz çiçeklerine bakarak biz onu gelinlik giymiş bir kıza benzetirdik. Bu gelin kızın ezeli bir korkusu vardı : Bir gece zalim soğuk ansızın gelecek ve tüm çiçekleri donduracak. Bu korku o ağacın içinden hiç çıkmadı. Gelirdi bir gece mutlaka o zalim, yakardı soğuğu narin çiçekleri. Ertesi sabah güneş doğduğunda gelinlik çıkartılmış, onun yerine karalar giydirilmiş gelin kız, halinden utanç duymazdı ; çünkü o Doğa olayında kiraz ağacının bir kusuru yoktu.
O kiraz ağacıyla kader birliğimiz varmış meğer.

Annem ve babam benim kadar üzülmediler. Babam söylüyordu dayısı olmayanın giremeyeceğini. Benim dört duvara mahkum oluşum komşulara bile dert olmaya başlamışlardı. Sözde ilgileniyorlardı Hani koca mı var. Bari okusun ya da bir işe girsin. Kurtulsun şu evden.Hiç beklemediğim bir günde komşulardan biri, elinde adres yazılı bir kağıtla geldi. Adresi kapınca doğru çarşıya. Buldum o yeri. İçeriye dalmak istediysem de koruma görevlisi bırakmadı. Maksadımı söyleyince beni alıp bir adamın odasına götürdü. İş için geldiğimi söyleyince, bir form doldurttuktan sonra, daha büyük olduğunu sandığım bir yöneticinin odasına çıkardılar. O da bazı sorular sordu:
Sen çay kahve tapmasını bilir misin
Bu sorunun neden gerektiğini anlayamamıştım. İçtenlikle yanıtladım.
Elbet bilirim
Nerde öğrendin? Bir yerde çalıştın mı
Çalışmadım ; çünkü öğrenciydim. Bu işleri annem bana gördürürdü.”
Burada ne iş yapacağını biliyor musun
Bilmiyorum
Burası sizin evinize benzemez.. Bizlere ve konuklarımıza düzgün servis yapabilir misin
Yapabilirim. Bilmediklerimi de burada öğretirler bana.
Burada şirketin çay ocağını işleteceksin. Yapabilir misin?
Yaparım.
Bu iş oldu dedim kendime. Sevindim. Başka sorular bekledim, gelmedi.O, konuşmuyordu. Sonra genel müdür olduğunu öğrendiğim adam, beni süzüyor belki de aklından şunları geçiriyordu : Yirmi bir yaşında, orta boylu, balıketi, beyaz tenli , kestane rengi saçlı ve de öğrenim görmüş. Bizim ocak için bu kadarı çok bile. Bakarız, işimize gelirse ileride başka görevler de veririz.O, bunları düşünürken ben de merakla onu ve odayı inceliyordum. Oda çok lüks idi. Ben öylesini yalnız filmlerde görmüştüm . Adam orta yaşlarını yaşıyor. Siyah saçlı, kravatlı, ceketsiz, mülayım görünüşlü. Kendimi yarınlarda bu dekorun. Bir fügüranı gibi hissettim ve sevindim.
Genel Müdür telefonla yardımcısına talimat verir Kız yarın işe başlasın.Bir haftalık da avans verin. Deneyelim. Sonra kararımı bildiririm size.
Ben o gün sevincimden otobüse bile binmeyi akıl edemeden eve döndüm. İstekler, emeller, hayaller hora tepiyordu kafamda.Ömrümde bir arada görmediğim kadar parayla eve dönüyordum. İlk maaşımla aldığım pastayı eve getirince gözleri yollarda kalan anneme sevinçli bir sürpriz yaşattım. Annemin, pasta denen tatlıyı unutmuştum sözü, özümden yaralamıştı beni. Babam oldu olası sevincini belli etmeyen bir adam. Babama önce pasta ikram ettik. Onun mutluluğu kaçmadan, getirdiğim paraları koydum önüne. Hepimizin, kuruduğunu sandığımız gözyaşının süzülüşünü görmek duygularımızı kabarttı; kalktım, sarıldım ve öptüm babamı. Meğer insaniyet, ongunluk ve aile mutluluğu buymuş.

Ertesi sabah iş yerimde erkenden çayı demledim, çalışanlarımızın gelmesini beklemeye başladım. Sekreter Sevgi Abla telefonla bir kahve istedi, Genel Müdür için. Elim ayağım dolaştı, çünkü kendime güvenim yoktu. Ya beğenmezse, ya davranışıma, kılık kıyafetime kusur bulursa...Aksilik bizim evde kırk yılda bir kahve pişer, onu da annem bana düşürmez. Bu bir sınav olacak benim için. Deyip kahveyi sürdüm ocağa.
O gün en şık giysilerim üzerimdeydi : Beyaz buluz ve diz üstü siyah etek, ayaklarımda çorap ve yarım yüksek ayakkabılarım... Ve elimde değerli bir tepside, mavi renkli Kütahya porseleni fincanla, Genel Müdürün kapısını açtım ve önce bir lahza durakladım, sonra masanın boş yerine fincanı ve yanında bir bardak suyu bırakıp, hafifçe selamlayarak konuşmadan çıktım.
Beklediği kahveye istekle elini uzatan Genel Müdür, önce kahvenin köpüksüz oluşuna bozulur gibi olur, ama belli etmez. Sonra bir yudum çektiğinde yüz ifadesi değişir. Genel Müdür: Anlaşılan bu kız evlerinde ya hiç kahve yapmamış, ya da onların zevk anlayışı böyle, yorumunu yapar. Fincanı almaya geldiğimde durup onun yüzüne baktım. Ödüm kopuyordu olmamış diyecek diye. Oysa o başını kaldırdı, durakladı bir an sonra olmuş, iyi iyi sözcükleri döküldü dudaklarından. Sevincimle karışık heyecanımın yanaklarıma vurduğunu hissettim. Çıkmak üzereydim sesini duydum ve döndüm. Bir dahakinin şekeri az, kahvesi bol olsun. Bir de ben kaynak sevmem. Sevgi Ablan söylemedi mi? Anladın değil mi? Kapıyı yavaşça kapattım.
Benim oldum olası kendime güvenim yoktur. Okulda da böyleydi. Patronum bana kahvesinin formülünü vermişti. Bunu aynen uyguladım. Beni yüreklendirmek için kahvesinden olsun, çayından olsun bir nefes çekince derince bir ohhh ! çeker, iyi,iyi bu seferki daha iyi derdi. Beğenildikçe sevinirdim. Kendime güvenim artar, arttıkça da işimi daha düzgün yapardım.
Bir hafta sonra Patronum benim yeteneğimi yeterli bulur ve bu nedenle yardımcısına tayinimi yapmaları için direktif verir. Yardımcı, Genel Müdüre der ki : İlk günler yaptığı kahve ve çayın bir şeye benzemediğini eminim ki siz de fark etmişsinizdi. Ama, son günlerde düzeltti. Ben yol verin gitsin diyeceksiniz sanmıştım. Genel Müdür : Ben onun yetenekli olduğunu anlamıştım. Onun için kızı sürekli yüreklendirdim. Eğer aksini yapmış olsaydım daha ilk günden bırakıp giderdi. İşte başarının sırrı burada, önce özgüven, sonra sebat
İşimi sevdim, kendimi sevdirdim ve oradan emekli oldum.

22 / 06 / 2004
URLA

Marifet İltifata tabidir

Liseyi bitirince girdiğim üniversite sınavında yeterli yuvan alamadığımdan başarısız sayıldım. Bu sonuç beni evde oturup, ev kızı olmaya mahkum etti. Üzüldüm elbet Ama kendimi haklı çıkartacak dayanaklar da bulmadım değil. Elalem cepler dolusu paralarla özel dershanelerde hazırlanırken, onlar kazanamayacak da ben mi kazanacaktım. Evet ! Aynen öyle oldu. Üniversiteleri zengin çocukları kazandılar.
Babamın belli bir işi yoktu; bulduğu işe gidiyordu. Bu nedenle de geliri hem düzenli değildi hem de yeterli...Ben ise yoksul bir ailenin bireyiydim. Ailemden bana miras olarak geçen yoksulluğu kader bana gömlek diye giydirmiş, çıkartıp atmaya gücüm yetmiyordu.
Üniversiteden umudunu kesen ailem, beni bir işe yerleştirmek istiyor, lakin uygun bir iş bulamıyordu. Kolay mı hemen bir iş bulmak. Duyduk ki bir bakanlık sınavla memur alacakmış. Gazete haberi beni heyecanlandırdı ; çünkü aranan koşullar bende vardı. Hemen başvurdum. Girdiğim yazılıyı kazandığımı öğrendiğimde dünyalar kadar sevinmiştim. Ne var ki ardından Mülakat dedikleri yüz yüze görüşme yapılacaktı. Bu beni kuşkulandırıyordu.
Mülakata alındım. Sonucun açıklanması uzun sürmedi. Listede adımı heyecanla aradım ki ; yoktu. Demek, kazanamamıştım. Hayır, kazandırılmamıştım. Başım önüme eğik evin yolunu tuttuğumda kendi kendime : Benim içime doğmuştu. Bana yedirmezler, demiştim. Yedirmediler, boyunları altında kalasıcalar, devrilesiceler.

Bizim bahçede bir kiraz ağacı vardı. Her ilkbahar gelişte pembe-beyaz çiçeklerine bakarak biz onu gelinlik giymiş bir kıza benzetirdik. Bu gelin kızın ezeli bir korkusu vardı : Bir gece zalim soğuk ansızın gelecek ve tüm çiçekleri donduracak. Bu korku o ağacın içinden hiç çıkmadı. Gelirdi bir gece mutlaka o zalim, yakardı soğuğu narin çiçekleri. Ertesi sabah güneş doğduğunda gelinlik çıkartılmış, onun yerine karalar giydirilmiş gelin kız, halinden utanç duymazdı ; çünkü o Doğa olayında kiraz ağacının bir kusuru yoktu.
O kiraz ağacıyla kader birliğimiz varmış meğer.

Annem ve babam benim kadar üzülmediler. Babam söylüyordu dayısı olmayanın giremeyeceğini. Benim dört duvara mahkum oluşum komşulara bile dert olmaya başlamışlardı. Sözde ilgileniyorlardı : Hani koca mı var. Bari okusun ya da bir işe girsin. Kurtulsun şu evden.

Hiç beklemediğim bir günde komşulardan biri, elinde adres yazılı bir kağıtla geldi. Adresi kapınca doğru çarşıya. Buldum o yeri. İçeriye dalmak istediysem de koruma görevlisi bırakmadı. Maksadımı söyleyince beni alıp bir adamın odasına götürdü. İş için geldiğimi söyleyince, bir form doldurttuktan sonra, daha büyük olduğunu sandığım bir yöneticinin odasına çıkardılar. O da bazı sorular sordu:
Sen çay kahve tapmasını bilir misin?
Bu sorunun neden gerektiğini anlayamamıştım. İçtenlikle yanıtladım.
Elbet bilirim.
Nerde öğrendin? Bir yerde çalıştın mı?
Çalışmadım ; çünkü öğrenciydim. Bu işleri annem bana gördürürdü.
Burada ne iş yapacağını biliyor musun?
Bilmiyorum.
Burası sizin evinize benzemez.. Bizlere ve konuklarımıza düzgün servis yapabilir misin?
Yapabilirim. Bilmediklerimi de burada öğretirler bana.
Burada şirketin çay ocağını işleteceksin. Yapabilir misin?
Yaparım.
Bu iş oldu dedim kendime. Sevindim. Başka sorular bekledim, gelmedi.O, konuşmuyordu. Sonra genel müdür olduğunu öğrendiğim adam, beni süzüyor belki de aklından şunları geçiriyordu : Yirmi bir yaşında, orta boylu, balıketi, beyaz tenli , kestane rengi saçlı ve de öğrenim görmüş. Bizim ocak için bu kadarı çok bile. Bakarız, işimize gelirse ileride başka görevler de veririz.O, bunları düşünürken ben de merakla onu ve odayı inceliyordum. Oda çok lüks idi. Ben öylesini yalnız filmlerde görmüştüm . Adam orta yaşlarını yaşıyor. Siyah saçlı, kravatlı, ceketsiz, mülayım görünüşlü. Kendimi yarınlarda bu dekorun. Bir fügüranı gibi hissettim ve sevindim.
Genel Müdür telefonla yardımcısına talimat verir:Kız yarın işe başlasın.Bir haftalık da avans verin. Deneyelim. Sonra kararımı bildiririm size.
Ben o gün sevincimden otobüse bile binmeyi akıl edemeden eve döndüm. İstekler, emeller, hayaller hora tepiyordu kafamda.Ömrümde bir arada görmediğim kadar parayla eve dönüyordum. İlk maaşımla aldığım pastayı eve getirince gözleri yollarda kalan anneme sevinçli bir sürpriz yaşattım. Annemin, pasta denen tatlıyı unutmuştum sözü, özümden yaralamıştı beni. Babam oldu olası sevincini belli etmeyen bir adam. Babama önce pasta ikram ettik. Onun mutluluğu kaçmadan, getirdiğim paraları koydum önüne. Hepimizin, kuruduğunu sandığımız gözyaşının süzülüşünü görmek duygularımızı kabarttı; kalktım, sarıldım ve öptüm babamı. Meğer insaniyet, ongunluk ve aile mutluluğu buymuş.

Ertesi sabah iş yerimde erkenden çayı demledim, çalışanlarımızın gelmesini beklemeye başladım. Sekreter Sevgi Abla telefonla bir kahve istedi, Genel Müdür için. Elim ayağım dolaştı, çünkü kendime güvenim yoktu. Ya beğenmezse, ya davranışıma, kılık kıyafetime kusur bulursa...Aksilik bizim evde kırk yılda bir kahve pişer, onu da annem bana düşürmez. Bu bir sınav olacak benim için. Deyip kahveyi sürdüm ocağa.
O gün en şık giysilerim üzerimdeydi : Beyaz buluz ve diz üstü siyah etek, ayaklarımda çorap ve yarım yüksek ayakkabılarım... Ve elimde değerli bir tepside, mavi renkli Kütahya porseleni fincanla, Genel Müdürün kapısını açtım ve önce bir lahza durakladım, sonra masanın boş yerine fincanı ve yanında bir bardak suyu bırakıp, hafifçe selamlayarak konuşmadan çıktım.
Beklediği kahveye istekle elini uzatan Genel Müdür, önce kahvenin köpüksüz oluşuna bozulur gibi olur, ama belli etmez. Sonra bir yudum çektiğinde yüz ifadesi değişir. Genel Müdür: Anlaşılan bu kız evlerinde ya hiç kahve yapmamış, ya da onların zevk anlayışı böyle, yorumunu yapar. Fincanı almaya geldiğimde durup onun yüzüne baktım. Ödüm kopuyordu olmamış diyecek diye. Oysa o başını kaldırdı, durakladı bir an sonra olmuş, iyi iyi sözcükleri döküldü dudaklarından. Sevincimle karışık heyecanımın yanaklarıma vurduğunu hissettim. Çıkmak üzereydim sesini duydum ve döndüm. Bir dahakinin şekeri az, kahvesi bol olsun. Bir de ben kaynak sevmem. Sevgi Ablan söylemedi mi? Anladın değil mi? Kapıyı yavaşça kapattım.
Benim oldum olası kendime güvenim yoktur. Okulda da böyleydi. Patronum bana kahvesinin formülünü vermişti. Bunu aynen uyguladım. Beni yüreklendirmek için kahvesinden olsun, çayından olsun bir nefes çekince derince bir ohhh ! çeker, iyi,iyi bu seferki daha iyi derdi. Beğenildikçe sevinirdim. Kendime güvenim artar, arttıkça da işimi daha düzgün yapardım.
Bir hafta sonra Patronum benim yeteneğimi yeterli bulur ve bu nedenle yardımcısına tayinimi yapmaları için direktif verir. Yardımcı, Genel Müdüre der ki : İlk günler yaptığı kahve ve çayın bir şeye benzemediğini eminim ki siz de fark etmişsinizdi. Ama, son günlerde düzeltti. Ben yol verin gitsin diyeceksiniz sanmıştım. Genel Müdür : Ben onun yetenekli olduğunu anlamıştım. Onun için kızı sürekli yüreklendirdim. Eğer aksini yapmış olsaydım daha ilk günden bırakıp giderdi. İşte başarının sırrı burada, önce özgüven, sonra sebat
İşimi sevdim, kendimi sevdirdim ve oradan emekli oldum.

22 / 06 / 2004
URLA

11 Haziran 2004 Cuma

İçimdeki Ses

İş yerinde öğlen paydosunda telefon çalınca hep birlikte irkildik. Sevinç sokranarak açtı.
Alo !
Buyurun hanımefendi.
Sevinç hanımsınız, değil mi?
Telefondaki bir kadın sesiydi. O, Sevinci sesinden tanımış, Sevinç onu tanıyamamıştı.
Özür dilerim. Sesinizden bilemedim. Kiminle konuşuyorum
Kim olduğum, bırakın bana kalsın. Siz vereceğim habere bakın.
Buyurun, alayım haberinizi.
Sizin Akın var ya. O it, o serseri...
Bu sözler Sevinç i kurşunlanmaktan beter etti. Heyecanla tekrar ettirtti..
Akın mı dediniz? Ne olmuş ona? Ölmüç mü yoksa !
Keşke ölseydi. Bir pislik temizlenmiş olurdu. Dedi ve ekledi: EvleniyoR
Ne dediniz ! Evleniyor mu?
Hanımefendi siz kimsiniz? Bu haberinizin muhatabı kim, ben miyim? Niye beni karıştırıyorsunuz, bu işe.
Kızım ! Beni dinle. Haberi almak istemiyorsan, çöpe atıver. Korkma başka kimse sahip çıkmaz. Şaşkın kadın ! Adam şu anda evlendirme Dairesinde imza atıyor. Anladın mı şimdi.
Telefondaki kadın bizim o saatta Sevinç in yanında olduğumuzu bilerek telefon ediyor olmalıydı. Haber bomba gibi düştü ortamıza . Bilinmeyen kadın onikiden vurmuştu. Arkadaşlar paylarına düşeni almış olsalar da asıl vurulan ben oldum. Üzüldüm, yandım, tutuştum, kendimden geçtim.
Ona karşı bitmez, tükenmez sandığım sevgim, bir anda aynı şiddette bir nefrete dönmüştü. O anda ona her türlü kötülüğü yapabileceğim, hatta cinayete kadar varabilecek bir nefret uyanmıştı içimde. Oysa yapmadım. Soğuk
kanlılığımı korumak için irademle savaştım.
Evlendiği kız, Vesile adında, lise mezunu, 20-22 yaşlarında Kahraman Maraş kökenli, orta halli bir ailenin , işsiz, koca bekleyen kızıydı. Kızın belelı bir de abisi var. Adam çek senet mafyasından, içeri girmiş, çıkmış doğru dürüst bir mesleği ve işi olmayan birisi.
Vesile, Akın ile 6 ay aşk hayatı yaşadıktan sonra tutturur nikah diye. Akın ise çamura yatar. Kız bastırdıkça Akın, eskileri döker önüne. Zaten sen kız değildin ki...Kimlerle ne halt ettiysen, hesabını onlarla gör , deyince çileden çıkar. Konuyu Abisine açar. Abi bunu bir namus olayı olarak algılar. Bir gün Akın ı yalnız bulur ve tehdit eder. Ölüm korkusuyla Akın nikah sözü verir ve masaya otururlar.
Bir kadın oturuyordu salonun gerilerinde. Şık giyimli, siyah saçlı, beyaz tenli. Gözünde siyah gözlük vardı. İkide bir çantasını açıp kapatıyordu. Gergin bir hali vardı. Nikah töreni başlayınca kalktı ve içerdeki telefona gitti.

Şimdi benim yerime Vesile kocasıyla mutlu günler ( ! ) yaşarken, ben de sakin ve sade yaşantımı sürdürüyordum. Acılarımı bağrıma basmış, Cennetteki günlerim adıyla onunla çevirdiğimiz filmleri tekrar tekrar seyrettiğimde, halime bazan gülüyor, bazan hüzünleniyordum. Özlediklerim de olmuyor değildi.
Akın ın, Vesile ile evlenmesi, armızdaki ilişkileri bir daha canlanmamak üzere öldürmüştü.Hatta ben öldüğünden eminolmak için kendi beynimde onun ölüsüne üç kurşun da benden sıkmıştım. Nerden bileyim ben, onun dokuz canlı olduğunu...
Eski hesaplara dayanan bir nedenle, Akın ile bir telefon konuşması yapmak zorunda kalmıştım Keşke yapmasaydım ama, mecburdum. O, işte bunu fırsat bildi ve kullandı. Zaten onun istediği de buydu. Telefon konuşmaları bir süre sonra yüz yüze konuşmalara dönmez mi? Laf arasına sıkıştırdığı bir sözü durmadan tekrarlıyordu : Ben karımı değil, seni seviyorum. Onunla zaten zorunlu olarak evlendim. Ben seni seviyorum.

Nedense içime bir zamanlar ekilmiş tohumların çimlenme arzusunu durduramayacakmışım gibi garip bir his çöktü. Ne tuhaf değil mi? Soruyordum, kendi kendime: Hani yeminlerin, nikahı haber veren telefonu ne çabuk unuttun? Günlerce gözyaşı döken sen değil miydin? Aslında ben, onu isteyen, içimdeki o duyguya söz geçiremiyordum. O duygu, içimde beni ona tutsak etmek isteyen onun bir ajanıydı. İçimde eski sıcaklığını koruyan duygunun, yağmur bulutlarına kapılarak, bir daha yağmamak üzere, rüzgarlarla bilemediğim yerlere sürüklenip gidişini temelli gidiş sanmıştım. Oysa gitmemiş hiçbir yere; gideceği de yoktu. O anılarımı süpürüp çöplüğe atamazdım. Döner misin o eski günlere deseler hayır diyemezdim.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken biz onunla, ara verdiğimiz günlerin eksiğini tamamlarcasına yeniden başladık , kaldığımız yerden. Doğrusu artık ben de eskisi gibi kaygılı değildim. Aşk ayıp ve günah bir duygu değil ki... Çevremdeki bakışlara, söylentilere önem vermiyordum, eskisi gibi. Toplum da alışıyor, zaten. İmam nikahlı evlilikleri hoş karşılayan aynı toplum değil mi? Katlandığım en derin acılar, aşkımı içimden çekip alamadı; Vesile bile...
Ne demişler: Biri yanılmayınca, biri kazanmaz.

11 / 06 / 04
URLA

8 Haziran 2004 Salı

Oyunun Sonu

Evde ayaklarımın dibinde kediye bile hoşgörüm yoktur. Okan ayağımın dibinde, nereye bassam, nereye girip çıksam o da benimle.
Hadi sokağa ;dedim. ;Bak, çocuklar ne güzel oynuyorlar. Giydireyim, sen de çık. Ama kapının önünden ayrılma. Anlaşıldı mı
Çocukların şansından güneşli ve ılımlı bir gün. Sokak trafiğe kapalı olduğundan beri,çocukların oyun bahçesine döndü.
Arada bir balkondan onlara bakıyordum. Hepsi kendini oyuna vermiş, deli gibi oynuyorlardı. Bizimkinin de onlara kaynaşmış olduğunu görmek beni mutlu ediyordu .
Üst kattaki Sevim hanımın gelişine sevindim; baya sıkılmıştım. Birer kahve içtik. Oğlundan şikayete başladı. Gergindi. Sinirleri bozulmuş, yüzü sap sarıydı. Kahveyi içerken ellerinin hala titrediğini görmem beni daha çok üzdü. Baba bir yandan, oğlan diğer yandan , kadını cendereye almışlar. Bu kadar da olmaz ki...
Sokaktaki çocuk seslerinin hepten kesildiğini fark edince, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü bir anda . Okan aklıma geldi. Heyecanla balkona koştum ki, sokakta kimse kalmamıştı. Ayağımda terliklerle sokağa fırladım .Etrafa bakındım, kimseler yoktu. Dükkanlara sordum, kapıcılara, gelip geçene sordum. Kimseden bir cevap alamadım. Arkadaşlarıyla onların evlerine gitmiş olabilir mi, diye evlere sordum. Bir adam kucağına alıp şu tarafa doğru gittiler dedi evdeki arkadaşı.Bu kez daha da heyecanlandım. Kim, nereye, niçin? Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Umutsuz olarak eve döndüm. Sonra hepimiz koyulduk aramaya. Her gördüğümüze soruyorduk. Komşu apartmanın kapıcısının karısı: Oradan geçmekte olan bir adam, tek başına duran bir çocukla önce konuştu sonra eline yapıştırdı ve gittiler. Ben ne bileyim, kendi çocuğudur sandım, dedi.
Ne tarafa gittiler? Nasıl bir adamdı
Orta yaşlı, zayıfça , kılıksız ,başı açık birisiydi
Caddeleri, sokakları, dükkanları, arkadaşlarını ; aramadığımız yer bırakmadık; yoktu, yoktu işte...Sonunda umut ışıklarımız sönük olarak evde toplandık. Bir çıkar yol arayışı içindeyken gözüm, kapının önündeki çam ağacına takıldı.Ağacın dibinde oturan ayakkabı boyacısını aradı gözlerim: Yoktu. Ama, boyacı sandığı yerinde, ağacın dibindeydi. Boyacı daima orada oturur, çocukları da tanırdı. Peki, şimdi neredeydi? Sanki bir ipucu yakalamıştık.Zaten kapıcının karısının tanımlaması da tahminimi destekliyordu. Boyacıyı bulmalıyız diye konuşurken, polise telefon etmemiz gerektiğini düşündük .Telefondaki ses şöyle diyordu:
Alo! Buyurun.Burası polis karakolu. Ben komiser. Sizi dinliyorum
Çocuğumuz kayıp Sizden yardım rica ediyoruz.
Adı Okan mı? Evet, evet Okan. Biliyor musunuz, nerde olduğunu Çocuğunuz burada. Gelmenizi bekliyoruz.
Polis karakolunun önünde ve Okan polisin kucağında. Çocuk bizi görünce, rüzgarın salladığı dallar gibi kollarını açarak kucağıma akıverdi.Polis,duvarın dibinde çömelmiş vaziyetteki adamı göstererek sordu:Tanıyor musunuz bu adamı? Çocuğu o getirdi buraya.Evet. Tanıyoruz. Bizim mahallenin boyacısıBoyacı bizi görünce ayağa kalktı, heyecanlandı.
Davacı mısınız? Diye sordu komiser.

Evet demiş bulundum. Bizi karakolun içine aldılar. Tutanak tutuldu, sorular soruldu. Boyacı:
Vallahi kötü niyetim yoktu. Bütün çocuklar dağılınca o tek başına kaldı. Kaybolur diye düşündüm. Ya da soysuzun biri alır götürür . Olmuyor mu böyle şeyler
Boyacıya , kızgın bir yüzle bakarak dedim ki:
Bahşiş almak için yaptın bu oyunu değil mi? Neden eve getirmedin. İşte o zaman bahşişi hak ederdin.
Sizin çocuğunuz olduğunu bilmiyordum
Komiser:
Ben savcılığa yazacağım. Artık mahkemede yargıca anlatırsın. Bu gecelik misafirimiz olacaksın. Son sözü savcı söyleyecek. Haydi buyur içeriye Nezarethaneye girerken yılışık bir tavır içinde benim boyacı sandığımı içeriye alıverin. Yarın ben gelince alırım sizden diyordu


08/Haz/04
Alsancak - İZMİR