19 Şubat 2009 Perşembe

1.Ahmet oğlu Molla Mehmet kızı Emine Eroğlu

Emine Sivrihisar’da Kubbeli mahallesindeki evlerinde 1901 yılında, ailenin dördüncü ve en küçüğü olarak dünyaya geldi. Ve 1995 yılında Eskişehir’de vefat ederek, vasiyeti üzerine Sivrihisar’da Kumluyol mezarlığında, kardeşlerinin ve anne babasının yanına defnedildi.

Emine, Tüfekçizade Mehmet ile evlendirildi. Elmalı yada Balaban denen mahallede oturdular. Üç çocukları oldu. Adları şöyle: Sebahat, Nedime ve Müjgan. Emine hafif esmer, uzun boylu, düzgün vücutlu, balık etinde bir yapıya sahipti. Genç kız iken parlak pembe yanaklarıyla ve uzun boyuyla çok güzel olduğu söylenirdi. Cami yıkılmış, mihrabı kalmış misali o hep güzel bir kadın olarak gelip geçti.

Emine, üzerine sorumluluk almaktan hoşlanmayan yada sorumluluğu bir başkasına yıkmayı yeğleyen bir yapıya sahipti. O kocasını iş hayatında, kardeşleri Hatice Gülsüm gibi kontrol altına alamadı. Alamazdı; çünkü bunun için gerekli incelikleri gözden kaçırmayan bir zekası ve hissedişi olmalıydı.

Emine iyi niyetli, hep uzlaşmadan yana, müşkülpesent ve alıngan olmayan bir kişiliğe sahipti. Kimseye itiraz etmez, karşı çıkmaz, herkesten yana olurdu. O sağlıklı ve dengeliydi. 45 yaşları civarında hafif bir tüpörkoloz hastalığın yakalanmışsa da çabuk atlattı.

Emine’nin Sivrihisar’da aynı evde oturdukları kayınvalidesi İsmihan hanım ile yıldızları hiç barışmadı. Sürekli tartışma, dalaşma ve gerilim halindeydiler. İsmihan kadın son derece hırçın, geçimsiz, nezaketsiz ve kıskanç biriydi. Gelininin yeğenleri olan bizleri küçükken evine sokmazdı. Emine’nin kocası Mehmet Tüfekçi Çiftlik (Böğürtlen) köyüne yaylaya giderlerdi. Mehmet akşamları dükkanı kapatınca, şehrin arkasında bulunan yüksek kayaları aşarak Çiftlik’e gider, ertesi sabah aynı yoldan yaya olarak işinin başına dönerdi. Bu yolculuk o yaştaki insanlar için mükemmel bir antreman sayılırdı, ama bilmiyorum o insanlar ve Mehmet Tüfekçi bunun bilincinde miydi?

Mehmet’in kunduracılık yaptığı bir dükkanı vardı. Kalfası, işçileri ve kendisi birlikte çalışarak üretim yapabiliyorlardı. Biraz daha sermayesi olsa işi daha çok geliştirmek mümkün idi. Tam bu noktda kyınbiraderi Ahmet Eroğlu ona ortak oldu. Sermayeleri artırılmış oldu. İşleri beklenen gelişmeyi gösterince ortaklar, Eskişehi’e işi nakletmeyi kararlaştırdılar.

Eskişehir’de önce iki caddeye kapıları açılan büyük bir dükkan kiralandı. Muttalip caddesinde de bir ev kiralandı. Yıl 1941. Ben bu evde teyzemin yanında bir yıl kalarak liseye devam ettim. Sonra ortaklar Eskişehir’de dunpazarında Akarbaşı denilen yerde, çarşıya çok yakın ikiz evi enişte kayın herbiri 1200 liraya satın aldılar ve yerleştiler.

Emine hanım hayatından memnundu. Kızları büyüyüp serpilmeye başlamıştı. Müjgan henüz ilkokuldaydı. Okulun en gözde ve öğretmenlerin en sevdiği öğrenciydi. Nedime ev kızı, Sebahat ise Akşam Kız Meslek okuluna gidiyordu.

Tüfekçi çok iyi kazanıyordu. Eskişehir’de ikinci dükkanı açtılar. O da iyi iş yapıyordu. Tüfekçi mal almak için sık sık İstanbul’a giderdi. Bazan ben okul çıkışı dükkanda kasaya otururdum. Sonra paraları alıp eve götürürdüm. Bir defasında tam 800 lira getirmiştim. Çok heyecanlanmıştım, çünkü 1200 liraya en iyi yerden 3 katlı ev satın alınabiliniyordu. Tüfekçi zenginleştikçe içkiye başlamıştı.Zaman geçtikçe içkinin dozunu artırıyordu. Ancak evde içerdi. Evdekilere hiç zararı dokunmazdı.

O zengin olmuştu. Çevresinde dalkavuklar peydah olmuştu. Prestiji artmıştı. İstanbula gidişlerinde trenin restoranında masayı donatır, ahbablarla içki, mek, shbet.. Sıra hesaba gelince, kimin ödeyeceği belliydi; zira o hesabın ödenmesi için kimseye izin vermezdi.

Mehmet Tüfekçi uzun boylu, şişman olmayan, yeşil gözlü, dalgalı saçl, çok çok yakışıklı, bir orta yaş erkeğiydi. Bu nedenle kadınlar tarafından beğenildiğini sanıyorum. Mehmet Tüfekçi güler yüzlü, neşeli bir insandı. İnsanlara inanır ve güvenirdi. Bunun çok zararını gördü. Fakat geç farketti. Onun çevresi kalabalıktı. Her cinsten insanlar ardı. Çoğunun kafasındaki ondan birşeyler çalabilmekti.

Eskişehir’de iş gelişince bankalar da araya girdi. Kredi alınıyor, kazandıkça ödüyordu. Bankaların devreye girmesi bir bakıma sermaye sıkıntısına işaretti. Uzun yıllar tıkırında giden bir işbankaya gereksinimduyuyorsa, bunda bir anormallik olduğunu düşünmek gerekmez mi? O bunu geç düşünebilmişti.

Tüfekçi’nin işinde belirli bir muhasebe düzeni yoktu. Kendisi ilkokul mezunuydu. Hesaba kitaba derinliğine giremezdi. Büyüyen bir işin envanter ve muhasebe düzenine oturtulmadan yürütülmeyeceğini bilmiyordu. İşler tezgahtarların vicdanların bırakılmıştı. Alacak defteri allahlıktı. O defterde bir borçlu müşteri için Tayyaredeki kadın ibaresi yazılıydı. Yani Tayyare fabrikasında çalıştığı anlatılmak isteniyordu. Kadının adı yoktu, onu yalnızca kendisi tanıyordu. Mehmet işlerin kötüye gittiğini geç fark etti. Sonuçta ikinci açılan dükkan tasfiye edildi. Ama yetmedi. Talihsiz gidiş durdurulamadı. Banka borçları ödenemez olmuştu. İşte o anda bir hızır yetişti ve tüm borçları ödedi. Bu hızır kız kardeşini çok seven, ilk ortağı, kayınbiraderi Ahmet Eroğlu idi.

İş küçültülmüştü. Borçlar tasfiye edilmişti. Bu defa da mal gelmiyordu. Taze para sorunu ortaya çıkmıştı. İstanbul mal göndermiyordu. Dükkanda çeşit azaldıkça, müşteri de azalıyordu. Buna bir çare bulunması gerektiğine inanan Tüfekçi çareyi evini ipotek ederek bankadan kredi almakta buldu ve de öyle yaptı. Bir ferahlık gelmişti. Ne vardki banka faizleri yüksek geliyordu. Kazandığını bankaya yatırıyordu. Elde kalan da dükkan masraflarını ancak karşılıyordu. Elde birşey kalmıyordu.

O sanki talihsiz sonu görür gibiydi. Kimseye birşey hissettirmiyordu. Eşi Emine durumu çoktan kavramıştı. Tüfekçi bu koşullarda iyice içkiye sığınır olmuştu. Derken olan oldu; banka hacize başvurdu. Evin eşyaları götürüldü.Bu dramatik olayı en içten algılayan, büyük kızı Sebahat olmuştu. Ötekiler nede olsa henüz küçüktü.

Mahallede ve eş, dost nazarında, zenginlikten fakirliğe düşüşün tüm acısını, üzüntüsünü ve sıkıntısını aile bireyleri bağırlarına taş basarak yaşadılar. Bu oly, henüz genç bir kız oln Sebahat’in yaşmınd tamiri kabil olamayan bir tahribat yapmıştır. Çok geçmeden dükkan tamamen kapatıldı. Artık Tüfekçi emekli memur gibi evde oturuyordu. Oysa o oturabilecek bir kişi değildi. Durmadan yeni alternatifler düşünüyordu. Düşünüyordu..

Düşünceli adam henüz 48 yaşındaydı. Ama elleri titremeye, uykuları kaçmaya başlamıştı. Böyle gidemiyeceğini anlıyordu. Çareyi dine, ibadete Allaha sarılmakta buldu. İçkiyi bıraktı. Beş vakit namaz kılmaya başladı. Camiden camiye dolaşıyordu. Fakat düşünceli adama damar sertliği ve yüksek tansiyon kancasını takmıştı bir kere..

Ona, evinin yanı başında küçük bir dükkan açılmıştı. O burad tamircilikle vakit geçirsin isteniyordu. İnanılmaz bir sabır ve tevekkül ile yeni işine başlıyan Tüfekçi, patronluğunu yaşadığı günlerin hayali içerisinde, kendi yaşam muhasebesini yapıyordu. Ancak kimselere sırrını söylemiyordu.

Bankalar birinci hacizden sonr evi de satmaya kalkınca gene imdadına Ahmet Eroğlu yetişerek, bankanın alacağını ödemişti. Aylar geçtikçe damar sertliğine yenik düşen, düşünceli adam, birgün camide namaz kılarken beyin kanamasından komaya girmiş ve bir gün sonra da feleğe emanetini iade etmişti. Yaşı 51 , yıl 1955 idi.

Mehmet Tüfekçi atılgandı. İşini Eskişehir’e nakletmekle bunu kanıtlamıştı. Ancak aynı ileri görüşlülüğünü ailesi ve çocukları için gösterememişti. Orta okul ve lise evlerine 400 metre mesafede olmasına karşın onları okutmayı düşünmemişti. Çocukların okuması gerektiğini karı koca ikiside düşünmemiş ve problem etmemişlerdi.Özellikle Müjgan’ın okuması için şartlar çok uygundu. Aksine onu kuran kursuna gönderdiler. Oysa aile dindar da sayılmazdı. M.Tüfekçi kızlarının izdivacını düşünecek durumda değildi. O bu işleri karısına bırkmıştı; karısıda ağabeyine..

Sonuçta üç kızkardeş olan anneler, aralarında anlaşarak, ağabeylerinin de onayını alarak, Sebahat’ı Gülsüm’ün oğlu İbrahim’e, Müjganı da Hatice’nin oğlu İhsan’a vermeyi kararlaştırdılar. Böylece Emine, iki kızını kendi kızkardeşlerinin oğullarına vermek suretiyle rahatlamıştı.

Sabahat ve Müjgan 1966 yılında Bornova Üniversite Lojmanlarında

Nedime yeğeni Rüştü ile birlikte 2009

Emine giderek kendini dine vermiş ve sofulaşmıştı. Sonra da aklını hac farizesine takmıştı. Bu yolda ağabeyine sürekli telkinler, tavsiyeler yapmaya bşlamıştı. Sonuçta onu ikna etti ve birlikte Mekke’ye gitmek üzere uçtular.Hac yolunda Ağabey Ahmet bavulunu kaybetmişti. O buna çok üzülmüştü. Mekke’de başı açık gezmeye ve Ehram giymeye alışkın olmayan Ahmet Eroğlu, üşüttü ve şiddetli bir Tonsilit(bademcik iltihabı) oldu. İltihab hemen böbreklere geçti. Orada yeterli tedavi yapılamadı. Hac seramonisi bitti. Ağabey Adana havaalanına indiğinde, elbiselerine sığmayacak kadar şişmişti. Derhal Eskişehir’de hastahaneye alındıysa da bir daha hayır etmedi ve düzelemedi.

Emine hacı olmuş, muradına ermişti. O hacılığın verdiği haz içerisinde 1995 yılına kadar yaşadı.


Eski kuşak olan bizlerin, üzüntülerinn de sevinçlerinin de hep üstü örtülü kalmıştır. Onları başkalarıyla paylaşmak alışkanlığımız yoktur. Belli etmemeyi yeğlemişizdir. Sarılıp öpüşmeyiz. Alışkanlıklara karşı gelmek koly mı sanıyorsunuz ?

Ama gene de üzüntülerinizi ve sevincinizi paylaşacak yakınlarınız olsun diyorum. Sevginizi ve sevincinizi gösterin, onları ertelemeyin. Unutmayın, bir tebessüm bile gönlünüzde açan binlerce çiçek demektir.