22 Nisan 2004 Perşembe

47'lilerin Buluşması

ANKARA ÜNV.ZİRAAT FAKÜLTESİ 1947 YILI MEZUNLARI

Konforlu otobüsümüzle oto yolda uçar gibi giderken güler yüzlü hostesimiz ikrama başladı: çay, kahve, kola, her çeşit meşrubat...Nezaket ve kibarlık duygularıyla yüklü güzel kız yolcuların ilgi olduğunun bilincindeydi. Böyle hostesler sadece hava yollarında olur sanırdım. Meğer modern hosteslik hizmetleri gök yüzünden yere de inmiş.

Yolculuk Alanya ya . İzmir den Alanya 600 Km. Böyle uzun bir yol ancak böyle koforlu bir otobüsle göze alınabilir. Hele yolcular bizim gibi 75 lik iseler.

Bizler 55 yıl önce aynı sınıflarda 4 yıl birlikte öğrenim görerek hayata atılan ziraat mühendisleriyiz. Fakültedeyken bir sınıfta 100 kişiydik. Şimdilerde ayaklarımız yere istediğimiz kadar sıkı bassa da onları bir kaydıran var. Artık kaygan zeminde yol alıyoruz. Kaydık, düştük ve bu yıla 61 kişi gelebildik.

Mezun olduktan 55yıl sonra ilk buluşmamızı Kuşadası nda gerçekleştirdik. Bu buluşmamızda heyecanın da mutluluğun da en yoğununu yaşamıştık. Kaderin cilvesi, bazılarımızın siması belleklerimizden hepten siliniş ; tanıyamadık birbirimizi. Zaman tüm hünerini acımasız biçimde simalarımızda göstermiş. Ellişer yılı sırtımızda taşıtan kader, şimdi geçmiş karşımızda alay edercesine gülüyor, çocuksu hallermize.

Bir hafta sonra, doyamadan ayrıldık Kuşadası ndan Sonraki yıllar: Çeşme ( 1999 ), Marmaris ( 2000 ), Fethiye ( 2001 ) ve Alanya ( 2002 ) ağırladı bizleri. Ülkenin dört bir yanından kalkıp gelen arkadaşlarımızla bu yıl da Alanya da buluşuyoruz.

SSevinçli buluşmayı hayal ederek gidiyorduk. Arkadaşlar gazetelerini bitirmişler, birbirleriyle şakalaşıyorlar, gülüşüyorlardı. Erkekler konuşmaların dozunu gittikçe artırarak, muhabbet batağına saplanıyorlardı. Böyle olur kuşkusuz; bir araya gelince, bir arada çoğaldıkça seslerini yükseltirler

Oto yolda Aydın a doğru koşuyoruz. Oto yolun vazgeçilmez güvencesi, rahatı ve konforu, klimanın nimetleri bulara eklenince, gel keyfim gel...

Bu yollar beni iyi tanır; kaç kez geçmişim burslardan. Eski yolları, eski araçları anımsarken, alaycı mizahımla gülüyorum eski günlere şimdi. Neydi o günler? Külüstür, bakımsız, hurda otobüslerle 4-5 saatta alırdık bu yolları. Bu gün ise elimdeki kahvem dökülmeden 1,5 saatta.
Aydın a doğru yol alırken otoyolun refüjine dikilmiş kilometrelerce uzayıp giden, sarı çiçekli bir süs bitkisinin eğilip kalkan dalları sanki bizi selamlıyordu. Gözlerimi sarı çiçeklerden bir an bile ayırmazken, bir zamanlar bulunduğum Tahran Elbruz arasındaki oto yolun refüjünde yol boyunca yetiştirilmiş rengarenk gülleri hayranlıkla izlediğimi anımsadım.

Gidiyorduk kilometreleri yutarak uzakta görünen Aydın ın apartmanlarına doğru. . Solumuz gümüş renkli bir orman, yalnız zeytin ağaçlarından oluşan. Sağımız gene zeytin ve incir bahçeleri. Bakımlı, verimli zeytin ağaçları dağların eteklerinde, dağa tırmanmayı çam ağaçlarına bırakmışla

Dağlar dağlar...Yol boyunca birbirine ulalı dağlar. Mor renkli ufuklardan ovaya günrşi salıveren Aydın Sıradağları. Mavi gök yüzünden yayılan sıcak gün ışığı, kıştan kalmış, soğumuş kemiklerimi ısıtıyor.

On, oniki katlı renk renk boyalı, beşi onu bir arada modern apartmanlar, izmir ile yarışa çıkmış sanki. Otobüsümüz Aydın ı hızla geçti. Adnan Menderes Bulvarı nın levhasını ancak okuyabildim.Yaa ! Sarı Zeybek? Efelerin ölümsüz anısına dikilen Sarı Zeybek anıtının karşısına geçip, geçmişi hayal etmek, onun şahsında, Aydınlıların emperyalizme, zulme karşı vatan topraklarını korumak için gösterdikleri direnme azmini ve kararlılığını içten duymak isterdim. Aydınlının efelik ruhunun Sarı Zeybek in şahsnda sembollenişini hissetmek isterdim. Oysa oraları uçar gibi geçtik.

Hala ayni iklim, ayni torak ve ayni coğrafyada gidiyorduk.
Güneş bu gün görevini tamamlamış gibi bulutların arkasına çekilirken, yağmur taneleri cama vurmaya başlamıştı. Önce bir damla yapıştı cama, sonra ikinci ve üçüncü damlayla buluşunca, hepsi birden kayıp gittiler. Sonra yenileri. Önce asfalt ıslandı, sonra toprak. Yapraklardan kayan damlalar toprağı doyurunca seller, su basmaları ve heyelanlar...İşte hepsinin nedeni o ilk damlaydı..

Yaz bulutu çekip gitti.. Güneş kızmış gibi bulutun yaptıklarına, onun ıslattığı yerleri kuruturken biz, Nazilli ye doğru yol alıyorduk.. Doğa, aynı doğa. Menderes nehrine doğru pamuk tarlaları, beyaz çarşaflı yorganını çekmiş toprağın üstüne. Yollarda tek tük traktörler ve direksiyonda yarınların aydın ve zengin köylüleri. Güneşten korunmak için başlarında poşu sarılı, Sarı Zeybek in efeleri tarlalarda. Kiminin elinde kürek, kiminde tırpan, çapa, ve orak...Bir karga sürüsü üstlerinde. Kargalar ne kadar da çok birbirlerine benziyorlar. Bunlar birbirlerini nasıl seçerler acaba? Yanılmadıklarına bakılırsa onlarda insanlarda olmayan bir üstünlük olmalı. Onların insanlardan daha toplumcu olduklarına inanıyorum. Hiç değilse kendilerince bir neden uydurarak birbirlerini öldürmüyorlar. Oysa bazı yazarlar kargayı, ağzındaki peyniri kurnaz tilkiye kaptıracak kadar aptal tanıtırlar. Karganın akıllı ve cesur bir kuş olduğunda hiç kuşkum yok.

Bir Titrek kuşu havada ve olduğu yerde kanatlarını titreterek duruyor. Kargaları denetliyor olmalı. Ama, yaklaşamıyor onlara. Kim bilir aklından neler geçiriyor... Şimdi eşi de geldi yanına.
Otobüsümüz Sultanhisar a doğru hızla yol alırken, önümüze aniden fırlayan bir sincap yüzünden sürücümüz ani bir fren yaptı. Yüreğimiz ağzımıza geldi sanki. Zavallı hayvan atikliği ve çevikliği sayesinde ezilmekten kurtuldu ve soluğu büyük çam ağacının dallarında aldı.Sultanhisar da incir, üzüm, zeytin gibi ürünlein yanında portakal bahçeleri de görmeye başladık. Portakal bahçelerini de geride bırakınca, artık B.Menderes vadisinin sonuna geldiğimiz bitki örtüsünden anlaşılıyordu. Yol kentin kıyısından geçtiğinden Nazilli yi yeterince göremiyoruz..Ama çatılara yerleştirilmiş güneş enerjisi tesisleri hiç hoş görünmüyordu.

Şimdi yeni bir iklim alanındayız.. Burada ne zeytin, ne de incir ağaçları var. Çünkü burası İç Ege Dağlarda çam ağaçlarının yerini, maki denilen ve Akdeniz ikliminin göstergesi olan, kısa boylu ağaççıkların aldığını görüyoruz.. Bu görüntülere dalmışken kendimizi Denizli nin varoşlarında bulduk. Bir dağın eteğinden başlayıp, ovaya yayılarak süren ve tarım topraklarını altına alan bir kent.

Kente girişte, yolun sağını solunu kapsayan sanayi çarşısı dışardan gelenlere hiç de hoş görünmüyor. Çirkin görünüşlü, basit evlerle kente girişi bağışlamadım. Kent merkezinden çevreye doğru yeni açılmış, henüz ağaçsız ve binasız geniş bulvarlar, parlak geleceğin habercisidir. Denizli geleceğe yatırım yapıyor.

Kentte bir meydanda kentin amblemi olan ünlü horozun heykelini gördük. Müjdeci horozun anıtını, öncülüğün simgesi olarak algıladım.. Horoz, karanlıkların sona erişinin habercisidir.
Otobüs durunca bir restoranın önünde kaptan yemek molası verdi. Restoranın adı büyük harflerle yazılmıştı. Restorana modern bir imaj kazandırılmak istenmiş. Her tarafa boy boy mantar resimleri asılmış.Geniş bir alanı kaplayan, tavanı ahşap kaplama, güçlü kalas makasların taşıdığı çatının altında onlarca masa ve yüzlerce sandalye. Yeşillikler arasında ve ana yollardan birinin üstünde. Tek tip giysili garsonları var. Köylerden tutup getirilen, garsonluk öğretilmeden hizmete sokulan yakışıklı delikanlılar. İnsan garson elbisesi giymekle garson olamıyor ki...
Neden mantar lokantası? diye soruyorum garsona.
Mantar yaparık da ondan” diyor.
Sırf muziplik olsun diye soruyorum, işte:
-Spesiyaliteniz mi?
-Hayır. O dediğini yapmıyoruz. Bizim aşcıbaşı yabancı yemekleri bilmiyor..Onun için ya ızgara yaparık, ya da mantar.”

Bir kedi geldi ayağımın dibine. Yüz bulsa masaya çıkacak. Alıştırmışlar. Çok anlamlı bakıyordu yüzüme. Galiba garsonun anlamadığını o anlamıştı. Izgara iste diyecek gibiydi..

Bitmek bilmeyen dağlar arasında, dar vadilerde, çizgi gibi incecik yollarda gidiyorduk. Gördüğümüz manzara, karakuşun yuva yapmak isteyeceği, dorukları ak dağlar arasından bizi güneye çeken yolboyunca biri yerini diğerine bırakan manzaralardı Arada bir , bir dağın eteğinde, o dağa yapışmış gibi duran köylere hayran hayran bakıyor, oralarda yaşayanların dünyalarını anlamaya çalışıyordum.

Dağları geride bıraktığımızda bir ovanın başlangıcındaydık. Tarlaları su basmış, göl gibi olmuş. Bu sular ne zaman çekilecek de köylü tarlasını ekecek? Bir başka tarlada köylüler şen şakrak çalışıyorlar., galiba pamuk ekiyorlar. Bir traktör bekliyor tarlanın anında; eskiden atların öküzlerin beklediği yerde.

Leylekler de gelmiş. Şehirlerde haberimiz olmuyor, ilkbahardan, doğadan. Haberimiz olmuyor leyleklerden, kuşlardan, kelebeklerden. Haberimiz olmuyor, kır çiçeklerinin bizler için sunduğu güzelliklerden, doğanın yaptığı çağrılardan davetlerden Otobüsün içindekilere bakıyorum, ya uyuyor, ya da uyumaya çalışıyor.Konuşan tartışan, nutuk çekenler geride kaldı. Kitap da okumuyor insanlarımız. Okumayı milletce sevmiyoruz. Kıtap taşımanın külfetine bile katlanamıyoruz.

Tarlada çalışan kadın arkadaşlarının usangaçlığı gitsin diye türkü dinletiyor yanık sesiyle. O türküsünü dağlara , taşlara, otlara ağaçlara adıyor. Onlara ninni söyler gibi. Bu türkü sitem doluydu : güneşe sitem. Güneşin kendilerini daha mevsim başında kavurduğunu, oysa kendilerinin kusuru olmadığını, tek isteklerinin vatan bildikleri bu topraklarda yaşamak istediklerini, bu ovada henüz taze ve körpe olduklarını, eğer güneş kavurmazsa, kuraklık vurmazsa güzel kalacaklarını söylüyor, birbirlerinden medet umuyorlardı. O türküye bizler de kulak tıkayarak geçtik, gittik; yıllar boyu olduğu gibi..Hala gidiyorduk konforlu otobüsümüzle ve de sunulan ikramlarla, nice tepeleri akbaşlı dağları geride bırakarak, hep mor ufuklara doğru Acıpayam ovasına gelindiğinde, dağın, taşın badem ağaçlarıyla süslendiğini gördük. Bunları seyre doyamadan yeni bir ovaya ulaştık: Tefenni ovası.

Başta şeftali ve kaysı olmak üzere, armut, erik ve kiraz gibi meyvelerin modern teknikle yetiştirildiği plantasyonları izledik yol boyu. Bu ovada sanki ürün yerine servet fışkırıyor topraktan. Burası kültür mantarı üretimi için de en uygun doğal koşullara sahip.

Üstüme yıkılacakmış gibi duran yeşil örtülü, ak başlı dağların sergilediği peyzaj güzelliğini görebilme koşuluyla izin verdiği geçitlerden geçerek Korkuteli ilçesine ulaştık. Doğanın kucağına eğilerek, bükülerek acayip şekiller almış yüzyıllık ağaçların heybetli duruşları, sanatçılara ilham veren şekilleri, renk zenginliği, yollarda, evlerle, akar sularla bütünleşerek, anlamlı ve zengin peyzaj oluşturan, doğanın sitem yüklü sözlerini esen yel, kulaklarıma ulaştırdı..Ditordu ki o sitem yüklü ses: Ey şairler, peyzaş mimarları, ressamlar, heykeltraşlar neredesiniz? Sizlerin yolunuz buradan geçmez mi? Bu güzellikleri algılayabilen, yudum yudm içerek sarhoş olan, haz duyan, kaç kişi var acaba ? Doğa haklı değil mi sanatçılara sitem etmekte.

Korkuteli bir cennet. Yeşillikler arasına saklanmış, nazenin yüzünü bir açıyor, bir kapatıyor. Güzel ve şirin evleri, geniş caddeleriyle sevimli bir kent..Denizli üzerinden gelen bir yol ile Burdur üzerinden gelen yolların kavşağında..

Sağımızda gördüğümüz yüksek, sivri ve karlı dağların arkası Antalya. Gördüğümüz dağlar ise 3070 m yüksekliği olan Bey Dağları ile Yanartaş Dağlarıdır. Bu dağlar Antalya ya kuzeyden gelen serin rüzgarları keserek Antalya nın sıcak ve nemli olmasına yol açar.

Otobüsümüz Antalya oto garında çok kısa bir mola verdi. . Evvelce

Balık Aldı Götürdü

İkisi de birbirine ilgi duyuyordu; bu sayede yakınlaştılar. Bir yolculukta tanışmış, tanışıklıkları kısa sürede arkadaşlığa dönüşmüştü. İçten ve candan arkadaşlık. Cep telefonuyla haberleşmeler ilişkilerini ısıtırken, hafta sonu gezileri de samimiyetlerini derinleştirmiştir. Kız, zengin sayılan bir ailenin biricik kızı. Genç yaşta özel bir arabaya kavuşunca, çevresi ona dar gelmeye başlar. Gerçi ona güzel denemezdi. Bunu kendisi de biliyordu. Ama uzun boylu oluşu, bu eksikliğini gideriyor, göz dolduruyordu. Kız, biraz dik başlı ve sözünü çekmeyen, biraz da açık sözlüydü. Adı: Pınar, yaşı: 24, üniversiteyi bitireli bir yıl olmuştu.
Bir akşamüstü bir çayevinde buluşurlar. Bir şeyler yiyerek çay içerken der ki Pınar:
Ben burada yüksek yapmak istiyorum. Bu nedenle okuduğum okuldan bitirme belgelerimi almaya gideceğim. Yalnız yola çıkmak istemiyorum. Bir bakıma daha acemi sayılırım. Bana eşlik eder misin?”
Çok isterim der oğlan. Ama, izin sorunu var.
Evden mi, iş yerinden mi
İkisi de. Eve bakma, asıl iş yerinden. Gayret edeyim bakalım
Oğlanın adı: Hakan. Yaşı: 27 ve bekar. O da ünlü bir üniversiteyi bitirmiş Orta halli bir ailenin ortanca oğlu. Uzun boyu, gür saçları ve sert görünümüyle, belli etmek istemese de Pınar ın beğenisini kazanmıştır.
Hakan iş yerinden izni koparınca Pınar a telefonla bildirir. Ve program başlar.
Öğleyin çıktıkları yolculukta akşama doğru, yağmur yağarken varırlar oraya. Otele inerler ve odalarına çıkarlar. Kapıyı kapatınca oğlanın ilk gözüne çarpan, odadaki çift kişilik yatak olur. Bu görünüm onun heyecanını artırırken, bir söz aklına gelir: Dört duvar içinde hiçbir şey günah ve sakıncalı değildir. Kıza yaklaşır, yakalayıp atar yatağın üstüne. Öpüşürler ... Sonra yemeğe inerler. Pınar, yemekten sonra yorgunluğunu öne sürerek gece dişa çıkmamayı yeğler. Hakan da buna uyar.
İkisi de ilk kez birlikte bir gece geçirecekler. Bu sıradan bir gece olmayacak elbet. Onun için ikisinde de saatın yelkovanıyla yarış eden bir heyecan benliklerini sarmaya başlar.
Saat 23 . Teklif Pınar dan gelir :
Bakıyorum, yorulmamışsın.
Ben araba kullanmadım ki....der. Yorulayım.
Öyleyse...
Öyleyse yatalım.
Yatak odasındalar. Soyunurlar. Önce Pınar. Sadece çamaşırlarıyla kalırken, loş ışıklar altında, Hakan ın aç kurt gibi bakışlarına hedef olur. Her ikisinde de libido duygusu yükselir. Hakan çırıl çıplak kendini yatakta bulur. Ama utangaçlığı Pınar ı çekingen kılar. İki çıplak vücudun dokunmasından doğan haz ve zevk, gemi azıya almış at örneği dizginlenemez. Hakan şaka yollu sorar:
Hani, yorgundun?
.............................. Loş ışık sabaha kadar yanar. Maçın ikinci yarısı, ikinci güne bırakılır. Üçüncü gün ise belgeler çantada, dönüş yolundalar. Huzur ve mutluluğun büyüsü onlardan başka cici arabalarına bile sinmiştir. Ancak bir kötü rastlantı onların rahatını kaçırmaya yetmiştir. Rastlantının böylesi görülmüş şey değil. Hakan ve Pınar otel odalarının kapısından çıkıp, kapıyı kapatırken, bitişik odanın kapısı ayni zamanda açılır, oradan da Pınar ların çok yakın aile dostları olan Gülten ler karı koca çıkmazlar mı? Pınar:
A !... Gülten teyze diye bir çığlık atar ki... İkisi de şaşkına dönerler. Gülşen hanım kaş göz hareketleriyle Hakan ı göstererek:
Nişanlın mı, sözlün mü? diye sorar.
Kız , şakaya dökerek:
Ne sayarsanız, artık, der. Bizimkiler duymasın olur mu?

Temmuz ayı yaşama ağılığını koymuştur. Terin sel gibi aktığı insanların kaçmak, saklanmak için serin bir kovuk aradıkları ay temmuz. Bu ayın etkisi , hızı, şiddeti bir denizlere, kıyılara kumsallara geçmiyor. Geçmiyor ki, buralar insanlarla dolu. İpini koparan serin sulara atmış kendini.
Aralarında telefon konuşmalarının, iletilerinin sonu gelmez.. Söylenenler hep ayni sözcükler, aynı tümceler. İkisinin de açlığını çektiği işleri ve tatlı sözleri anlatan söz dizeleri.
Pınar der ki telefonla:
;Biz yarın denize gidiyoruz. Gelmez misin?
Her zamanki plaja mı?
Evet.
Sizinle mi geleyim?
Oğlum ! Senin adama kastın mı var.
Şaka yaptım, şaka. der. Gelirim elbet..

Kumsalda, ayakları suda, güneşe poz veren, bikinili uzun boylu bir kız. Bu pozunu ABD nin Ohio eyaletinin mısır koçanlarının reklamını yapan mayolu kızın kartpostalından kopya ettiği belli .Kız çevresine bakıyor. Boynunu güvercin gibi arkaya kadar çevirerek birini arıyor. Gözü yollarda. Kimi dersiniz?
Denizin 40 m açığında iki insan başı sularda inip inip çıkar. Yüzleri görülmüyor ama, bunlar, onlar. Oğlan yan yoldan gelip, denize dalar. Kızın yanına gelir; kimsenin dikkatini çekmeden
Öğleden sonra arkadaşım gelecek botu yla. Botunu bana bırakacak. Gezeriz değil mi
Gezeriz. Motorlu mu?
Yok canım, kürekleri var kıyıdan oldukça açılırlar Pınar merakla sorar:
Şu görünen yerler nedir?
Bir nevi mağara., deniz oymuş..
Haydi yüzerek gidelim o tarafa yakından gör.
Varırlar mağaranın ağzına. Kız korkar. Giremez, dönerler. İskele başına yaklaştıklarında Hakan der ki:
saat 6:oo da ben botla iskele başına geleceğim. Beni görünce gel. Seni az ilerden alırım. Tamam mı?
Tamam tamam, haydi şimdi sen çık önce, ben sonra çıkarım.

Saat 6 : oo ve denizde bir bot ile açılan iki kişi. İstikamet mağaralar. Uzakta akşamın doyumsuz manzarasını seyre dalarlar bir süre. Güneş erken paydos etti bu gün, tepenin arkasında onu bekleyenlere gitti. Onun bıraktığı yeri loş bir karanlık işgal etti.

7 Nisan 2004 Çarşamba

Öğretmenin Cesareti

Yüksek öğrenimimi bitirince Ağrı il merkezinde bir okulda öğretmenliğe başladım. Doğma büyüme Ağrılı değilim. Meslek kariyerimin daha başındayken, sevgi sıcaklığı ve şefkat duyarlılığıyla ellerime emanet edilen fidanların gün be gün serpilip gelişmekte olduklarını gördükçe içime mutluluk doluyordu. Mutluluk rüzgarlarının içimde esmeye başladığı o günlerde, gurbette çok gereksinim duyduğum, genç bir erkek öğretmenin sıcak ilgisine karşı duramadım.
Çok geçmedi onunla evlendik.

Her şey yolunda gidiyordu. Bir de baktık ki, onun askerliği gelivermiş;Urfa Jandarma Birliğine gönderdiler.

Ağrı da yalnız kalmıştım. Çevreyle olumlu ilişkilerim yalnızlık ve de hasretlik duygularımı bastırmaya yetmiyordu. Kocamla aramızda karlı dağlar vardı: Aağrı nire, Urfa nire? Sonunda saya saya bitirdik o bitmeyecek sandığımız günleri.

Şimdi de kocam için Bakanlıktan gelecek tayin emrini bekliyorduk. Geldi gelmesine de, Eskişehir Valiliği emrine verildiğini öğrenince bir kez daha sarsıldık. Dilekçemiz dikkate alınmamıştı, demek.

Karı koca göçebeler gibi birimiz bir yerde, öteki başka bir yerde. İkimizin aynı yere tayinin hiç mi olanağı yoktu?

Araya koymadık insan bırakmadık: siyasıler, partililer, zenginler... Olmadı olmadı.

Bir gün kader beni bir vali ile tanıştırdı. Sonra o valinin Devletin zirvesinde bir göreve getirildiğini öğrenince sevindim. Ankara ya giderek onunla yüz yüze görüştüm. O, uzun boylu, üçgen yüzlü, uzun burunlu, enine boyuna bir adamdı. Ona sorunumu anlattım. Bakandan benim için bir randevu almasını rica ettim.

Çok geçmedi alınan randevu bana bildirildi.

Randevu avucumun içinde, büyük bir heyecanla yeniden Ankara ya koştum; soluğu Bakanlıkta aldım. Özel Kalem Müdürüne randevumdan söz ettim. O saatta bakanın önemli bir toplantı yapmakta olduğunu öğrendim. Kır saçlı, şişman adamlar, şık bayanlar koltuğunda dosyalarla girip girip çıkarken geçen her dakika huzurumun kaçmasına neden oluyordu. Görüşme umudum gittikçe azalırken, içerden her an bir çağrı bekliyordum. Odaya girip çıkanlara bakılırsa çağrılacağım yok gibiydi. Özel Kalem Müdürünün yüzüne baktım. Adam anladı ve konuşmadan omuzlarını silkti; tıpkı çocuklar gibi. Ve avuçlarını açtı Benim randevu defterimde adınız yok der gibi. Bakan şimdi Meclise gidecek. Vakti yok. Sizi kabul edemez demez mi?

İster misin bütün gayretlerim boşa gitsin.

Zor anlar, en süratli alternatif çözümler üretilen zamandır. O anda kafamda bir şimşek çaktı. Bir kağıda adımı, görevimi, iş yerimi yazdım. Arka yüzüne de kendisinden benim için randevu alanın adını ve saatını. Pusulayı müdüre uzattım. Bunu bakana verir misiniz? dedim. Müdür almadı; Bakan bana bir talimat vermedi diye. Bir an durakladım. Derin bir nefes aldım. Cesaretimi topladım. Özel Kalem Müdürünün yapamadığını ben yapmaya karar verdim. Bakanın odasına yönelip, kapıyı açtım. Müdür arkamdan seslendiyse de aldırış etmedim. Kararlılıkla Bakanın yanına vardım. Başta Bakan olmak üzere herkesin bakışları üzerimde yoğunlaşırken çok heyecanlanmıştım. Kağıdı Bakanın önüne koyup, konuşmadan odadan çıktım.

Beş dakika sonra toplantı sona erer, içerdekilerle Bakan da dışarı çıkar Ben çekip gidecek sanmıştım. Göz göze geldik. Bana yöneldi, elimi tutup, odasına çekip götürdü. Bakan, kocaman, dazlak kafalı, oturduğu koltuğu dolduran, şık giyimli, biraz sert görünümlü bir adamdı.Çok konforlu ve zevkli bir çalışma odası vardı. Beni kibarca kabul etti. Yirmi dakika dinledi. Kendisi pek konuşmadı sayılır. S onunda Özel Kalem Müdürünü çağırıp, benim de Eskişehir Valiliği emrine verilmem için gerekli direktifi benim yanımda verdi.O an öyle rahatlamıştım ki anlatılmaz.

Bakan ayağa kalkınca ben de kalktım. Elimden tuttu ve sözleri bitene kadar, minik elim onun avucu içinde yüreği çarpan bir serçe gibiydi. Bana dedi ki: Bir bakanın görüşmesini kesmek için yürek ister. Anladım ki sende bu yürek var. Her şeyi göze alarak cesaretini kullandın. Unutma ki, insanların başarısı için inançlı olmaları yetmez. İnancı cesaretle güçlendirmek gerekir.Cesaret, inancınız doğrultusunda harekete geçme seçeneğinizi verir. Cesaret her yerde en güçlü öncelik ve üstünlüktür. Meslek yaşantınızda bu sözlerimin senin yolunu aydınlatmasını umut ederim. Sen de bu fikri öğrencilerine aşılamalısın.

O heyecanla Eskişehir e koştum ; kocama müjdeyi vermek için. Trende giderken kafamda iki çeşit senaryo oluşturdum:

Senaryo I. Bakanla olan görüşmemizin olumsuz sonuçlandığı. Ama bu 24 saat sürecek bir aldatmacaydı.

Senaryo II. Elde ettiğim başarılı sonuç.
Birincide o çok üzüldü. İkinci gün ikinci senaryoyu anlattığımda ise inanamadı ve sonra sevinçten, şaşkınlıktan deliye döndü, dünyalar kadar sevindi.
Eşime böyle bir şaka yapmam da bir cesaret ürünüydü.

7/ 4 / 2004
Sivrihisar