20 Ocak 2009 Salı

Annem Gülsüm Eroğlu Karaca (1898 - 1991)


Gülsüm 1898 yılında Kubbeli mahallesindeki evlerinde dünyaya geldi. Annesi Kıyık’lardan Kezban, babası Askeroğlu’gilden Molla Mehmet’idi. Babası onu küçükken Sıbyan (okuma yazma, din bilgisi ve aritmatik öğretilen 4 yıl süreli ilkokul) mektebine gönderdi. Küçük yaşta halasının oğlu Fevzi ile nişanladılar. Fevzi askerliğinin 6 yıllık ilk bölümünün bitirip döndüğünde evlendiler. Yıl 1921.

Bir yıl sonra seferberlikle beraber Kurutuluş savaşı için yeniden askere alınınca Gülsüm bir kez daha asker yolu beklemeye başladı. Ta ki 1922 yılına kadar.

Evlilikten ilk çocukları olmuştu. Adını Akif koydular. Ancak Akif çok yaşamadı ve 1924 yılında öldü. Sonra İbrahim doğdu (20 Nisan 1925). Sonra da sırasıyla Rüştü (1928-1954) ve Muzaffer Kadir(1929) doğdular.

Gülsüm uzun boylu, balık etinde, düzgün vücutlu, siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Kafa ve yüz şekli aynen bana benzerdi. Burun yapısı da benimkine benzerdi. Kafa yapımız genetiksel olarak dominant olup anneannem den Kıyıklara dayanır.

Gülsüm çok sakin , sabırlı, dengeli, stresse dayanıklı, olur olmaz şeylere pek aldırmayan, biraz gamsız bir kişiliğe sahipti. Onu sinirli hiç görmediğimi söyleyebilirim. Kendisi ziyadesiyle iyimserdi, çok yardımseverdi. Çok çalışkandı.

Annem pek üşümezdi.Sağlığı oldukça iyi decam etti. Fakat gelini Cihan, ‘ellisinden sonra soğuk algınlığı ve gripal hastalıklara sık yakalanırdı ‘ derdi.

Gülsüm hanımın göz problemi erken başlamıştı.Henüz kırk yaşındayken gözlerinde katarak oluşmuş ve görme sorunu başlamıştı. Bir diğer problemi ise yaşlandıkça ağırlaşan işitme engeliydi.

Annem 1956 yılında Hypoglisemi (şeker ve insulin metabolizmasında düzensizlik) oldu. Tedavi için İstanbula’a götürdüm. Bacanağım İhsan orada ihtisas yapıyordu. Onun aracılığıyla ünlü cerrah Prof.Dr. Kazım İsmail Gürkan tarafından annem ameliyat edildi. Ameliyat odasından çıkan doktor, hiç te iyi olmayan şeyler söyledi. Doktor alınan parçanın biyopsi yapılmasını istemişti. Bir özel laboratuarda incelemesini yaptırdık. Maalesef sonucun kanser olduğunu söylemişlerdi.

Üzülerek Sivrihisar’a döndük. Dr.İhsan özel laboratuardan aldığımız kanser yazılı raporu dr. Gürkan’a götürünce, hoca emin olmak için birde patoloji hocası prof.dr Besim Turan’a verelim ve o baksın demişti.

Dr.İhsan bey elinde örnek ile patoloji laboratuarına gittiğinde Besim beyi bulamamış, hademesiyle karşılaşmış. Ona isteğini söyleyince, Hademe ‘izin verirsen örneğe önce ben bir bakayım’ der. Dr. İhsan şaşırır. Bı sırada Hademe örneği alır ve mikroskoba yerleştiri, inceler ve sonra başını kaldırarak Dr.İhsan beye’ Bu örnek adi bir iltihap’ der. Hatta Hademe incelediği örneğin hastanın pankreasından alınmış bir parça olduğunu da ekleyince bizim Dr. İhsan ‘Doktorluk bu kadar mı ayağa düştü’ diye hayretler içinde kalır. Örneğin prof.dr. Besim Turan tarafından incelenmesini isteyen Dr. İhsan bey oradan ayrılır. Üç gün sonra sonucu almak üzere geldiğinde Besim beyin raporunda yazılanların daha önce hademenin söylediklerinden farklı olmadığını görünce , hademe gözünde o kadar büyümüş ki , sevincini bile gölgelemişti.

Prof.dr. İhsan Sarkardaşoğlu’nun teyzesi Gülsüm Karaca bu olaydan sonra 40 yıl daha yaşadı.

Bir zaman geldi ki Gülsüm-Fevzi çifti, ekonomik gidişatlarını sorgulama gereğini duydular. Ve kendilerine şu soruyu sormaya başladılar:
‘Biz kime çalışıyoruz? Neden boğaz tokluğuna çalışıyoruz?

Karı koca çok çalışmaların karşın cepleri para görmüyordu. Ahmet efendiyi (ağabeyleri) zengin etmişlerdi. Bu daha ne zaman kadar böyle gidecekti? Sonuçta içgüveysi statüsününe son verme kararı aldılar. Kuşkusuz Ahmet Efendi bunun altında yatan gerçeği anlamıştı.İtiraz edemedi. Gerçekte Ahmet Efendi ayrılmayı istemiyordu. Ancak mahkumdu.

Olan oldu …1945 yılında ayrıldılar.

Babasının ölümünden sonra, tek mirasçısı durumunda olan Fevzi’ye kalan mal ve mülkün hesabını bilmiyoruz. Ancak onun bir miktar altın sahibi olduğunu biliyoruz. Bu altınların onun satılan mal ve mülkünün karşılığı olduğunu sanıyorum.

Fevzi’nin dayısı(sonra kayınpederi) söz konusu altınları ‘Yetim hakkı’ diyerek korumuştu. Sonraları bu altınlarla onlara bir ev satın alınmıştır. Kurşunlu mahallesi Hamdi Baba sokak 2 numaralı bu ev Fevzi Karaca’nın altınlarıyla alındığı halde neden Gülsüm’ün üzerine tapu edildiği hakkında bir bilgiye sahip değiliz.

Fevzi-Gülsüm çift, Yavşan’da ise babalarının eski evlerinde yani 22 numaralı evlerde oturmuşlardır. Bu evde Gülsüm’e babası tarafından verilmiştir.

Adı geçen çift, ağabeyisinden ayrılmakla ekonomik özgürlüklerine kavuşmuşlar sada mal varlığı yani sermaye birden yarıya düşmüştür. Ne var ki artık kendi arazilerinden ve davarlarından kendileri sorumlu olurken, Efendi davarlarının tümünü o yıl ortakçıya verdi. Ahmet Efendi davar ortakçılığını 1956 yılına kadar devam ettirdiysede çıkan bazı sıkıntılar nedeniyle sonra hepsini satarak bu işe son vermiştir. Ahmet bey tarlalarını da aynı şekilde ortakçıya işlettirmiştir.

Ailelerin ayrılma olayı Ahmet Efendi’yi sarsmıştır. Kendisi ve eşi köyü zaten yürütemezdi. Biri devlet memuru diğeri köyü sevmeyen ve istemeyen, köy işlerinin üstesinden gelebilecek yeteneklerden ve arzudan yoksun biriydi.

Ayrılık geç bile kalmıştı. Çünkü Ekonomi ibresi Fevzi’nin aleyhineydi. Eğer kazançları hakça bir paylaşım olsaydı, birlik yürürdü. Birliktelik her iki taraf içinde adil olmalıydı. Çok akıllı olan Efendi, bu gerçeği ve denge bozukluğunu görmüyor olamazdı. Ancak kız kardeşinin ve eniştesinin içinde bulundukları koşullara mahkum olduklarını düşünüyor olabilirdi.

Ayrılmalarından 5 yıl sonra Ahmet Eroğlu kendisine ait olan bir dükkanı kız kardeşi Gülsüm’e verdi. Böylece geçmişe ait bir haksızlığı telafi etmek istemiş, sanki borcunu ödemişti..

Adı geçenlerin oğlu 1.Rüştü askerden dönünce ona bu dükkanda bir işyeri açtılar; hırdavat ve inşaat malzemeleri satacaktı. Askeroğlu Ahmet borç para vererek Rüştü’yü hep desteklemiştir.

1.Rüştü’nün 1954 yılında bir trafik kazası sonucunda ölmesi üzerine dükkan ailenin küçük oğlu Kadir’e geçmiş oldu.

Gülsüm-Fevzi çifti Yavşan’daki 22 numaralı evde 1956 yılına kadar oturduktan sonra baba evi olan 4 no lu eve geçtiler. Efendi artık köye gelmiyordu. Bu durum onun ölüm tarihi olan 1966 yılına kadar böyle sürdü. Efendi’nin ölümüyle kardeşler arasında mirasın paylaşılması sonunda köydeki ev Gülsüm’e verildi.

Böylece Fevzi ve Gülsüm çifti ölünceye kadar bu evde yaşadılar. Anne en büyük acıyı oğlu Rüştü’yü 27 yaşındayken bir tarfik kazası sonucu kaybettiğinde yaşamıştı.

Kendisi kapris nedir bilmez, püşkülpesent ve kavgacı değildi. Belki biraz kaygısız ve iyimser tabiatlıydı. Az ile yetinmesini kendi doğasının bir parçası haline getirmişti. Çok sağlıklı bir uykusu vardı.

Enişte-Kayınbiraderin uzun yıllar birlikteliklerinin başarısında Gülsüm’ün akıllı davranışları ile annesi Kezban (Küçükana) nın rolü büyük olmuştur. Yıllarca süren bu beraberlik ve bir çatı altında yaşamak bu iki akıllı kadının eseridir. Bu olayda anlamasını bilenler için çıkarılması gereken kıymetli dersler vardır.



Sivrihisar'da kadınlar aile bütçesine katkı olsun diye boş zamanlarında yün çorap ve eldiven örerler. Yaratıcı Anadolu kadının yarattığı renk cümbüşü ve desen zenginliği takdire şayandır. Örülen çoraplar ve eldivenler biriktirilir sonbaharda gelen toplayıcılara satılırdı. Çok ucuza satılan bu çoraplar ve eldivenler göz nuru ve emek işiydi..



Eğer davarcılığı sürdürebilselerdi, Karı-koca zengin olabilirlerdi. Traktörler çoğalınca yani Türkiye makinelı tarıma geçince, her yer sürülüp tarla haline getirildi ve koyun merası kalmadı. Öte yandan Almanya işçi almaya başlayınca önceleri çobanlık yapan tüm gençler Almanya’nın yolunu tuttular ve çoban bulunamaz oldu.

1961 de Almanya ile imzalanan antlaşmayla binlerce Anadolu insanı büyük umutlarla Almanya'ya işçi olarak gitti.

Nihayet Kadir çiftçiliği bırakıp esnaflığı seçti. Cihan hanım köyde çalışma taraftarı değildi. Fevzi baba yaşlandığından köy işlerinin tek başına üstesinden gelemiyordu. Bir erkek yardımcısı da yoktu.

Davara kış boyunca kesif yem verme zorunluluğu buna ilaveten kış aylarında hayvan bakıcısı bulunmayışı ve de pahalı iş gücü.

Üst üste gelen bu olumsuzluklardan karşısında aile davarcılığa paydos demek zorunda kalmıştır.

Şimdi o günlerin hayali canlanıyor gözlerimin önünde. Evin arka avlusu (Büyük Hayat) dolduran binin üstünde koyun ve keçi. Erkeçlerin ve tekelerin sıkışıklıktan birbirlerine sürten boynuzlarından çıkan sesleri hala duyar gibi oluyorum. Elinde değnekleri, dudaklarında sigarası, güneşin ve rüzgarın kavurduğu çehreleriyle karayağız çobanlar. Uçan kuşa saldıran, azgın Kangallar. Sırtında çobanını, kepeneğini, su testisini, azığını taşıyan çoban eşekleri..

Hepsi hepsi tarih oldu. Onların hepsi anılarda kaldı. Anılar anılar kimi zaman güldürür, kimi zaman ağlatır. Ama mutlaka düşündürür.

Bu topraklar zengin etmezdi insanları. Ama kusur toprakta değil ki. Onu işleyecek işgücü sınırlıydı. İş gücü denen şey sanki boğaz tokluğuyla kardeşti. Zengin etmezdi adamı. Koyunculuk derseniz sermaye işiydi. Bir türlü ele geçirilemeyen sermaye.

Onları sorarsan günün koşullarında orta halli, biraz da fakir ama mutlu insanlardı.

Fevzi-Gülsüm çifti ömür boyu, küçük oğulları Kadir ile beraber oturdular. Onlara yaşlılıkta Kadir ve Cihan baktılar. Onların dualarını aldılar. Her ikisi de bu konuda büyük özveride bulundular.

Gülsüm ve Fevzi torunlarını çok severdi. Torunları Ahmet, benim uzun yurtdışı seyahatlerim sırasında birçok kez onların yanında kalmıştır.Bu nedenel Ahmet’te hala Yavşan sevgisi canlılığını korumaktadır. Diğer torunları Rüştü ve Kemal Yavşan’da daha az bulundular. Rüştü bir defasında Ahmet dedesi (Ahmet Eroğlu) tarafından istenmiş ve üç ay onlarda kalmıştı. Üç ay sonra onu almak için Ankara’dan geldiğimizde , bizle dönmemek için huysuzluk etmişti.

Gülsüm 90 yaşına geldiğinde enerji yetersizliğinden zorlu günler başlamıştı. 93 yaşındayken hiçbir hastalığı olmadığı halde sırf yaşlılıktan , fizyolojik tükenişten yaşama veda etmiştir (21.12.1991)

Annem sağlığında kendisinin belirlediği yere, bir yanında kocası bir yanında oğlu Rüştü’nün kabirleri arasına Kumluyol mezarlığına defnedilmiştir.