6 Mart 2009 Cuma

Harman yerinde talihsiz bir gün


Aylardan ağustos. Yakıcı ve kuru havanın herşeyi kavurduğu günler. Eyyamı buhur. Yani etrafın yanıp tutuştuğu. Köylü memnun. Çünkü böyle günlerde ekinlerin saplarının samana dönüştürülmesi daha çabuk ve kolay olur.

Köylüler, bu günlerin geçici olduğunu bildiklerinden harıl harıl çalışıyorlar. Çalışan kollar, zorlanan bedenler; yüzlerdeki mutluluk ifadesini silmek şöyle dursun, artırıyor. Köylü memnun; çünkü tam bir yıldır beklediği ürünü, elinin altındadır, artık. Samanı samanlığa, çeci(buğday tanelerinden oluşan yığın) ambara koyma zamanıdır. Durulmaz. Yarın yağmurlar gelebilir Bizim buralara ağustos da mutlaka yağmur düşer.

İnce bir araba yolu. Köyden başlayıp, mezarlık kenarından tarlalara ulaşır. Adı: Sapyolu. Yolun başında sağlı, sollu harman yerleri. Hane başına birer dönüm. Temiz, bakımlı, tabanı sert ve topraksız. Üzerinde ekin yığınları, malamalar, tınazlar, sap arabaları…

- Merhaba Tevfik emmi.
- Merhaba yeğenim. Bereket bu. Allahın rahmeti bu. Çok verdi bu yıl. Şükürler olsun. Bize de çok çalışmak düşüyor.


Şurası Körağa’nın harman yeri. Celal, sap arabasından sap yıkıyor. Bir yandan güya bana söylermiş gibi mırıldanıyor.
- Valla, öküzlere çektiremedim sap arabasını, Kötüağılın önündeki yokuşta. Safi tane dolu şu başaklara bak. Bereket maşallah.

Körağa, oturduğu yerden, söze girer:
- Allah ağız tadıyla yedirmeyi kısmt etsin. Böyle bereketli bir yıl herzaman gelmez.

Harmanların arasındaki yoldan yürüyorum, iki tarafımdaki gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar herkez orada, harman yerinde. Harman yeri bayram yeri gibi. Cıvıl cıvıl ve hareket dolu. Herkez bir işin ucundan tutmuş. Kimileri düven sürüyor, kimilerinin elinde tırmık, ötekinde dirgen, malamayı alt üst ediyorlar. Kadınlar yeni toplanan malamanın yerini süpürüyorlar.
Avni kamçısını atlarının üstünde şaklatırken, hızla dönen düven, onu ha fırlattı, ha fırlatacak gibi. Bir heykel gibi düvenini üstünde sülüet veren Avni keyiflendikçe türküden türküye geçiyordu.
- Selam, Omar ağa. Kolay gelsin.
- Allah razı olsun. Rüzgarı bekliyoruz. İyi esiyordu, kesildi mübarek.


Anlaşılan Ömer ağa evde seferberlik ilan etmiş, kim varsa harman yerinde toplanmış. Kolay değil, tınazdan çeci ayırmak. Hele bir poyraz başlasın. Sen o zaman gör, bu insanları. Hepsi arı gibi çalışırlar. Zaten sayıları da kalabalık.

O, harman savurmak yok mu? Üç, beş kişi elde yabalarla…Atarsın havaya, taneler sol tarafa, saman sağ tarafta toplanır. Sol başta yabalar ağır olur; tane çoktur. Sağ tarafta yabalar hafiftir, fakat saman tozu bunaltır insanı.

- Bereketli olsun Çakır Ağa
- Buyurun aş yiyelim. Biraz geç kaldık. Yeni saptan geldim.


Göz ucuyla yediklerine baktım; bulgur pilavı ile yanında bazlama ekmeği ve cacık. Yerli hıyar çıkalı bir ay olmuştu. Kadir ve Silibanlı Mustafa birer dövenle ayni malam üstünde öküzlerle sabahtan beri güneş altında dönmekten, belli ki uykuları gelmişti. Kadir uykusu açılsın diye Mustafa’ya:
- Bak.Gelene bak.
Diye birisini gösteriyordu. O birisi dediği Fevzi Karaca idi. O, çevresinde üzüm dolu, bağdan geliyordu. Yaklaştı. Deligöz Mustafa uykusunu açmaya çalışırken, yaygın lehçesiyle, Fevzi Ağasına ve üzüme övgüler yağdırdı. Fevzi Ağa:
- Mustafa bu senin kısmetin. Bak üzüm alaca düşmüş. Erveren çeşidi de yenecek kadar tatlanmış.

O sırada herkez yola aşağı bakıyordu. Biz de baktık. Baktık ki, bizim iki çoban Arif ve Yirik(Dudağı yirik olduğundan bu adla anılırdı) koşarak köye geliyorlardı. Herkezi merak ve heyecan sarmıştı. Nefes nefese geldiler.
- Bizi Kepen’liler kovalıyor. Dövecekler. Arkamızdan arabayla geliyorlar.

Demeye kalmadı. Bir at arabası ve üstünde beş erkek. Geldiler. Harman yerinde çoluk, çocuk arabanın etrafını sardılar. Herkez ne olup, bittiğini anlamak istiyordu. Fevzi, Tevfik, İsmail, Çakır arabanın etrafındaydılar. Körağa:
- Hele bir yol inin yere. Nefeslenin. Ne olmuş? Bu telaşınız niye?
Demeye kamadı. Körağanın arkasında yer alan çoban Yirik:
- işte bu …… idi
diyerek, elindeki, meşeden çoban değneğini, arabadaki adamlardan birinin kafasına, bütün gücüyle vurdu. Daha kötü şeyler şeyler olabileceğinden korkan araba sürücüsü arabasını hızla harman yerlerinden sürerken, çoluk, çocuk ellerinde tırmık, dirgen, taş, sopa arabayı köyden çıkıncaya kadar kovaladılar.

Meğer bizim çobanlar, Kepen köyünün çobanlarının ikazına karşın, hududu aşarak onların merasında sürüyü otlatıyorlarmış. Bu defa da aynı şey olunca, Kepen köyünün çobanları, köylerine gidip, yanlarına aldıkları kişilerle, Yavşan ‘ın çobanlarına bir ders vermek istemişlerdi. Yavşan’ın çobanları, gelenleri uzaktan fark edince, kurtuluşu, Yavşan’a kaçmakta bulmuşlardı. Değnek darbesi alan Kepen’li çoban, beyin kanamasına ramak kalmışken, olay Kepenliler tarafından adalete intikal ettirilmiştir. Ancak tarafsız şahit bulunamayınca Yirik çoban, nefsi müdafa savunmasıyla işi ucuz atlatmıştır.

Fakat ne cahillik? Ne vahşet? O gün orada, arbadakilerin hepsi ölebilirdi. Halk ne olup, bittiğini bilmeden, kendini bir baskının içinde bulmuştu. Kıvılcımı Yirik çoban çakmıştı. Onun kafasıyla adalet, orman kanunu ile sağlanırdı. Yani kaba kuvvetle… Zaten Kepenliler onları kırda yakalayabilselerdi bu defa orman kanununu onlar uygulayacaklardı. Kendi hakkını, adaletin kapısında değilde kendi kaba gücüyle almak isteyen zihniyet Anadolu’da adeta gelenek halini almıştı. Cehalet yüzünden insanımız devletin adaletini bilmiyor yada bilmek istemiyordu. Çünkü o henüz öfkesi geçmeden infaz istiyor ve çoğu kez de bunu anında silahla gerçekleştiriyordu.
Mehmet düvendeki atların dizginini bırakıp, kalabalığa katılmıştı. Heyecandan bir süre atlarını unutmuşken, ikinci bir gürültü koptu. Körolası köpek fırlayınca, sap yığınının gölgesinden atlar ürkerek kaçmaya başlamışlardı. Harman yerinden kıra çıkan atların arkasındaki düvenin çakmak taşları, arazideki taşlara hızla sürtündükçe, öyle korkunç sesler çıkıyordu ki, bu sesler, manzarayı seyredenlerden çok atları korkutuyor ve adeta onları kamçılıyordu. Öte yandan düvenin başı atların arka ayaklarına vurdukça, onları daha da huysuzlaştırıyor ve düvene çifte atıyorlardı.

Harmanyeri ikinci kez ayağa kalkmıştı. Üç delikanlı atların önünü kesmek maksadıyla tüm güçleriyle koşuyorlardı. Sonunda atlardan biri yıkılınca diğeride durdu. Atlardan birinin koşumları ayağına dolaşmıştı. Mehmet ve üç genç atlara ulaştılar. Onları sakinleştirmeye çalıştılar. Koşumlarını çıkardılar. Harman yerine getirdiklerinde, atların ikisinin de arka ayakları, düven vurmasından yaralanmıştı. Atların hala burun delikleri çok geniş ve adeleleri titriyordu. Döveni sorarsanız ‘al eline keseri, parçala, vur ocağa. Başka bir işe yaramaz’
- Bütün suç köpekte. O ortaya çıkmasaydı, atlar ürkmezdi.
Diyordu Mehmet. Hiç kendi kusurunu söylemiyordu.
- Koşulu atların dizgini bırakılıp da gidilir mi?’
O bunu kabullenmek istemiyordu. Atlar birkez korutulunc, her zaman ayni şey başlarına gelecekmiş gibi huysuz olurlar.
Mehmet:
- Atlara mı yanarsın, dövenin parçalanışına mı ?
Diye düşüncelere dalmışken, haberi köyde işiten eşi Saime harmanyerine koşar. Önce Mehmet ile bir ağız dalaşı, sonra Saime aklını başını toplar ve Mehmet’I teselli eder:
- Eşeğini önce sağlam kazığa bağlıyacaksın, sonra Allaha havale edeceksin. Sen ikisini de yapmamışsın. Atları koşulu vaziyette bırakıp, kavga yerinde senin ne işin vardı?
Fevzi Ağa işi tatlıya bağlar. Kadir’e:
- Haydi oğlum, Mehmet ile gidin, bizim evin samanlığındaki döveni getirin ve olanları unutun. Yalnız şunu unutma Mehmet koşulu atın dizginleri bırakılmaz.

Döven atlarla yeniden dönmeye başlarken, sinirleri yatışan Mehmet bir türkü mırıldanıyordu
:
Yaz demedim, kış demedim eylendim
Rakı içtim, şarap içtim şenlendim
Kız demedim, dul demedim evlendim
Gide gele bir güzele bağlandım
Ağzım yandı, dilim yandı sevda benden pas
Yine dünya eski hamam eski tas…
(Anonim)

Güneş batmak üzereydi. Yavaş yavaş işler paydos ediliyor, dövenlerden salınan öküzler mecalsiz ve yorgun adımlarla yürüsek mi, yürümesek mi dercesine, akşam suyuna götürülüyorlardı.
Gece harman savuracakların kulağı poyrazdaydı. Ben, İhsan, Süleymanlar, Ali İhsan, Rüştü, Kadir, İrfan, M.Ali, Osman ve diğerleri gece oynayacağımız polis-hırsız oyunu için havanın kararmasını beklerken, içimizdeki korku harman savrulmasına çağrılmamızdı. Bu nedenle içimden, inşallah poyraz çıkmaz diye dua ederdim. Çünkü benim arkadaşlarım oynarken benim çalıştırılmam bana zor geliyordu.

Metin daha kötüsününü anlatıyordu:
- Çok yorgun olduğumuz bir akşam, yatalı henüz iki saat olmuştu. Babam(İsmail) bizleri uyandırarak, harman savurmya götürmüş, sabaha kadar çalışmıştık. Ertesi gün yorgunluk ve uykusuzluk üst üste binmişti. Allahtan o gün savrulacak ikinci bir tınazımız hazır değildi.

Aradan çok uzun yıllar geçti.Gene Yavşan’dayım. Bu kez köyün en yaşlısı olarak. Eskilerden kimse kalmamış. Harman yerlerine gidiyorum. Elli yıl geçmiş üzerinden . Oralar kırla bir olmuş adeta. Tanıyamıyorum yerlerimizi. Üzüm yediğimiz, döven sürdüğümüz, harman savurup, saman çektiğimiz yerleri seçemiyorum.

Şurası Mehmet’in atları kaçırdığı yer, şurası Kepenli’lerin sopa yedikleri yer, şurası da bizim alaaçık(kulübe). Gölgesinde yemekler yenen, istirahat edilen, dünyanın en tatlı uykusunun uyunduğu yer olmalıdır, diyorum.

Nerde, nerde o günler? Nerde o, gençliğimde dermediğim çiçekler? Nerde sonsuza kadar sürecek sandığım gençliğim, şimdi?

Bir harman yerine bakıyorum; 50 yıl önceki bayram yeri havası gözümün önünde canlanıyor, bir de mezarlığa bakıyorum; doyumsuz kara topraklara…

Zaman. Onu en güzel algıladığım yer Yavşan. Orada bana çok dost görünse de zaman, onun beni arkamdan vurduğunun farkındayım.

Zaman; ona hep kuçak açtım;’gel, gel’ dedim.Naz etti, fakat geldi..

Zamana meydan okumak geliyor içimden…