Toplam olarak 210,000 km2 dolayında toprak ve 5.5 milyon nüfus kaybedilmiştir. Bunlara ek olarak mali yapıda çok zayıflamıştır. Hem bu vilayetlerin elde çıkmasıyla vergi gelirlerinden olunmuş ilave olarak da Rusya’ya 800 milyon Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalınmıştır.
1856 Kırım Savaşında Rusya’ya karşı Avrupa ülkeleri ile ittifak yapan Osmanlı Avrupa topluluğunun bir parçası sayılmış ve ülke bütünlüğüne ve içişlerine karışmama ilkesi kabul edilmişti. 93 harbi sonundaki Berlin antlaşmasıyla bu ilkeler antlaşmaya yeniden yazılsa da, Ermenilerin oturduğu yerlerde istenilen reformların yapılması talep edilmiş aksi halde büyük devletlerin müdahalesi öngörülmüştür.
Berlin antlaşmasından sonra da Osmanlı’dan yeni kopuşlar olmuştur. 1881’de Tesalya ile Epeiros Yunanistan’a bırakıldı. Doğu Rumeli Bulgaristan’ın kontrolüne girer. Tunus Fransa’nın kontrolüne girer, Mısır’da İngilizler tarafından işgal edilir.
Balkanlarda yaşayan Müslüman halk endişe içerisindedir. Kötü muamele, misilleme korkusu, Hiristiyan halk lehine çıkarılan toprak reformu binlerce Türk ve müslümanı İstanbul’a doğru yola çıkarır.
1880’li yılların başında Osmanlı imparatorluğunun görünümü de değişir. Avrupa’da yalnızca Makedonya kıyısı ile Afrika’da Libya kıyısına sahip Osmanlı artık bir Asya ve Müslüman ülkesidir. İmparatorluğun nüfusunun dörtte üçü Müslüman dır.
93 Rus harbi Osmanlı’da Tanzimat düşünce ve uygulamalarının yeniden tartışılmasına neden olur. Özellikle II.Abdülhamit bu konuyu çok sorgular.
Abdülhamit Anayasa tasarısını otoriter doğrultuda daha önce düzeltmişti. İstanbul toplantısının ardından da Sadrazam Mithat paşa’yı görevden alıp Selanik’e sürgüne yolar. 1878 Şubat ayında Rus orduları Ayastefanos a geldiklerine parlementoyu fesheder.
(Resim: Ali Süavi düşünür ve yazardı. Yurt dışında da gazetecilik yaptı. Dinde reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunması gerektiğini savunmuştur)
Bundan sonraki birkaç ay içerisinde Abdülhamit’e yönelik iki girişim olur. İlkinde V.Murat’ı yeniden tahta geçirmek için Ali Suavi Balkan sığınmacılarıyla Çırağan sarayına yürür. Çırağan saraylar karakol amiri Yedisekiz Hasan Paşa bir sopa ile Ali Suavi’yi öldürerek başkaldırıyı önler. Diğeri ise Prodos mason locası üstadıazamı Cleanthi Scalieri’nin düzenlediği komplodur. İki liberal lideri saldırısıda başarıya ulaşamaz ama Abdülhamit’in liberallere ve masonlara karşı güvensizliği artar. Yedisekiz Hasan paşa erlikten mareşalliğe kadar yükselen imzası arapça yedi ve sekiz harflerinden oluştuğu için bu lakapla anılan subaydır.
Abdülhamit 30 yıl süreyle bir daha parlamentoyu toplantıya çağırmayacak fakat anayasayı da yürürlükten kaldırmayacaktır. Bu döneme bu yüzden ‘anayasalı mutlakiyet’ denir.
Bir süre sonra İngilizlerin baskısıyla Mithat paşa sürgünden çağrılır ve Şam ve Aydın valiliklerine gönderilir. Mithat Paşa Aydın valiliği sırasında Abdülaziz'in ölümüne karışmak dan suçlu bulunarak yargılanmak üzere İstanbul'a çağrılır. Mithat paşa Fransız konsolosluğuna sığınır. Abdülhamit'in ısrarı üzerine istanbula gelir ve 1881 de Abdüllaziz’in ölümüne karıştığı iddasıyla idama mahkum olur. Sultan Abdülhamit tarafından affedilerek Arabistan’da Taif’e sürgüne gönderir. Üç yıl sonra Mithat paşa Taif’de boğdurulur. Abdülhamit’in bu ölümde etkisi olduğu söylenir.
Namık Kemal’de Sakız adası mutasarrıfı(yöneticisi) olarak İstanbul'dan uzaklaştırılmış ve bu adada bir memur olarak hayatını tamamlamıştır.
Abdülhamit iktidarının ilk yıllarında çok sayıda sadrazam değiştirir. Sadece ilk altı yılında 16 sadrazama görev vermiştir. Dolmabahçe sarayı yerine yüksek duvarlarla çevrili Yıldız sarayında yaşamıştır.
Dış Politikada Tanzimat dönemi boyunca Rusya ya karşı durabilmek için Fransa ve İngiltere ile yakınlık duran Osmanlı, Abdülhamit döneminde İngiltere’den uzaklaşmaya başlar. Bulgar isyanında yöreye yerleştirilen Türk göçerlerinin yarattığı katliamlar tüm Avrupa’nın Osmanlılara karşı durmasına neden olmuş. Abdülhamit kızıl sultan diye anılır olmuştur. İngilizlerin 93 harbinde sırf bu nedenle Osmanlı’ya yardım etmemeleri ve sonrasında 1882 de Mısır’ı işgal etmeleri bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu. İngilizler Hint yolunu Ruslara kapatmak için artık Osmanlı’ya güvenmek istemiyorlardı. Kıbrı ile Süveyş kanalına sahip olarak doğu akdenizi kontrol etmek istiyorlardı. Kafkasyadan gelecek Rusları durdurmak içinde bağımsız bir ermeni devleti kurulmasını istiyorlardı. İngilizler Osmanlılar yerine Bulgarlara, Ermenilere ve Araplara güvenmeyi tercih ediyorlardı.
(Resim: Rus çarı III.Alexandr )
Rusya 1878’de boğazları ele geçiremiyeceğini anlayınca Bulgaristan’a güvenmek ister ama onlarda bağımsız tavır alınca durum değişir. Bu arada 1881’de çar olan III.Alexandr daha önceki çarın liberal yönetimi yerine mutlaki bir yönetimi tercih eder. Bu doğrultuda benzer düşünceler içerisinde olduğu Abdülhamit ile gizli ittifakları oluşur.
Abdülhamit parlamentarizm’in Osmanlı için erken olduğunu toplumun henüz olgunlaşmadığını inanıyordu. Ona göre özellikle eğitim alanında oluşturulan kurum ve reformların daha zamana ihtiyacı vardı. Bu zaman içerisinde toplumun bir yol göstericiye gereksinim duyuyordu. Bu da Sultan Abdülhamit’ti. Osmanlı toplumunun çok halklı yapısı ortamında meclis farklılıkların ve ayrılıkların haykırılabileceği bir ortam oluşturuyordu. Bu da Sultan’a göre bir tehlikeydi.
Mithat paşa özgürlükleri tanımayı imparatorluğun gelişimi için bir araç olarak görürken, Abdülhamit Osmanlı’nın birlik ve bütünlüğüne önem veriyordu. Dedesi II.Mahmut’un mutlakiyetçi ve otoriter yönetiminden etkilenmişti.
1842’de babası Abdülmecid’in tahta çıkmasından birkaç yıl sonra doğan Abdülhamit saray’da yetişir. Padişah olma olasılığı düşük olduğu için oldukça serbest bir şekilde büyür. Değişik çevrelere girer çıkar, yabancılarla dost olur. Biraz Fransızca’sı vardır. Eğitimi iyi değildir. Ilımlı, ürkek, saçma sapan korkulara kapılan bir genç olarak tanınır. Sultan olunca çok zengin olur. Servetini güvendiği bir ermeni ile Galata’da sarraf Agop Zarifi bey eliyle yönetir. Osmanlı bankalarına güvenmediğinden parasını yabancı bankalara yatırır.
Yaşantısı sade ve lükseden uzaktır. Dolmabahçe sarayının Rokoko mimarisi yerine çok daha basit Yıldız Köşkünde yaşar. Tanzimat dönemi yöneticilerinin lüks ve batılılaşmış davranışlarını beğenmeyen halk Abdülhamit’i bu açıdan çok takdir eder.
Abdülhamit Ermenilerin yada Jön Türklerin kendisini öldüreceği korkusuyla bir casus şebekesiyle birlikte yaşıyordu. Yıldız sarayı bu açıdan da çok güvenli bir saraydı. Abdülhamit’in çevresinde meddahlar ve saraylılar vardır, kendisini saraya hapsetmiştir. Bu nedenle imparatorluğun gerçeklerinden de uzaklaşmıştır.
Abdülhamit batı kamuoyunda çok olumsuz etki bıraktı. Özgürlükleri yok eden, Ermenileri boğazlatıp öldüren bir despot olarak tanındı. Bundan dolayı da kendisine Kızıl Sultan denildi. Bunda sürgündeki Jön Türklerin karşı propagandasının da çok etkisi vardır.
Abdülhamit’de iki kişilik göze çarpıyor.
Birincisi kimseye güven duymayan ve devlet işlerine en ufak ayrıntılara varıncaya kadar karışan , mutlakiyetçi, aydınların sesini kesen, halkların ulusal özlemlerini bastıran bir despot.
İkincisi yeniliklere açık, İtalyan operalarıyla modern mimarlık meraklısı, eğitimi geliştirme, adaleti örgütleme, demiryolları ve telgraf sayesinde iletişim ağını düzeltip iyileştirme arzusu taşıyan, çağına açık bir kişilik.
Abdülhamit döneminde Babıali zayıflamış her kararın Sultan’ın aldığı bir yönetim oluşmuştur. Sadrazam ve vekiller karar alıcı değil uygulayıcıya dönüşmüşlerdir. 33 yıllık yönetiminde 17 sadrazam kullanır. Kendi istediği yada başka bişr ülkeye yaranmak için 26 kez hükümet değiştirir.
Abdülhamit döneminde iki devlet görevlisi öne çıkar. Sait Paşa ile Kamil Paşa.
(Resim: Sadrazam Sait Halim Paşa Mısır'da doğmuştur. Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunudur. Fiili gücün İttihak Terakki partisinde olduğu dönemde sadrazamlık yapmıştır. isviçre'de yüksek öğrenim görmüş. Mahmut Şevket paşa'nın öldürülmesinden sonra Sadrazam olmuştur. 1921 yılında Roma'da bir ermeni komitacı tarafından öldürülmüştür.)
Sait Paşa (1838-1914) emniyet örgütünün gelişmesine, adaletin bağımsızlığına, bürokrasinin modernleşmesine, İstanbul Ticaret Odasının kurulmasına, modern okul ağının genişlemesini sağladı.
Kamil Paşa (1832-1913) İngiliz yanlısı idi. Yabancı ortaklıkları iletişime ve modern sanayiyi yaratmaya yönlendirdi.
İki paşa da Sultan üzerinde bir etki yaratamadılar. Sonunda korktukları oldu. Sait paşa 1895’de İstanbul’da İngiliz Elçiliğine sığındı. Kamil paşa ‘da Aydın valisi iken İzmir’de İngiliz konsolosluğunun korumasına girmek zorunda kaldı.
Yıldız sarayında sürekli Arap eyaletlerinde, Orta Asya’dan yada Hindistan’dan konuklar vardır. Mekke şerifinin bazı üyeleri de Kutsal Kentlerin bağımsızlık heveslerini yeşertmeyecek bir biçimde sarayda birer rehine durumda konuktur.
Abdülhamit ülke üzerindeki otoritesini hızla büyüyen bürokrasiyle sağlar. 1900’ların başlarında devlet görevlisi sayısı 100,000 e ulaşacaktır. Yüksek kademeden görevliler Tanzimat döneminde kurulan Mülkiye Mektebinde yetişirler. Hukuk Mektebi ve Maliye Mektebi gibi yeni kuruluşlar da vardır.
Abdülhamit’çi devlet bir polis devletidir. 1880’de Fransa örnek alınarak Zaptiye nazırlığı kurulur. Bunun yanında muhtemelen Almanya’dan esinlenilmiş bir ihbar sistemi kurulur.
İhbarcılık ve jurnalcilik hızlanır. Bir yerden bir yere gitme gözetim altındadır. Osmanlı, Rusya’yla birlikte pasaport sistemini kuran ilk ülkedir.
Yayınlara sansür uygulaması Abdülaziz döneminde başlamıştır, Abdülhamit döneminde iyice sertleşir. Bazı kelimelerin kullanımı bile yasaktır. Örneğin özgürlük, anayasa, devrim, anarşi, grev, vatan, burun vb..
1878’den sonra eyaletler ve özellikle başkent ilk ve orta dereceli okullar ile örülür. İyi bir Müslüman ve dürüst Osmanlı vatandaşı yetiştirmek hedeflenir. Maliye mektebi, Hukuk mektebi, Güzel sanatlar akademisi, Ticaret mektebi gibi yüksek okullar açılır.
1900 yılında bütün bunları taçlandırmak için de istanbul’da bir üniversite açılır.
Abdülhamit döneminin Tanzimat döneminden en önemli farklarından birisi dinin yeridir. Din artık daha fazla önemsenmektedir. Daha fazla cami yapılır. Sultanın yakın çevresinde çok din adamı vardır. Abdülhamit Kadiri tarikatından olduğu için dindar ve sofu bir hayat sürer ve bu düzeni savunur. Diğer Müslüman devletlerle de din tabanlı ilişkiler kurulmaya çalışılır. Batı yaygınlaşacak bir Panislamizm den çekinmeye başlar
Osmanlılık düşüncesi çöküşe geçmiştir, onun yerine konacak bir şeye ihtiyaç vardır bu da İslam olacaktır. Panislamizmin ana parçası olarak halifelik kullanılmaya başlanır. Halife olarak yalnızca Osmanlının değil tüm Müslümanların liderliğine oynanır. Arzulanan papalık gibi bir güç unsuru olmaktır.
Milliyetcilik türk olmayan Müslüman halklar Arnavutlar, Araplar ve Kürtler de de uyanma başlatmıştı. Panislamizm ile bu engellenmeye çalışılır fakat başarılı olamaz.
Ayrılıkçı eğilimleri önce Araplardan gelmesi bekleniyordu. Özellikle İngiltere bu konuyu geliştiriyordu. 1880-1881’de arap vilayetlerine atılan özgürlükçü bildirileri görüyoruz. Londra’da Arapça yayınlanan gazetelerde halife arap kökenli olmalı diye yazılar yayınlanıyordu.
Abdülhamit de Osmanlı halifeliğinin yasallığını savunan yayınlara destek oluyor ve o bölgeye yatırımlarını yöneltiyordu. 1882-1908 yılları arasında Suriye’de ve Hicaz’da 2,350 km demiryolu döşenmiştir. Aynı dönem içerisinde Anadolu’ya döşenen demiryolu 1,850 km dir.
Arap politikaları içerisinde en etkili olanı Kutsal kentleri Şam’a bağlayan Hicaz demiryoludur. Mekke’ye haccı kolaylaştırmak amacıyla yapılan bu yatırımın geri plandaki amacı ise gerektiğinde hızlı asker sevkiyatı yapabilmektir. Müslümanların katkıları ve Türk mühendis ve teknisyenlerince yapılan bu demiryolu Müslümanların da gerektiğinde iyi işler başarabileceğini göstermek açısından önemliydi.
Abdülhamit döneminde Panislamizm önem kazandıysa da, dinin etkisi, Tanzimat öncesi dönemki kadar olamadı. Ulema geleneksel gücüne yeniden kavuşamadı. Birkaç istisna dışında tarikatlar zayıfladı. Bu dönemde din kitapları daha çok yayınlanmasına karşın diğer basılan kitaplarla karşılaştırıldığında oranları düşmüştür.
Bu dönemde islamın modernleşmesi konusunda cesur davranan ulema tepki ve baskı görmüş ve bu tarz insanlar Mısır ve Hindistan’a göçerek İstanbul’un bir İslam merkezi olmasını engellemiştir. Bu konuda eğitimi ve bilgin kişileri ile Kahire sivrilmiş ve islamın dinsel merkezi olmuştur.
Abdülhamit’in iktidara gelişi 19. yüzyılın sonlarına doğru ‘dünyanın paylaşılmasına’ kadar gidecek emperyalizmin genel yükselişinin başlangıcına denk düşer. Osmanlı İmparatorluğu yayılmacı Avrupa devletlerinin ilk yemi olur.
Mali açıdan 1875 iflasından beri Osmanlı borçlarının ödenmesi sorunu çözüm bekliyordu. Osmanlı ordularının Ruslar karşısında geri çekilmesi Osmanlı tahvillerine sahip sermayedarları endişeye sevketti. Berlin antlaşmasından sonra Osmanlı borçları konuşmak için Avrupalı alacaklıları ile konuşmaya başladı. 1881 de muharrem kararnamesiyle borç 280 milyondan 116 milyona TL ye indirildi. Osmanlı Maliye nazırlığından tamamen ayrı bir Düyunu Umumiye (Kamu Borçları İdaresi) kurularak tuz tekeli, içki vergisi, pul resmi, ipekli kumaş vergisi, avlanma harçları, tütün gelirler vb tahsilat bu şirketin yönetimine bırakıldı. Bu şirket Osmanlı tahvil sahiplerini temsilen birer İngiliz, Fransız, İtalyan, Avusturyalı, Alman, Osmanlı ve galata bankerlerini temsilen bir kişi olmak üzere 7 kişiden oluşuyordu. Bu şirketin kuruluşuyla Osmanlı, daha önce benzer nedenlerle Avrupa’nın siyasal denetimi altına girmiş Mısır ve Tunus gibi olmaktan kurtuluyordu. Başlangıçta olumlu etkileri de olur. İyice zayıflamış ipek böcekçiliği yeniden canlanır ama sonradan devlet içerisinde devlet gibi hareket etmeye başlayınca sorunlar başlar. Abdülhamit’in saltanatının sonlarında 720 şubesi ve 5,500 çalışanı vardır. O dönemde Osmanlı maliyesinde daha az memur çalışıyordu. Düyunu Umumiye devlet gelirlerinin %30’unu denetliyordu. Osmanlı Bankası, Düyunu Umumiye ve 1888’den sonra faaliyete başlayan Deutsche Bank birlikte Osmanlı maliyesini denetim altında tutuyordu.
Fransız sermayesiyle kurulan Tütün Tekeli İdaresi 1883 de kuruldu. 1900 de 9,000 yakın görevlisi vardı.
Abdühamit döneminde de bütçe açığı ve askeri giderler için borçlanmaya devam edildi. Bu sefer borçlanma miktarı Abdülaziz dönemine göre daha azdı ve daha iyi kullanılmıştı. Yabancı sermaye miktarları her geçen yıl ciddi artışlar gösterdi. 30 yılda 6 misli arttı.
Yabancı yatırımcılar en çok demiryoluna yatırım yaptılar. Yatırılan sermayenin üçte ikisi bu alanadır. Abdülhamit döneminin başında 1878’de 1,800 km olan demiryolu saltanatının sonunda 1908’de 5,800 km çıkacaktır. Demiryollarına , limanlara yapılan yatırım toplam yatırımın %73’üdür. Buna sigortacılık ve bankacılık da eklenince bu rakam %81’ e ulaşır. Buradan görülebileceği gibi yatırımlar Osmanlı’nın sanayileşmesine yapılmamıştır. Yatırımlar tarımsal ürünlerin dışarıya gönderilmesini kolaylaştırarak Osmanlı’yı bir ham madde sağlayıcısı ve mamül maddeler için Pazar olma durumuna sokuyor. Yatırımların ülkelere göre dağılımı da aşağıdaki gibidir. İngiliz sermayesinin azalışı dikkate değer.
1830 yıllarına doğru Amerikan Protestan Misyonları Osmanlı İmparatorluğunda hayırsever (hastahane, bakım merkezi vb) ve eğitim çalışmalarına başladılar. Bu dönemde 5,500 öğrencinin okuduğu 205 Amerikan okulu vardır. Daha sonraki yıllarda bu rakamlar altta görüldüğü gibi artacaktır. Bu okullar özellikle Ermeni halkı hedefler ve Ermenilerin yoğun olduğu doğu illerinde yoğunlaşmıştır. Birinci dünya savaşı öncesinde bu okullarda okuyanların 399 adedi Rum, 122 adedi Türk, 4385 adedi ise ermeni kökenlidir. 1908 yılında İstanbul Robert Kolej’de okuytan öğrenciler arasında Türkler %5’i geçmiyordu.
1800’lerin sonlarında kültürel değerlerini en çok duyuran ülke Fransa’dır. Osmanlı Hariciye nazırlığının arşivi Fransızca’dır. Yeni kurulan yabancı şirketlerde kullanılan dil Fransızca’dır. Zaten eskiden beri Osmanlı okullarında en çok öğretilen dil Fransızca olmuştur. Stamboul adlı Fransızca yayınlanan bir gazete vardır. İmparatorlukta Fransız okullarına 90,000 öğrenci devam etmektedir. Fakat buraya devam edenler çoğunlukla Müslüman olmayan halkın çocuklarıdır ve Suriye ile Lübnan’daki hiristiyan Araplara yönelik bir eğitim programıdır. Anadolu çocuğu yine okulsuzdur.
Abdülhamit döneminde Osmanlı zayıflasa da, Avrupa’nın çıkarları doğrultusunda Osmanlı’yı yok edemeyeceğini gören ve politikasını bu yönde kuran Abdülhamit kısmen haklı çıkmıştır. Örneğin Osmanlı’ya çok fazla yatırım yapmış ve ekonomisini Osmanlı’ya bağlamış Fransa 1895-1896’da Ermeni sorununa müdahale konusunda kaytardığı görülecektir.
Abdülhamit döneminde yabancı sermayenin ülkeye bir tehdit oluşturulacağı ön görülmüyordu. İstanbul’da emperyalizmin kavramları ve tehditleri ancak 1910-1911 yıllarına doğru anlaşılmaya başlandı. 1880 yılında şimdiki bayındırlık bakanı Hasan Fehmi paşa’nın Abdülhamit’e sunduğu raporda demiryolu yapımında yabancı ortaklara tanınacak ayrıcalıkların hiçbir sakıncası olmadığı belirtilmektedir.
Bu dönemde Osmanlı’da yabancı postalar sorunu vardır. Her ülke kendi posta teşkilatını kurmuş ve her türlü faaliyeti bu postalar aracılığıyla yapmaktadır. Osmanlı bu posta teşkilatlarını denetleyemez. Galata’daki Fransız postahanesi yasak gazete, broşür gibi yayınların gizlice yayılmasına yardımcı olur. 1901’de Sirkeci garında yabancı postahaneler ait torbalara el konur, fakat yabancı elçiliklerin müdahalesi sonucu geri verilir. Daha da ilginci İtalya 1908 yılında kendi posta idaresinin kurulmasını sağlatabilmek için donanmasını İstanbul önlerine getirip bir tehdit gösterisi bile yapmıştır.
Yabancı devletler kapitülasyonlarla kazandıkları hakları bırakmamak için çok direnç gösteriyorlardı. 1907 yılında Japonya ile karşılıklı elçi alıp verme görüşmelerinde Japonlar kendilerine kapitülasyon isteyince görüşmeler tıkanmıştır. Japonya bile kendisinde bunu isteme hakkı görebilmekteydi.
Tüm devletler Osmanlı’ya bir yarı sömürge devlet olarak bakmaktaydı.
İlk ciddi nüfus sayımına Abdülhamit döneminde başlanır. İmparatorluğun başından beri vergi ve askerlik nedeniyle nüfus defterleri vardı ama bu defterlerin düzenli tutulduğu söylenemez. İlk nüfus sayımı II.Mahmut döneminde, 1831 yılında, yeniçeri ocağı kaldırıldığında erkek nüfusu belirlemek amacıyla yapılmış ve erkek nüfus 3.6 milyon olarak belirlenmiştir. Kadınları ve çocukları da kapsayan ilk nüfus sayımına 1881’de başlanır fakat 1893 yılında bitirilebilir. 12 yılda sayılabilen nüfus 17.4 milyondur. 1905-1906 yılında sayım tekrarlandığında 20.8 milyon bulunur. Devletin istatistik rakamları ile cemiyetlerin rakamları birbirlerini tutmaz. Örneğin Ermeni patrikliğine göre 1882’de 2.6 milyon ermeni, 1912’de 2.1 milyon ermeni varken, Osmanlı devlet sayımlarına göre 1881-1893 sayımında 1 milyon, 1914’de 1.2 milyon ermeni vardır. Rakamlar neredeyse yarı yarıyadır.
Osmanlı’da bu dönemde kilometre kareye düşen insan sayısı 6 dır. 20 milyon nüfusa ve 3.4 milyon km2 toprağa sahiptir. Bu yoğunluk rakamı Avrupa’nın sanayileşmeye başlayan ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok düşüktür. Osmanlının nüfus artışı 18. yüzyılın başlarından başlayarak Rusların Kafkaslardaki yayılışının önünden kaçan Müslüman halkların göçü ile başlamıştır. Özellikle Kırım savaşı ve Rusların Kafkasya’da ilerleyişleri sırasında çok göç alınmıştır. 1875-1876 Balkan bunalımında Romanya’dan, Karadağ’dan, Sırbistan’dan, Bulgaristan’dan, Tesalya’dan akın akın göç oldu. 1876 sonra Balkanlar’dan 1.5 milyon müslümanın Anadolu’ya geldiği varsayılıyor. Buna ilave olarak 1881 ile 1914 yılları arasında 500 bin de Çerkez gelmiştir. Bunarla ilave olarak Kırım Tatarlarından, Kazan Tatarlarından, Azerilerden, 1897 de Girit’e özerklik verilmesinden sonra Girit’ten göçler olmuştur. Girit’ten gelenler ege sahillerine yerleştirilmiştir. Genel olarak göçmenler yeni demiryolları boyunca eldeki boş topraklara yerleştirilmiştir.
Balkanlar ve Kafkasya’dan göçen 2 milyonu aşkın insanla birlikte 300 bin dolayında Müslüman olmayan halk da imparatorluğu terk etti. Bunların (ermeni, rum, arap) bir kısmı Rusya’ya sığındı(çoğunluğu ermeni) bir kısmı ise Amerika’ya gitti. Bu göç dalgası Osmanlıyı daha da İslamlaştırdı. Müslüman oranı arttı.
1880’e doğru Filistin’e yerleşmiş Yahudi sayısı sınırlıydı. Toplam 24 bin kişiydiler. Orta ve Doğu Avrupa’da kıyımlara başlanınca durum değişir. Bir göç dalgası başlar Binlerce Yahudi orta ve Doğu Avrupa’dan batı Avrupa’ya yada Amerika’ya göç ederler. Küçük bir bölümüde Kutsal Topraklara varmaya çalışır.
Theodor Herzl 1896’da Yahudi Devleti adlı kitabını yayınlayarak ve ilk Siyonist kongreyi Basel’de toplayarak hareketi başlatır. Osmanlı Araplara yakınlık politikası gereği bu harekete sıcak bakmadı. Hatta 1881 kasım ayından başlayarak Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğunun giriş ve çıkışlarına kısıtlamalar getirdi. Filistin’de yerleşmiş Yahudilere toprak satımını yasakladı.
Tüm bu kısıtlamalar karşın Filistin’de oturan Yahudi sayısı 1908 de 80 bine çıktı. Bunun nedeni Almanya ve Rusya’nın Siyonist politikasıydı. Büyük devletler dışarıdan göç ve toprak alımını kısıtlayan maddelerin kapitülasyonlara aykırı olduğu ileri sürdüler ve bu yolla Yahudiler Filistin’de çoğaldılar.
Osmanlı’da tarımsal nüfus genel nüfusun %75 ile %80’ini oluşturuyordu. Ve tarım yapanların vergileri ağırdı. Buna tarım araçlarını ilkelliğini ve sermaye eksikliğini, sık sık askere alınmalar nedeniyle tarlada çalışan işgücün azlığı eklenince tarım da üretim eksikliğinin nedeni ortaya çıkar. Modern tarımı için gerekli ziraat teknisyenlerini yetiştirmek için Halkalı ziraat mektebi bu dönemde öğrenime başlamıştır.
Gene 1888 yılında tefecileri ortadan kaldırıp tarımı finanse etmek amacıyla Mithat paşa tarafından Ziraat Bankası kurulmuştur.
1800’lerin sonuna dek İstanbul buğdayı Mısır’da getirtiyordu. Bir tarım ülkesi olan Anadolu’nun buğdayı ulaşım problemleri nedeniyle İstanbul’a getirilemiyordu. Demiryollarının yapımıyla tahıl Anadolu’dan getirtilir olmuştur.
Osmanlı kırsal kesimine baktığımızda görülen çoğu kez 5 hektara varmayan aile işletmeleridir. Toprak devletindir, 1858 Arazi kanunu da bunu benimsemiştir, köylü toprağı işlemekte ve ürününü satmaktadır. Modern tarım işletmeciliği İzmir art bölgesi ile Kilikya’da (Tarsus yöresi) ortaya çıkar. Dış pazarlara yönelik tarım ürünleridir üretilen. Yüzyılın sonlarında Adana yöresinde büyük mülkiyetler çıkmaya başlar. Kilikya 1914 öncesinde en çok tarım makinasının kullanıldığı bölgedir.
1867 de yabancıların toprak edinmesine izin veren kanun çıkınca İngiliz tacirler İzmir’de makine kullanan kapitalist tarım işletmeleri kurdular. Ne var ki bu girişimler de uzun süreli olmaz. El emeğinin azlığı, köylülerin hoşnutsuzluğu, yöreyi kasıp kavuran eşkiyalık bu sermaye gruplarının işi bırakmasına neden olur. Özellikle o dönem Ege de ünlenen Çakıcı efe bölgeyi kasıp kavurur. Yüzyılın başında Ege bölgesindeki tarım ürünleri ticareti Rum ve Ermenilerin eline geçmiştir.
Adana bölgesi de benzerdir. Büyük toprak sahipleri genellikle Rum ve Ermenidir. Rumlar pamuk tarımına egemendir.
1908 yılında büyük yaz grevlerinin patladığı sırada imparatorlukta emekçi sınıf 70 bini kadın olmak üzere 250 bindir. Bu işçiler dokuma fabrikalarında, tütün işletmelerinde ve besin sanayisinde çalışmaktadır. İşçi örgütü yoktur fakat 1895 de kurulan Amele-i Osmani Cemiyeti gibi işçi dernekleri vardır.
1900’lerin başı Osmanlı’da Ermeni ve Rumlar için altın çağdır. Kent halıkın üçte birini toplam imparatorluk nüfusun beşte birini temsil etmelerine karşın gayri müslümler ticarete hakimdir. Önceleri İngiliz firmaların yerel adamları olarak çalışan ermeni ve Rumlar artık kendi işlerinin sahibi olmİzmir eyaletinde 300 bin hiristiyana karşılık 1.1 milyon Müslüman olmasına karşın ortaöğrenime giden öğrenci sayısı 7300 hiristiyana karşılık 3,500 müslümandır.Yahudiler de de Dünya Yahudiler birliğinin kurduğu okullar sayesinde öğrenim oranı Müslümanlara göre yüksektir.
İstanbul nüfusu hızlı bir artış gösterdi, 1844’de 391 bin olan nüfus, 1886’da 850 bine çıktı. İstanbul’da 1886’da etnik dağılım da aşağıdaki gibidir..
Sansür Abdülhamit döneminde tüm sanat faaliyetlerinin üzerinde bir karabasandır. Osmanlı tiyatrosu 1870’li yıllarda ermeni Güllü Agop’un liderliğinde parlak bir dönem geçirdikten sonra 1884’den sonra ciddi şekilde denetlenir. Yalnızca Fransız güldür oyunları sahnelenir. Abdülhamit Yıldız sarayına bir tiyatro yaptırır. Yabancı tiyatro gruplarıyla , orkestraları ve İtalyan operaları davet edilir Yıldıza.
1883 de kurulup ünlü bir ressam ve arkeolog Osman Hamdi beyin yönettiği Sanayi-i Nefise mektebi özellikle Müslüman olmayan öğrencilere heykel, arkeoloji ve resim dersleri verir.Çoğu mimar yada müzikçiler yabancıdır.
Tanzimat edebiyatının içine işleyen Avrupa etkisi ‘yeni edebiyat’ adı verilen başında Tevfik Fikret’in bulunduğu ‘Servet-i Fünun’ dergisiyle doruğa çıkar.
Mehmet Emin Yurdakul yurtsever duygularını betimlemek için halk diline yakın bir dil kullanıyordu. Arap dize kurma tekniği Aruz yerine geleneksel Türk hece ölçüsünü kullanıyordu.
Ulusal Hareketler
Ermeni yoğun illerdeki şiddet 1894 yılında Sasun yöresinde yoğunlaşır. Balkanlarda Makedonya’da, Yunanistan da ve Sırbistan’da örgütlenmeler ortaya çıkar. Girit komiteleri adayı Yunanistan’a bağlamak için çalışmaktadır. 1897 başında Yunanistan, Makedonya ve Girit’teki özlemlerini yerine getirmek için Osmanlı’ya savaş açarlar. Sonuç Yunanistan için felaketle sonuçlanır Mayıs-Haziran 1897. Osmanlının başarısı, Sultan’ın saygınlığına katkı sağlarsa da, Alman askeri danışmanların çok yararı görülürse de diplomatik başarıya dönüşemez. Avrupa devletleri Girit için özerklik konusunda ısrarlı olurlar. Girit’te Osmanlı bayrağı dalgalansa da Girit yitirilmiştir. Adanın Müslümanlarının Ege sahillerine büyük göçü başlar.
Makedonya 1912 yılına kadar Osmanlı kalacaktır. Kosova, manastır ve Selanik şehirleridir bunlar.
Ermeni ulusal hareketinin gelişimi 1800’lerin ortasından beri oldukça hızlanmıştır. Okullar şebekesinin gelişmesi, Ermenice basılan kitap ve gazetelerin çoğalması belirli bir kültürel uyanış yaratmıştır. 1860 Ermeni ulusal hareketinin doğuşu olur. 1862’de Zeytun’da olduğu gibi yerel ayaklanmalar patlak verir. Bu kaynaşma 1876’da Osmanlı Parlamentosunun toplanışına kadar devam eder. Parlamento’da Ermeni milletvekilleri cemaatlerinin özlemlerini ifade etme şansı bulurlar.
Yunan başkaldırısından sonra Ermeniler saray yada Babıali den önemli siyaset kadroları içerisinde yer alırlar. Rumların yerini zaman içinde Ermeniler almıştır.
Ermeni toplumu içerisinde Rus Ermenileri ve Kafkaslar ile ilişkiler kuvvetlenir. Amerikan misyoner ermeni halkın içerisine sızarlar. Böylece özellikle doğu Anadolu’daki ermeni toplumu kendini çevreleyen Müslüman toplumdan kopar. Osmanlı’daki ermeni illeri, Rusya-İngiliz rekabetinin bir parçası olur. Ruslar Ermeni yaylası aracılığıyla İngiliz Hindistan’ı tehdit etmektedir. Birleşik Krallık Rusya’nın Ermenileri korumasından kaygılanmaktadır. Bu nedenle osmanlı’ya baskı yaparak Ermenilerin durumunu düzeltecek reformlar peşindedir. Ruslar benzer şekilde İngilizlerin Doğuya ayak basmasından çekinir. İki devlet birbirini kollamaktadır.
1878’den sonra Ermeni hareketi Bulgar bağımsızlığı modelini kendine örnek alır. Bulgar bağımsızlığı Avrupalı devletlerin müdahalesi sonucu elde edilmişti. Aynı zamanda Bulgar komitelerinin bölgede uyguladığı şiddet öğesini de unutmamak gerekir. Ermeniler de aynı doğrultuda 1880 yıllında ilk devrimci partileri kurmaya başladılar. Yığınlardan kopuk aydınlarca kurulmuş bu partiler Rus popülizmden esinlenir. Amaçlarına terörizm ve silahlı mücadele ile varmayı hedefler.
Doğu Anadolu 1878’den sonra dışarıdan Ruslar ve İngilizler, içeriden de Ermenilerce tehdit altındadır. Tedbir olarak Kafkaslardan göç edenleri Rusya ile sınır bölgelerine yerleştirerek Müslüman bir duvar örülmek istenmiş ardından 1891’de Rusların Kazaklarına benzer yapıda Doğu Anadolu'nun yerel halklarından özellikle Kürtlerden Hamidiye Alayları oluşturulur. Günümüzün Korucu sistemi gibi halkın silahlandırılarak özel amaçlar için kullanılması için örgütlenilmişti.Bunlar İstanbul’da Sultanı koruyucu birliği, Doğuda ise asayişi sağlamak yani Ermenilere karşı durmak için oluşturulmuşlardı.
1894 yazında Hençak militanları Samsun ilçesinde Ermenileri ayklanmaya teşvik eder. Bir yıl sonra İstanbul’da Babıali önünde polis ile militanlar çatışır. Ağustos ayında Osmanlı Bankasını 1 gün istila ederler. Olaylar sert bir şekilde bastırılır. Ermeni ulusal hareketinin terör ve şiddete başvurması İstanbul Ermeni burjuvasinin hareketten soğutup uzaklaştırır. Ermeni ulusal hareketi bölünmüştür. Birkaç yıl önemli bir hareket olmaz.
1894-1896 yılları arasında çatışmalar derin yaralar açar. 100 bin dolayında Ermeni ABD’ye yada Kafkasya ötesine göç eder. Müslüman halk ile Ermeniler arasında uçurum derinleşmektedir.
Almanya’nın artan ilgisi
1898 Ekim ayında Alman İmparatoru II.Guillaume Osmanlı’ya resmi ziyarete bulunur. İstanbul’a ikinci ziyaretiydi. İstanbul’un ardından Kutsal Toprağı ziyaret ettiler. İmparatordan biraz önce gelen Alman işadamları kazançlı projeler aldılar. Bağdat demiryolu bunlardan en önemlisiydi.
Bu dönemde Rusya ve İngiltere başka dünyalardaki sorunlarıyla uğraşmaya başlamış Osmanlı’dan uzaklaşmıştı. Bu boşluğu Almanya dolduracaktır. Aslında Almanların ordudaki varlığı 1830 lu yıllarda Prusya’lı subayların Osmanlı ordusunda eğitici subay olarak bulunmasıyla başlar. Prusya'lı Von Moltke bunlardan birisidir. Daha II.Mahmut döneminde Osmanlı askerlerini eğitmek için İstanbul'da bulunmuştu. Daha sonra ülkesine dönüp Genelkurmay başkanı olacaktır.
Abdülhamit döneminde Almanya Osmanlı ordusunu eğitir. Orduyu silah ve cephane ile donatır. Deniz kuvvetlerinden çok kara kuvvetlerine önem verilir ve yenilenir. Osmanlı ordusu Mauser tüfekleri ve Krupp toplarıyla donatılır. Ordunun yenileşmesinin ilk yararları 1897’de Yunanistan savaşındaki başarıyla gözükür.
(Resim: Mauser tüfekleri. En üstteki Osmanlı için tasarlanmış uzun mavzerdir. )
İlk demiryolları sömürge demiryolları gibi limanları artülkeye bağlamak için tasarlanmıştı. Bağdat demiryolu ise bütün ülkeyi iktisadi gelişmeye açacaktı. Muhacırlar hat boyuna yerleştirilecek böylece değersiz bölgeler değerlenecek, dışsatımı sağlayacak tahıl üretimi artacaktı.
Demiryolu inşaatı çok hızlı ilerledi. Yüzyılın sonunda hattı İran körfezine doğru uzatmak söz konusu olunca işler karıştı. Fransa ve İngiltere projeye katılıp katılmamakta kararsız kaldılar. Sonunda 1903 de Fransa şirkete ortak oldu. Kurulan şirket hat boyunca belirli bir kilometre genişliğindeki ormanları, madenleri, taş ocaklarını işletme hakkı almıştı, arkeolojik kazı bile yapabilecekti. Almanlar Osmanlı İmparatorluğundan geçen bir koridor sahibiydi.
Balkan göçmenler hat boyuna yerleştirilmiş, Konya ovası sulanmış, Adana’da pamuk ekimi ilerlemişti.
Almanların demiryolu imtiyazları Rusya ve İngiltere’yi de heyecanlandırdı. 1900 yılında Rusya Karadenizde demiryolu yapma hakkını elde eder. 700 kilometre yol yaparlar.
Jön Türkler
1902 Şubat ayında Paris’te bir kongre toplanır. Abdülhamit rejimine karşı 50 civarında insan bir araya gelirler. Abdülhamit’in despot yönetimine karşı, liberal görüşlü bu kişiler değişik etnik kökenlerden geliyordu. Aralarında Türkler, Araplar,Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler vardı. Amaçları iç barışı ve huzuru yeniden oluşturmak ve 1876 Anyasasına dönmekti.
JönTürk hareketi 1889 yılında Fransaız devriminin 100. yılında doğar. İstanbul Askeri Tıbbıye Öğrencileri Abdülhamit rejimine karşı gizli bir örgüt kurarlar. Hücreler şeklinde örgütlenirler. Örgüt daha sonra diğer yüksek okullarda ve Askeri Akademilerde de kendisine yandaşlar bulur. Öğrenciler ağzından Yaşasın Sultan dan çok Yaşasın Anayasa kelimeleri dökülür.
1895’te iki Jön Türk aydını sürgündeki muhalefetin liderleri olarak sivrilmeye başlar. Bunlar Ahmet Rıza bey(1859-1930) ile Mizancı Murat Bey(1853-1912) dir.
Ahmet Rıza bey Galatasaray lisesinin eski öğrencisi olup Fransa’da Ziraat konusunda yüksek öğrenim görmüş, Bursa da milli eğitim müdürlüğü yapmış. Düşüncelerini gerçekleştirme olanağı olmadığı görünce yeniden Fransa’ya dönmüştü. 1895 yılında Paris’te Meşveret gazetesini çıkararak Abdülhamit rejimine karşı mücadeleye başlar.
Mizancı Murat bey Kafkasya kökenli olup, Rusya’da yüksek öğrenim görmüş, Mülkiye’de tarih hocalığı yapmıştı. Çıkardığı Mizan adlı gazete ile başarı kazanır fakat 1895 yılında Kahire’ye göç etmek zorunda kalır. Murat bey gazetesi Mizan’ı Kahire’de çıkarmaya devam eder. Sürgündeki aydınlar tarafından sevilmektedir.
Sultan 1896 yılından başlayarak dışarıdaki muhalefeti susturmaya çalışır. Önce bulundukları ülkelere Osmanlı elçileri aracılığıyla baskılar yapar. Muhalifleri bölüp parçalamak için gizli polisini devreye sokar. En başarı kazandığı yöntemi bu kişilere yağlı işler bulmak oldu. Gerçekten de Mizancı Murat Bey ülkeye döndü, birçoğu da elçiliklerde görevlendirildiler.Bu dönek davranış Jön Türkleri halkın gözünde alçalttı.
Bu arada polis Askeri Akademide bir komployu ortaya çıkardı ve 100 kadar subay öğrenci Trablusgarp’e sürgüne gönderildi.
1899’da Abdülhamit’in eniştesi Damat Mahmut Paşa ile oğulları Sabahattin ve Lütfullah Beyler yurt dışına çıkarak Jön Türklere destek vermeye başlarlar. Damat Mahmut Paşa Bağdat demiryolunun İngilizler yerine Almanlara verilmesine karşı çıkmıştı. İsteği olmayınca oğulları ile ülkeyi terk ederek muhalefete destek vermeye başlamıştı.
Paris’te 1902 Jön Türk kongresi yapılır. Damat Mahmut paşa’nın oğullarının girişimleriyle toplanan kongre grubu bölünmeye götürür.
Orduyu hareketin içerisinde çekme konusunda herkes hemfikir olduğu halde Avrupa’nın müdahalesi konusunda iki farklı görüş oluşur. Prens Sabahattin bey ve destekçileriyle Ermeni kökenliler İngiltere ile Fransa’nın desteğine başvurmayı talep ederken buna Ahmet Rıza bey ve yandaşları şiddetle karşı çıktılar. Gerekçeleri ise bunun İmparatorluk için çok büyük tehlike yaratacağıydı. Grup Prens Sabahattin bey ile Ahmet Rıza bey arasında bölünmüştü.
(Resim: Sosyolog Prens Sabahattin bey)
Damat Mahmut paşa’nın oğlu Prens Sabahattin(1877-1948) Saray’da doğmuş 22 yaşında Avrupa’ya göç etmişti. Türkiye’nin gerçeklerini çok iyi tanımıyordu. Fransa’da sosyoloji’nin hayli etkisinde kalan Sabahattin Abdülhamit’in despotluğuna son vermenin yetmeyeceğini dile getirerek, bu despotluğa yol açan sosyal nedenlerinde araştırılması gerektiğini söylüyordu. Sabahattin bey Osmanlı toplumunun gelişememesini cemaatçı toplum olmasına bağlıyordu. Eğitim yoluyla özel girişimi geliştirmek , yerinden yönetmeyi kurmak istiyordu (adem-i merkeziyetçi). Özellikle yerinden yönetim gayrımüslüm toplumlarca destek buluyordu(Ermeniler ). Düşüncelerini yaymak için 1906 yılında Paris’te Terakki adıyla gazete ve bir dernek kurdu.
Liberal Prens Sabahattin’in karşısında Ahmet Rıza bey vardı. Otoriter ve merkeziyetçi bir yönetimi savunuyordu. Avrupa ülkelerine ve ülkedeki hiristiyan azınlıklara güvenmediği için yerinde yönetimci bir sistemin parçalanmaya neden olacağını düşünüyordu. Ona göre halklara özgürlük verilmesi bir ihanetti.
Jön Türkler nasıl eyleme geçilmesi gerektiği konusunda kararsızdı. Şiddet ve terörizm mi uygulanacaktı. Sabahattin bey İngilizlerin de yardımıyla 1903 de böyle bir şeyi denedi ama sonuç başarısız oldu. Ahmet Rıza bey ise zaten yasal yollara bağlı kalmak istiyordu. Bu durumda tek bir çözüm vardı. Orduyu devreye sokmak. Ahmet Rıza bey bu konuda 1906 da bir kitap yazar ‘ Askerin Ödevi ve Sorumlulukları’. Subaylar ulusun en nitelikli ve en yurtsever öğeleri olduğundan ülkenin siyasal yaşamına yön vermek onlara düşüyordu. Devrimci askerlerden görevlerine sahip çıkmalarını istiyordu.
Bu bir bayrak yarışındaki bayrak değişimiydi. Yurt dışındaki Jön Türk muhalefetinin yerini Türk subayları alıyordu.
Devrime doğru
1905’te Japon’ların Rus’ları yenmesi tüm Asya’da olduğu gibi Osmanlı’da herkezi sevinçe boğar. Zafer anayasalı bir devletin Japonya’nın olmuştur. Ardından ertesi yıl İran’da anayasalı bir rejimin doğuşu görüşleri değiştirir. Mutlakıyetçi rejimin sonu yakındır.
İçeride de 1905 yılında bir ermeni sultanı öldürmeye teşebbüs eder. 1904 yılında Makedonya da Avrupalı devletlerin askerlerinden oluşan bir jandarma birliği yerleşir.
Sadece Makedonya’da değil ülkenin çeşitli yerlerinde kaynaşmalar vardır. 1906 yılında Şam’da bir grup genç subay gizli bir dernek kurmuştur. Mustafa Kemal’in de içerisinde bulunduğu bu grup Selanik deki muhaliflerle temas halindedir.
Bu arada Makedonya’nın başkenti Selanik imparatorluğun en modern kentlerinden birisidir. Halkın %40 yahudi dir. Avrupa’ya açılan bir limandır, Kentte bir burjuva tabakası gelişmişti.
Selanik’te 1906 Ağustos’unda Osmanlı Hürriyet Komitesi oluşturulur. Başlangıçta 10 üyesi vardır. Talat da Selanik Posta İdaresinde memurdur. Hücreler halinde örgütlenirler. Militanlar subay yada memurdur, çoğu gençtir. Yüksek okul bitirmiştir. 1889 Jön Türk hareketinin çekirdek kadrosuna göre bu grup daha çok Türk elemandan oluşur. Aralarında Saray’dan uzaklaşmış eski subaylar yoktur. Öğrenci değil toplum ile kaynaşmış kişilerdir. Hepside Avrupa’nın müdahalesine karşıdır.
Hareketin başında lider kadrolar Selanik mason locasına girerek rahat çalışma fırsatı yakalamışlardır. İki yıl içersinde 15 bin üyeye ulaşırlar. 1907 yılında Paris’te Ahmet Rıza beyin yönettiği İttihat ve Terakki Komitesi ile Selanik Komitesi birleşme kararı alır. Birleşme sonucunda Selanik ekibi etkin olur. Merkez de Paris’ten Selanik’e kayar.
İmparatorlukta 1906 yılında Erzurum’da bir baş kaldırı tezgahlanır. Yeni vergilere son verilmesi ve Hamidiye alaylarının kaldırılması istenmektedir. Bir ordu gönderilerek ayaklanma bastırılır.
1906-1907 yılı çok sert geçer, fiyatlar yükselir. Un , yakacak odun, kömür bulunmaz olur. Kışlalardaki askerler ücretlerinin ödenmediği öne sürerek ayaklanmalar çıkarırlar. 1906 yılında 4, 1907’de 13 ve 1908 yılında ilk altı ayda 28 ayaklanma olur.
Rus çarı II Nikola ile VII.Edouard 1908 Haziran ayında bir araya gelerek ülke paylaşmalarını konuşur. Alman ve Avusturya ise bu dialoğu etrafa yayarak yangına körükle gider.
Devletin parçalanması önlemek ve anayasayı yeniden yürülüğe koymak için hemen harekete geçilmesi gerekmektedir. Jön Türk devrimi kahramanlarından Niyazi bey yandaşlarıyla birlikte 3 Temmuz’da dağa çıkar.
Devrim başlamıştır..
Niyazi Bey
Ahmet Niyazi Bey 1873 yılında bugün Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır ili yakınlarındaki Resne kasabasında doğmuştur. Bu nedenle Resneli Niyazi Bey olarak anılır.
İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden olup II. Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri olarak ve 1903 deki Türk Yunan savaşındaki başarılarından dolayı ün yaptı. II. Abdülhamit’in Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra döndüğü Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak karşılandı. 17 Nisan 1913'te Arnavutluk'un Avlonya limanında İstanbul'a gitmek üzereyken koruması tarafından öldürüldü.Hem Meşrutiyet hem de 31 Mart sırasında İstanbul’a gelen kuvvetlerin içerisinde Niyazi Bey en önde gidenler arasındaydı. Başındaki şapkanın üzerinde “Vatan Fedaisi” yazmaktaydı. Türk Yunan savasında gösterdiği başarı ve esir aldığı Rum askerlerinden dolayı Kendisine Padişah yaverliği ünvanı verilmek istenmiş ancak kendisi ,kazaskerin 13 yaşındaki oğluna da aynı ünvan verilmesi üzerine bunu reddetmiştir. .
1913 yılı Nisan ayının 29’unda, yani 95 yıl önce Arnavutluk’un Avlonya limanına 8 kişi geldi. Sivil giyimliydiler. İstanbul’a kalkacak vapuru bekliyorlardı. İçlerinden biri bilet almaya gitmişti. Tam bu sırada üç el silah patladığı duyuldu. İki kişi yere yuvarlandı. Birkaç el daha ateş edildiği görüldü. Herkes kaçışmıştı. Orada bulunanlar, kırçıllı bir paltonun içindeki sivil giyimli şahsı zar zor tanıdılar. Bu, Resneli Niyazi Bey idi. Öldürülme sebebi karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle "Ne Şehittir Ne de Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi" deyimi yerleşti.
Şişli Etfal Hastahanesi
1893 yılında padişah Abdülhamit'in emriyle 32 yaşındaki Dr. İbrahim Bey, Almanya'da ihtisasa gönderilir.1,5 yılını Bonn'da Prof.Dr. Friedrich Schultze'nin kliniğinde ve Prof.Dr.Dittmar Frinkler ile Dr. Water Kruse'nin Hijyen Ensti- tüsünde bakterioloji ve hijyen konularında çalışarak sürdürür. Daha sonra Berlin'e geçerek Robert Koch Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsünde 16 ay kalır. Son 8 ayını ise Prof.Dr.Adolph Baginsky'nin Çocuk Hastalıkları Kliniğinde geçirir ve 1896 yılında yurda döner.Deniz Hastahanesi uzman hekimliğine atanır. 1898 yılı Şubat ayının 12'sinde saraya çağırılır ve 2.Abdülhamid'in kızı 8 aylık Hatice Sultan'ın hastalığını tedavi etmesi istenir.Muayene eder, önceden konulan difteri tanısını doğrular ve çocuğun konvülsiyon geçirmekte olduğunu, prognozun maalesef ümitsiz bulunduğunu, Padişahın kendisini büyük üzüntüye hazırlanmasını söyler. Nitekim Hatice Sultan aynı gün öğleden sonra vefat eder.
Padişahın kızının anısını yaşatmak üzere bir hayır yaptırmayı düşündüğünü söylemesi ve fikrini sorması üzerine, koskoca Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde henüz bir çocuk hastanesi bulumadığını ifadeyle, çocukları hastalıklardan koruyacak, hastalananları tedavi edecek ve en ileri tıp araştırmalarından yararlanarak incelemelerde bulunacak bir çocuk hastanesi kurulmasının çok uygun olacağı konusunda telkinde bulunur.Padişah bir gün düşündükten sonra öneriyi kabul eder ve Dr. İbrahim Bey'i bu işe memur ettiği gibi aynı zamanda saray hekimi olarak yanında alıkor.
18 Şubat 1898'de hastaneyi kurmakla görevlendirilğinde Dr. İbrahim Bey 37 yaşındadır.12 Mayıs 1899'da hastanenin baştabipliğine atanır.13 Mayıs 1898'da temeli atılan hastane, 5 Haziran 1899 da hizmete açılır.
Hastanenin 1908'den sonraki durumu Abdülhamid II'nin tahtan indirilip 27 Nisan 1908'de Selânik'e gönderilmesinden sonra Hamidiye Etfal Hastanesi hâmisiz kalmış ve ihmale uğramıştır. Hastanenin yönetimi önce Maliyeye, kısa bir zaman sonra da İstanbul Belediyesi Sağlık İşleri Müdürlüğüne devredilmiştir.Bu işlemler birkaç ay içinde cereyan etmiş ve hastane yöntemi 1 Ekim 1908'de tamamen Belediyeye bırakılmıştır.