28 Haziran 2004 Pazartesi

Viyana Yollarında

( Bir anı öykü )

Aylardan şubat. Her yerde kar ve tipi var. Ağaçlar beyaz giysilerini giymiş, doğa beyaz yorganını çekmiş üstüne.

Paris Simplon Ekspresinin Sirkeci Garından kalkışına dakikalar kaldı. Yurdumdan ayrılacağım için duyduğum buruluk, önümdeki günlerin hyaliyle heyecana dönmüştü . Hem sevinçliydim hem de ayrılık üzüntüsü içinde; ruh halim karma karışıktı.

Yol boyu köyler, evler, bahçeler, tarlalar, insanlar gördüm. Art arda istasyonlar ve gene insanlar... trenin tekerleklerinin tak, tuk sesleri ve arada bir boğuk sesi...

Gidiyorduk : Edirne, Dedeağaç, İskece, Kavala, Selanik, Üsküp, Priştina ve Belgrad diye. Ve gecenin karanlığında kah uykulu, kah uyanık. Güneş doğarken komünist apartmanları, işçi lojmanları ve geniş caddeleriyle Belgrad gözlerimin önündeydi. Zagreb e ulaştığımızda garı çok kalabalık gördüm. Burası öncekinden sanki daha sıcak bakıyordu biz yolculara. İnenler, binenler, eşyalar, çoluk çocuk bağırışlar, çağırışlar... Trenin pencereleri büfe gibi çalışıyordu.

Kompartumanımızın kapısının açıldığı koridorun penceresinde orta yaşlı bir adam, dirseklerini dayamış, başı dışarda. Belli ki kompartuman sıcak, onu sıkmış. Hem serinlemeye çlışıyor, hem de insan manzaralarını seyrediyordu. Bir başka adam geldi. Aynı pencereye yanaştı. Öteki adamın üstüne abandı. Sanki aşağıda birini görmek istermiş gibi. Gözlerim üstündeydi. Son gelen ötekinin arka cebinden cüzdanını çekip aldı ve koşarak orayı terk etti. Ben çarpılan adamı hemen uyardım. Polis ! Polis diye bağırarak koştu ardından.

Yolların ayrıldığı yere gelmiştik. Gar binasındaki yazıya göre burası Maribor olmalıydı. Burada bizim trenin yolcularına anons edilerek, Viyana ya gideceklerin bekleyen trende yerlerini almaları isteniyordu. Kadın erkek, çoluk çocuk, valiz, çanta, hemen her dilden havada uçuşan sözcüklerle, bır telaş içinde trenin vagonları doluverdi.

Ağır bavulumla vagonun koridorunda sürtünerek ve başımı uzatarak aradığım yeri sonunda buldum. Ancak bavuluma üç kompartman geride yer bulabilmştim. Aynı yerde değildik. Aramızda üç kopartman vardı.

Koridorun kapısı açılınca iki polis ile bilet kontrolörü göründüler. Parlak sarı düğmeleriyle siyah elbiseli, asık suratlı bir görevli pasaport kontrolü yapıyordu. Arkasından gelen ise biletleri kontrol eden kişiydi. Bizimkileri bitiren görevliler arka kompartmanlara geçtiler. Sonra tren hareket etti ve sınırdan geçerek Avusturya nın Spielfeld garında durdu. Aynı işlemler burada tekrarlanacaktı. Geldiler ve kontrollarını hızla yaparak bana kadar ulaştıklarında ummadığım bir durum beni çok üzmüştü. Avusturya güvenliği :
-Sizin eşyalarınız nerede
diye sorunca, var, göstereyim diye ayağa kalktım.Polisle üç kompartman geriye gittik. Gittik ama , ne görsem beğenirsiniz? Bavulum koyduğum yerde yoktu. Başımdan kaynar sular döküldü. Mahcup, endişeli ve panik içinde orada oturanlara sordum.:
-Burada benim bavulum vardı. Bakınız yok. Kim aldı biliyor musununuz?
İşçi kılıklı biri yarım Almanca ile dedi ki:
-Yugoslav polisi, sahip çıkan olmayınca alıp götürdü.

Ne yapabileceğimi bilmediğimden şaşkınlık içindeydim. Yanımdaki polisten yardımcı olmasını rica ettim. Çaresizlikten dokunsalar ağlayacaktım. Gel benimle dedi polis. Birlikte gar şefliğine gittik . Olayı anlattık. Pasaportumu incelediler. Şef aldı ve çekmecesine kilitledi. Bana dönerek:
-üzülme, çözümleriz. Dedi.

Hemen Yugoslav polisine telefon ederek durumu anlattı.Onlar da bavulun ellerinde olduğunu, kilidini açarak içindekileri incelediklerini, yasaklı bir durumun bulunmadığını ve gelecek ilk trenin makinistiyle gönderbileceklerini söyleyince içim rahat etti

Her taraf bembeyaz. Karla kaplı, soğuk bir şubat günüydü. Şefin odasındaki sobadan yayılan tatlı sıcaklık, iliklerime kadar ısıtmıştı beni. Şef saatına baktı ve ayağa kalktı.Bana dedi ki:
-İstersen salona geç. Orda da soba var. Şimdi işçiler gelirler. Orada yemek de yiyebilirsin

Karnım doyunca moralim de düzeldi. Bir de bavuluma kavuşsaydım... Salonda beklemeye başladım. Giderek sobanın ateşi sönüyordu. Ayaklarım üşümeye başladı. Gözüm saattayken, trenin keskin düdük sesi duyuldu, uzaktan. Hemen şefe koştum :
-Geliyor, geliyor ! dedim sevinçle.
-Duydum dedi.


Ve geldi. Şefle makiniste vardık. Bavulum makinistin ayaklarının dibindeydi. Onu kapacak gibi bakıyordum. Şef aldı ve bana verdi:
-Haydi! Atla trene dedi.

Atladım. Bu kez bavulumla aynı kompartumanda yer aldık. Rahattım ve gidiyorduk. Görevliler gene kontrola geldiler. Bu kez memura karşı güçlüydüm; Bavul yanımda yaa. Cesaretle gösterdim. Memur baktı ve geçti. Arkasından gelen polis pasaportlara bakıyordu. Benimkini istedi. O anda ne olduğumu bilemedim. Yığılacağım sandım. Kendimi toparlayınca, akılsız kafam, pasaportumun Şefin masasında kilitli kaldığını hatırladı. Olayı polise anlattım. Polis inanmak istemedi, kuşkulandı. Graz kentine gelmiştik. Tren durunca polis beni alıp gar müdürüne götürdü. Hikayeyi dinleyen müdür, bir önceki istasyona telefon etti. Cevap alınca inandı ve bana bir işlem yapmadan bıraktı. Ancak ben pasaportsuzdum. Şef, pasaportu ilk gelecek trenle göndereceğini söyleyince içime su serpildi. Viyana garında , polisle irtibatlı olarak geceyi geçirmek , kulağıma küpe oldu. Uymadan geçirdiğim gece boyunca acemiliğime, bilgisizliğime ve unutkanlığıma hem şaşıyor, hem kızıyordum.

28/6/04
Sivrihisar-Yavşan

İbrahim Karaca