22 Haziran 2004 Salı

Marifet İltifata tabidir

Liseyi bitirince girdiğim üniversite sınavında yeterli yuvan alamadığımdan başarısız sayıldım. Bu sonuç beni evde oturup, ev kızı olmaya mahkum etti. Üzüldüm elbet Ama kendimi haklı çıkartacak dayanaklar da bulmadım değil. Elalem cepler dolusu paralarla özel dershanelerde hazırlanırken, onlar kazanamayacak da ben mi kazanacaktım. Evet ! Aynen öyle oldu. Üniversiteleri zengin çocukları kazandılar.
Babamın belli bir işi yoktu; bulduğu işe gidiyordu. Bu nedenle de geliri hem düzenli değildi hem de yeterli...Ben ise yoksul bir ailenin bireyiydim. Ailemden bana miras olarak geçen yoksulluğu kader bana gömlek diye giydirmiş, çıkartıp atmaya gücüm yetmiyordu.
Üniversiteden umudunu kesen ailem, beni bir işe yerleştirmek istiyor, lakin uygun bir iş bulamıyordu. Kolay mı hemen bir iş bulmak. Duyduk ki bir bakanlık sınavla memur alacakmış. Gazete haberi beni heyecanlandırdı ; çünkü aranan koşullar bende vardı. Hemen başvurdum. Girdiğim yazılıyı kazandığımı öğrendiğimde dünyalar kadar sevinmiştim. Ne var ki ardından Mülakat dedikleri yüz yüze görüşme yapılacaktı. Bu beni kuşkulandırıyordu.
Mülakata alındım. Sonucun açıklanması uzun sürmedi. Listede adımı heyecanla aradım ki ; yoktu. Demek, kazanamamıştım. Hayır, kazandırılmamıştım. Başım önüme eğik evin yolunu tuttuğumda kendi kendime : Benim içime doğmuştu. Bana yedirmezler, demiştim. Yedirmediler, boyunları altında kalasıcalar, devrilesiceler.

Bizim bahçede bir kiraz ağacı vardı. Her ilkbahar gelişte pembe-beyaz çiçeklerine bakarak biz onu gelinlik giymiş bir kıza benzetirdik. Bu gelin kızın ezeli bir korkusu vardı : Bir gece zalim soğuk ansızın gelecek ve tüm çiçekleri donduracak. Bu korku o ağacın içinden hiç çıkmadı. Gelirdi bir gece mutlaka o zalim, yakardı soğuğu narin çiçekleri. Ertesi sabah güneş doğduğunda gelinlik çıkartılmış, onun yerine karalar giydirilmiş gelin kız, halinden utanç duymazdı ; çünkü o Doğa olayında kiraz ağacının bir kusuru yoktu.
O kiraz ağacıyla kader birliğimiz varmış meğer.

Annem ve babam benim kadar üzülmediler. Babam söylüyordu dayısı olmayanın giremeyeceğini. Benim dört duvara mahkum oluşum komşulara bile dert olmaya başlamışlardı. Sözde ilgileniyorlardı : Hani koca mı var. Bari okusun ya da bir işe girsin. Kurtulsun şu evden.

Hiç beklemediğim bir günde komşulardan biri, elinde adres yazılı bir kağıtla geldi. Adresi kapınca doğru çarşıya. Buldum o yeri. İçeriye dalmak istediysem de koruma görevlisi bırakmadı. Maksadımı söyleyince beni alıp bir adamın odasına götürdü. İş için geldiğimi söyleyince, bir form doldurttuktan sonra, daha büyük olduğunu sandığım bir yöneticinin odasına çıkardılar. O da bazı sorular sordu:
Sen çay kahve tapmasını bilir misin?
Bu sorunun neden gerektiğini anlayamamıştım. İçtenlikle yanıtladım.
Elbet bilirim.
Nerde öğrendin? Bir yerde çalıştın mı?
Çalışmadım ; çünkü öğrenciydim. Bu işleri annem bana gördürürdü.
Burada ne iş yapacağını biliyor musun?
Bilmiyorum.
Burası sizin evinize benzemez.. Bizlere ve konuklarımıza düzgün servis yapabilir misin?
Yapabilirim. Bilmediklerimi de burada öğretirler bana.
Burada şirketin çay ocağını işleteceksin. Yapabilir misin?
Yaparım.
Bu iş oldu dedim kendime. Sevindim. Başka sorular bekledim, gelmedi.O, konuşmuyordu. Sonra genel müdür olduğunu öğrendiğim adam, beni süzüyor belki de aklından şunları geçiriyordu : Yirmi bir yaşında, orta boylu, balıketi, beyaz tenli , kestane rengi saçlı ve de öğrenim görmüş. Bizim ocak için bu kadarı çok bile. Bakarız, işimize gelirse ileride başka görevler de veririz.O, bunları düşünürken ben de merakla onu ve odayı inceliyordum. Oda çok lüks idi. Ben öylesini yalnız filmlerde görmüştüm . Adam orta yaşlarını yaşıyor. Siyah saçlı, kravatlı, ceketsiz, mülayım görünüşlü. Kendimi yarınlarda bu dekorun. Bir fügüranı gibi hissettim ve sevindim.
Genel Müdür telefonla yardımcısına talimat verir:Kız yarın işe başlasın.Bir haftalık da avans verin. Deneyelim. Sonra kararımı bildiririm size.
Ben o gün sevincimden otobüse bile binmeyi akıl edemeden eve döndüm. İstekler, emeller, hayaller hora tepiyordu kafamda.Ömrümde bir arada görmediğim kadar parayla eve dönüyordum. İlk maaşımla aldığım pastayı eve getirince gözleri yollarda kalan anneme sevinçli bir sürpriz yaşattım. Annemin, pasta denen tatlıyı unutmuştum sözü, özümden yaralamıştı beni. Babam oldu olası sevincini belli etmeyen bir adam. Babama önce pasta ikram ettik. Onun mutluluğu kaçmadan, getirdiğim paraları koydum önüne. Hepimizin, kuruduğunu sandığımız gözyaşının süzülüşünü görmek duygularımızı kabarttı; kalktım, sarıldım ve öptüm babamı. Meğer insaniyet, ongunluk ve aile mutluluğu buymuş.

Ertesi sabah iş yerimde erkenden çayı demledim, çalışanlarımızın gelmesini beklemeye başladım. Sekreter Sevgi Abla telefonla bir kahve istedi, Genel Müdür için. Elim ayağım dolaştı, çünkü kendime güvenim yoktu. Ya beğenmezse, ya davranışıma, kılık kıyafetime kusur bulursa...Aksilik bizim evde kırk yılda bir kahve pişer, onu da annem bana düşürmez. Bu bir sınav olacak benim için. Deyip kahveyi sürdüm ocağa.
O gün en şık giysilerim üzerimdeydi : Beyaz buluz ve diz üstü siyah etek, ayaklarımda çorap ve yarım yüksek ayakkabılarım... Ve elimde değerli bir tepside, mavi renkli Kütahya porseleni fincanla, Genel Müdürün kapısını açtım ve önce bir lahza durakladım, sonra masanın boş yerine fincanı ve yanında bir bardak suyu bırakıp, hafifçe selamlayarak konuşmadan çıktım.
Beklediği kahveye istekle elini uzatan Genel Müdür, önce kahvenin köpüksüz oluşuna bozulur gibi olur, ama belli etmez. Sonra bir yudum çektiğinde yüz ifadesi değişir. Genel Müdür: Anlaşılan bu kız evlerinde ya hiç kahve yapmamış, ya da onların zevk anlayışı böyle, yorumunu yapar. Fincanı almaya geldiğimde durup onun yüzüne baktım. Ödüm kopuyordu olmamış diyecek diye. Oysa o başını kaldırdı, durakladı bir an sonra olmuş, iyi iyi sözcükleri döküldü dudaklarından. Sevincimle karışık heyecanımın yanaklarıma vurduğunu hissettim. Çıkmak üzereydim sesini duydum ve döndüm. Bir dahakinin şekeri az, kahvesi bol olsun. Bir de ben kaynak sevmem. Sevgi Ablan söylemedi mi? Anladın değil mi? Kapıyı yavaşça kapattım.
Benim oldum olası kendime güvenim yoktur. Okulda da böyleydi. Patronum bana kahvesinin formülünü vermişti. Bunu aynen uyguladım. Beni yüreklendirmek için kahvesinden olsun, çayından olsun bir nefes çekince derince bir ohhh ! çeker, iyi,iyi bu seferki daha iyi derdi. Beğenildikçe sevinirdim. Kendime güvenim artar, arttıkça da işimi daha düzgün yapardım.
Bir hafta sonra Patronum benim yeteneğimi yeterli bulur ve bu nedenle yardımcısına tayinimi yapmaları için direktif verir. Yardımcı, Genel Müdüre der ki : İlk günler yaptığı kahve ve çayın bir şeye benzemediğini eminim ki siz de fark etmişsinizdi. Ama, son günlerde düzeltti. Ben yol verin gitsin diyeceksiniz sanmıştım. Genel Müdür : Ben onun yetenekli olduğunu anlamıştım. Onun için kızı sürekli yüreklendirdim. Eğer aksini yapmış olsaydım daha ilk günden bırakıp giderdi. İşte başarının sırrı burada, önce özgüven, sonra sebat
İşimi sevdim, kendimi sevdirdim ve oradan emekli oldum.

22 / 06 / 2004
URLA