29 Eylül 2004 Çarşamba

Sağlık Olsun

Son model, küçük bir arabam vardı. Onu gözümden bile kıskanırdım. Çünkü nice yoksunlara katlanmıştım ona sahip olmak için. Oldu sonunda. Küçük bir araba ama, genç yaşımda bana mutluluk budalası olacak kadar keyif veriyordu. Çevremde dolaşan arıların sayısını da artırmıştı. Sabahları herkes ortadayken, kalabalığı yara yara geçmek, öğünç duygularımı kabartırken, kimbilir kaç kişinin de kıskançlık duygularını tetiklerdim. Olsun, ben mutluyum ya... Gerilmiş yaylarda bana atılacak okları görür gibiydim.

Yollarda kendi halimde gidip, gelirdim. Fiyaka, gösteriş, yarış, çalım gibi mantık ve kural dışı davranışlardan sakınarak.

Buna karşın bir gün bir arı tebelleş olmaz mı? Pirestiji yüksek bir otonun eski ve yıpranmış bir modelinde bir eşek arısı. Bir sabah olsun peşimi bırakmıyor kah ardımda, kah önümde, sağımda solumdaydı. Amacının ne olduğunu kuşkusuz anlamıştım. Eşek arısı değil mi bir şeyin kokusunu almıştır.

Üç gün, beş gün, onbeş gün hep peşimde. Daha sonraki günlerde korna sesiyle dikkatımı çekmeyi denemeye başladı; günaydın der gibi. Kim bilir alabros tıraşlı kafasında nice planları vardı Çapkın mıydı, ya da pis zampara.

Sevmedim bu takip işini.

Peşimi bırakmadı. Neredeyse yol arkadaşım olmuştu. Benden bir yakınlık , karşılık ve ilgi görmemesine karşın kör inadını sürdürüyordu.

Ahh.Körolası adam... Ruhumun derinliklerinde uykuya dalmış merakımı uyarmayı başardın , sonunda kör inadınla.

Kimdi bu adam? Niçin onun hakkında kötü düşünüyorum. Peşin hükümlü olmak ne sağlar. Bakarsın iyi bir insandır. Düşünceleri, davranışları, durumu, hali vakti yerinde birisi olabilir. Hatta hayırlı bir kısmet...neye olmasın? Kısmetin nerede insanın karşısına çıkacağı belli olur mu?
Madem öyle,yarın selamına karşılık vereyim. Ne zararı var.?”

Yarın olur, adam yoktan var olur. Gene selam ve arkasından benim kornanın sesi. Kim bilir karşılıklı iki kornanın sesi, nikah masasını çağrıştırmış olabilir. Belki bunu bir uyuşma, bir anlaşma gibi algılayabilir.

O gün geceden beri yağan yağmurun dineceği yoktu.. Özel otosu olmayanların canını burnuna getirdiğini anlamak benim için hiç de zor değildi. İnsanlar duraklarda sırt sırta, omuz omuza istif edilmiş çuvallar gibiydi. Daha düne kadar o çuvallardan biri de bendim. Yollar göl gibi, selle akıyor ırmaklar gibi. Elektrik tellerine çarpan rüzgar, uluyan kurtlar gibi sesler çıkartıyordu. Biliyorum Sevinç şimdi pencere önünde işe nasıl gideceğini düşünmektedir. Ona. bir sürpriz yapayım, dedim. Kapılarının önünde durunca, o, beni daha önce gördü ve işaret etti: Geliyorum diye.Geldi ve kapıyı açınca , ondan önce parfüm kokusu doldu arabaya. Sonra şiş göz kapakları ve hiç uyumamış gibi fersiz gözleriyle ve başında eşarp ve ıslak papuçlarıyla daldı arabaya.
Bitmeyen sorunlarımızı konuşarak gidiyorduk. Aklım o adama takılmıştı.. Yanımda Sevinç olduğundan ona rastlamak istemiyordum. O, netameli yeri geçmiştik. Neyse ki, yoktu. Sevinmiştim. Yol ayırımına geldiğimizde bir de ne göreyim? Beni beklemiyor mu? Dur !işareti yaptı. Durdum. Elinde bir paketle koşarak geldi. İşaret etti camı aç diye. Elindeki paketi kucağıma attı ve ne dediği anlaşılmadan ,geçen arabaların sıçrattığı sular içinde arabasına koştu. Teşekkürümü duymadı bile. Hediyeden pek çok hoşlanan Sevinç benden izinsiz, paketi aldı ve açtı. Sanki hediye ona verilmiş gibi. Paketten bir karton Amerikan sigarası çıkmıştı. Sevinç :
-Yarısı benim dedi.
-Olur olur dedim.

Pakete tutturulmuş bir de kartvizit bulduk. Karttaki tanıtım şöyleydi: Akın Tanyıldızı. Tekel Bayii. Kartın arka yüzünde beni ararsanız memnun olurum diye bir not ile bir de telefon numarası vardı.

Sevinçten utandım. Durumu anlattım. Baktım ki, o kraldan çok kralcı. Rahatladım. Bir ara ikimiz de sustuğumuzda ben, verilen hediyenin ne anlama geldiğini düşünüyordum. Sevinç sessizliği bozarak başladı akıl hocalığına :
-Kız sen deli misin? Böyle adam kaçırılır mı? Bak sana Tekel Bayiiymiş. Onlar zengin olur. Altındaki arabadan belli. Aklını kullan, bu bir şans.

Sevinç ten böyle bir destek beklemiyordum. Yaşlı bulacağını, yakışıklı olmadığını söyleyeceğini bekliyordum. Gerçi, benim de boyuyla posuyla adamı ilk görüşümdü. Ben de biraz geçmiş, biraz kıro, biraz da kısa boylu bulmuştum. Elbet benim de kusurlarım olmalıydı, onun gözüyle. Öncelikle çok hafif de olsa aksaklığım.

Telefon edip etmemekte günlerce duraksadım. Cesaret edemiyordum. Bu işin sonu nereye varır? Altından ne çıkar? Bilemediğim için ağırdan alıyordum. Ne var ki, içime de bir kurt düşmüştü. Hep onu düşünüyor, hayaller kuruyor ve bütün bunlardan da haz duyuyordum. Sonunda aramaya karar verdim.
Uygun bir zamanı yakalayarak iş yerimde çevirdim numaraları. Anında çıktı. Daha adımı söylemeye fırsat vermeden başladı konuşmaya:
-Hele şükür! Ne mutlu sesini duyana. Naber?
-İyilik güzellik. Haberler sizde olmalı. Bir süredir yolda yolakta görünmediniz.
-İstanbul a gitmiştim. Orada hastalandım. Daha dün geldim işe.
-İyileştiniz mi bari.
-Biraz daha boş lafları karşılıklı alıp verdikten sonra maksadını söyledi :
-Bak ne diyeceğim.
-Buyurun.
-Bu gün öğlen yeğinde misafirim olur musunuz?
..................................................................
Birden bu kadar hızlı yakınlaşmayı pek de iyiye yormuyordum. Haydi ver cevabini , bakalım. . Önce bocaladım, sonra oyaladım.
-Bu gün mü?
-Evet.
-Hiç hazır değilim. Başka bir gün İnşallah.
-Peki, yarın için ne dersiniz?
-Yarın mı dediniz? Haftaya bu gün olabilir.
Ağzımdan çıktı bir kez.
-Gelip alayım seni.
-Yerini ve saatını söyleyin, ben kendim geleyim. Böylesi daha iyi.
-Söylüyorum: Pınarbaşı, Adil in Yeri. Saat 12:30. Tamam mı?
-Tamam. Not ettim.
-Görüşmek üzere, hoşça kalın.


İçimden çok hızlı bir adam diye geçirdim. Selamını aldım ardından sigara geldi. Telefonuna karşılık verdim, yemek teklifi geldi. Acaba yemeğin ardından ne gelecek ?

Restoranın kapısında karşılaştık. Park etmeme yardımcı oldu. Yeşillikler ve akar sular arasında bir restoran. Birlikte girdik içeriye. Sevinci gözlerinden yüzüne vuruyordu. Kendince şık giyinmişti. Mavi bir gömlek vardı üstünde, yakası açıktı. Ben ise yarım kollu, mavi, mini entarimi giymiştim. Yüksek topuklu ayakkabılarım ayaklarımda, Duman rengi çoraplar bacaklarımda, siyah çanta elimde, girdik içeriye. Oturduğumuz en güzel masada yaptığı beylik ve yavan komplimanlardan hoşlanmadım diyemem. Kuaförün yaptığı topuz saç modelinin şahsıma asalet verdiğini söylediğinde gururlanmıştım. Ya aksak ayağım için ne diyecekti.? Fark etmiş miydi acaba?

O gün havadan sudan boş laflarla geçti. Daha çok o konuştu ben dinledim. Arabasını değiştirecekmiş, umursamadım, olabilir gibi başımı salladım. Daha doğrusu o anlatırken ben onun yüzünü gözünü inceliyordum. Derin göz çukurları içinde şahin gibi bakan mavi gözleri vardı. Burnu iri ve kemikliydi. Sık ve sert sakallıydı. Yüzünde yaşamın kader çizgileri daha derinleşmemişti. Giydiği ceket bedenine bir numara bol, pantolonunun modası geçmiş ve ütüsüzdü. Çok az gülüyor, daha doğrusu gülümsemekle yetiniyordu.

Bu bir tanışma yemeği olduğundan uzatmak istememiştim. Merak ettiklerimle ilgili az çok bilgi sahibi olmuştum. O bunca konuşmaları arasında dul ve bir çocuklu olduğunu ağzından kaçırmış, ben de üstüne varmamıştım. Dakikalar ilerledikçe içimdeki olumsuz kanaat güçleniyordu. Sanki akar suyun çevrede yarattığı serinlik bizim masaya da gelmişti
Ona gelince: Sanırım sol ayağımın biraz kısa oluşunu fark etmişti. Ben söylemek isterken o davrandı ve bu kadar kusur kadı kızına da bulunur diyerek havayı yumuşatmak istedi. Böyle şeyler saklanmaz ki... Acaba boyumu da kısa buldu mu? Kendisi de kısaydı. Ama insan kendi kusurunu görmez derler.

Daha ilk buluşmada ikimiz de işe soğuk başladık. Umduğumuzu bulamamıştık. Aylarca süren otomobil flörtü değmezmiş meğer.
Sağlık olsun.

29 / 09 / 04
URLA

İbrahim Karaca