5 Eylül 2004 Pazar

Ayınga (Kaçak Tütün)

AYINGA (KAÇAK TÜTÜN)

Bizimköy e geldikleinde karanlık çökmüş, kurt kuş yuvasına, insanlar evlerine çekilmişti. Köyün bekçiliğini baykuşa bırakmışlardı. O her günkü yerinde tüner, sabaha kadar her şeyden o sorumluydu. O uğursuz sesiyle öterken yılanlar, çıyanlar, fareler çıkamazdı, girdikleri delikten.

Kapıya yanaştılar yavaşça ve seslendiler:
-Küçükana biz geldik. Hele kapıya çık
Bu bir bildik kişinin sesi değildi. Hayır mı şer mi gecenin bu saatında diyerek avluyu geçip kapıya varır.Heyecanlanmıştır. Korkaklık şalı omuzlarında kapıyı açar ki, karanlıkta iki adam ve tahta yüklü bir öküz arabası Adamlar sokuldular yavaşça ve ürkek tavırlarla ve de sığınırcasına:
Biziz, biz Küçükana yabancı değil Altı ay önce de gelmişlerdi bir akşam vakti sessizce. Kapının önünde durakladılar bir lahza. Sonra Küçükana bordo kapıyı ( Çift kanatlı, büyük kapı) açtı, onları aldı, çektiler avluya arabayı, öküzleri saldılar boyunduruktan, kapıyı dayakladılar arkasından. Adamlar yol yorgunluğunu unutacak kadar seviçliydiler. Tahtaların altında gizli çuvalları çıkartıp samanlığa koydular. Kapıyı kilitleyip anahtarı aldılar.
-Aç mısınız? Diye sordu Küçükana, kendi oğullarını ağırlar gibi
-Ne de olsa uzun yoldan geliyoruz Küçükanamız halden anlar dedik, geldik ocağınıza. Ölülerinizin ruhu hürmetine ne getirebilirseniz. Yoksa kuru ekmek ile bir testi su da yeter bize.

Ertesi sabah köyde tahtacılar geldi haberi yayıldı. Anlayan anlamıştı. Gerçekten arabaları tahta yüklüydü. Hem de Orman İşletmesinin izin Damgasını taşıyan. Bunlardan da birkaç tane satmadılar denemez .Ama bu kadarcık bir kazanç için bunca yolu tepmeye değer miydi? Onların geçek ticaretini bilenler az değildi. Hatta çocuklar bile ortada bir dolap döndüğünü sezinler gibi olmuşlardı. Çeşme başındaki çocuklardan biri:
-Ayıngaymış, dedi. Ama öteki çocuklar bir şey anlamadılar.
-Ayınga ne demek?
-Bak oğlum ! Bunlar ayıcı. Ayınga ayının adı. Ben gördüm. Avluda. Kap kara. Dana kadar. Müthiş anırıyor. Siz duymadınız mı? Bir dişleri var, vallahi kama gibi. Galiba parayla oynatacaklar. Görürüz.
Bir başka çocuk:
-Var mısınız? Gidip şu delikten bakalım. Der.
-Yok. Olmaz, kızdırırız. Delikten atılır üstümüze. Elinin tersiyle bir vuruşta on adamı yıkarmış.
-duymadınız mı ? Bir keresinde bizim çobanı dağa kaldırmış. Köylüler tüfekleriyle zor almışlar elinden.
Başka bir çocuk:
-Yok yahu. O atıyor. İnanmayın. Ayınga tahta demek. Biz yonga demiyor muyuz? Onlar da ayınga demişler. Baksana arabaları tahta yüklü.

Çocukların merakı bir türlü bitmek bilmez. Aralarından birini , büyüklerin bulunduğu yere danışmaya gönderirler ve şu öğüdü verirler:
-Bak oğlum! Şu ayakta duran adam var ya, gördün mü? Ona git sor bakalım, ayınga neymiş?
Çocuk koşarak gider:
-Emmi, Ayınga tahta mı, ayı mı? Nedir?
Adamın çocuğu bir dövmediği kalır.:
-Kereta! Bu yaşta ne işiniz var, ayıngayla mayıngayla. Şimdi atarım seni önüne . Görürsün ayıyı, dayıyı.
Çocuk koşarak dönerken arkadaşlarına sesleniyordu:
-Ayıymış ayı. Valla adam beni ayının önüne atacaktı..

Alış veriş yapanlar çoğunlukla kadınlardı. İş yerlerinde bulunan kocaları için alıyordu. Alıcı gelince, adam kalkıp kilitli kapıyı açarak çuvaldan çıkardığı, gazeteye sarılı, iple bağlı bir kiloluk paketlerden istediği kadar verip, avlunun arka kapısından yolcu ederken kadını, dilini tutması için uyarırdı. Akşama kadar süren, sözüm ona tahta satışı iyi gıdıyordu. Satıcılar memnundu da ne hikmetse arabadaki tahtaların azaldığı yoktu. Adamlar bu işin kurdu Küçükana ya üç paket vermyi de ihmal etmediler. Aslında bu ikram bir dahaki seferin rüşvetiydi, yani bir yatırımdı

Geceye kaygısız girdiler. Karıları yarın akşama kadar tok. Öküzleri de doyurulmuş, araba avluda. Mal dersen kilit altında. Kendilerini bir kalenin güvencesinde hissediyorlardı.
Ama, olan oldu işte. Gece üç el silah sesi duyuldu. Uyandı tüm köylüler.
-Arama var! Dedi, Başçavuş.
-Hayrola komutan! Ne araması? Anarşist, terörist falan mı?
Görürsünüz şimdi. Açın kapıları.
Kapılar açılır. Köy odasında uyuyan tahtacıların yüreği hop eder.
Kalk arkadaş, valla basıldık. Dinle bak. Candarmaların sesleri. Işıldakla evleri arıyorlar. Gecenin bu vaktinde herkes ayakta. Olacak şey mi bu? Odadakileri araçları başına götürerek, tahta yüklü arabayı aradılar .Aradıklarının ne olduğunu söylemediler. Ne malı bulabildiler, ne de bir ip ucu. Köylülerin ağzı çok sıkıymış hiç renk vermediler. Sonunda elleri boş çekip gittiler.

Sabah erken daha tan yeri ağarmadan, serin rüzgarı arkadaş seçerek, gönülsüz öküzlerini arabaya koşarak , yola koyuldular. Küçükana sabah namazına kalktığında avluda ne araba vardı, ne de öküzler. Bu yolların onları nerelere götürdüğünü kendileri de bilmiyordu. Bildikleri tek şey,barut kokan ekmeklerini bir gün midelerinin artık kabul etmeyeceğiydi.

Bir hafta sonraydı. Köy kahvesinde tütün tabakalarını çıkartıp sigara saran erkekler söyleniyorlardı: bak. İçimi de çok tatlı. Borley tütünüymüş. Halis Amerikan. Şu kokuya baksana. Bu tütün aslen Amerikan olsa da bizde yetiştiriliyormuş. Ayınga dedin mi, işte böyle olmalı. Verdiğin paraya değmeli. Bu konuşmalara kulak misafiri olan yabancı birisi:
-Ayıngacıları mı konuşuyorsunuz?
-Yok emmi. Tahtacılardan. Arkadaş tahta almış da... Onlar ayıngacı mıymış ? Haberimiz yok. Sorması ayıp olmasın, ne olmuş onlara.?
-Ne olacak? Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge...
-Eeee, sonra?
Bir sessizlik oldu. Herkes sözün sonunu beklerken ihtiyar:
-Ben kasabada duydum: İki kaçakçı yakalanmış. Candarma arabaya , öküzlere ve de tütüne el koymuş.
Oturanlardan, tabakası ayıngayla dolu birisi bir sigara sarmaya uğraşırken söyleniyordu kendi kendine:
-Ne sandınız? su testisi, su yolunda kırılır. Oğlum! Yap bi sade. Kallavi olsun.

05/ Eylül / 04
Sivrihisar

İbrahim Karaca