29 Eylül 2004 Çarşamba

Sağlık Olsun

Son model, küçük bir arabam vardı. Onu gözümden bile kıskanırdım. Çünkü nice yoksunlara katlanmıştım ona sahip olmak için. Oldu sonunda. Küçük bir araba ama, genç yaşımda bana mutluluk budalası olacak kadar keyif veriyordu. Çevremde dolaşan arıların sayısını da artırmıştı. Sabahları herkes ortadayken, kalabalığı yara yara geçmek, öğünç duygularımı kabartırken, kimbilir kaç kişinin de kıskançlık duygularını tetiklerdim. Olsun, ben mutluyum ya... Gerilmiş yaylarda bana atılacak okları görür gibiydim.

Yollarda kendi halimde gidip, gelirdim. Fiyaka, gösteriş, yarış, çalım gibi mantık ve kural dışı davranışlardan sakınarak.

Buna karşın bir gün bir arı tebelleş olmaz mı? Pirestiji yüksek bir otonun eski ve yıpranmış bir modelinde bir eşek arısı. Bir sabah olsun peşimi bırakmıyor kah ardımda, kah önümde, sağımda solumdaydı. Amacının ne olduğunu kuşkusuz anlamıştım. Eşek arısı değil mi bir şeyin kokusunu almıştır.

Üç gün, beş gün, onbeş gün hep peşimde. Daha sonraki günlerde korna sesiyle dikkatımı çekmeyi denemeye başladı; günaydın der gibi. Kim bilir alabros tıraşlı kafasında nice planları vardı Çapkın mıydı, ya da pis zampara.

Sevmedim bu takip işini.

Peşimi bırakmadı. Neredeyse yol arkadaşım olmuştu. Benden bir yakınlık , karşılık ve ilgi görmemesine karşın kör inadını sürdürüyordu.

Ahh.Körolası adam... Ruhumun derinliklerinde uykuya dalmış merakımı uyarmayı başardın , sonunda kör inadınla.

Kimdi bu adam? Niçin onun hakkında kötü düşünüyorum. Peşin hükümlü olmak ne sağlar. Bakarsın iyi bir insandır. Düşünceleri, davranışları, durumu, hali vakti yerinde birisi olabilir. Hatta hayırlı bir kısmet...neye olmasın? Kısmetin nerede insanın karşısına çıkacağı belli olur mu?
Madem öyle,yarın selamına karşılık vereyim. Ne zararı var.?”

Yarın olur, adam yoktan var olur. Gene selam ve arkasından benim kornanın sesi. Kim bilir karşılıklı iki kornanın sesi, nikah masasını çağrıştırmış olabilir. Belki bunu bir uyuşma, bir anlaşma gibi algılayabilir.

O gün geceden beri yağan yağmurun dineceği yoktu.. Özel otosu olmayanların canını burnuna getirdiğini anlamak benim için hiç de zor değildi. İnsanlar duraklarda sırt sırta, omuz omuza istif edilmiş çuvallar gibiydi. Daha düne kadar o çuvallardan biri de bendim. Yollar göl gibi, selle akıyor ırmaklar gibi. Elektrik tellerine çarpan rüzgar, uluyan kurtlar gibi sesler çıkartıyordu. Biliyorum Sevinç şimdi pencere önünde işe nasıl gideceğini düşünmektedir. Ona. bir sürpriz yapayım, dedim. Kapılarının önünde durunca, o, beni daha önce gördü ve işaret etti: Geliyorum diye.Geldi ve kapıyı açınca , ondan önce parfüm kokusu doldu arabaya. Sonra şiş göz kapakları ve hiç uyumamış gibi fersiz gözleriyle ve başında eşarp ve ıslak papuçlarıyla daldı arabaya.
Bitmeyen sorunlarımızı konuşarak gidiyorduk. Aklım o adama takılmıştı.. Yanımda Sevinç olduğundan ona rastlamak istemiyordum. O, netameli yeri geçmiştik. Neyse ki, yoktu. Sevinmiştim. Yol ayırımına geldiğimizde bir de ne göreyim? Beni beklemiyor mu? Dur !işareti yaptı. Durdum. Elinde bir paketle koşarak geldi. İşaret etti camı aç diye. Elindeki paketi kucağıma attı ve ne dediği anlaşılmadan ,geçen arabaların sıçrattığı sular içinde arabasına koştu. Teşekkürümü duymadı bile. Hediyeden pek çok hoşlanan Sevinç benden izinsiz, paketi aldı ve açtı. Sanki hediye ona verilmiş gibi. Paketten bir karton Amerikan sigarası çıkmıştı. Sevinç :
-Yarısı benim dedi.
-Olur olur dedim.

Pakete tutturulmuş bir de kartvizit bulduk. Karttaki tanıtım şöyleydi: Akın Tanyıldızı. Tekel Bayii. Kartın arka yüzünde beni ararsanız memnun olurum diye bir not ile bir de telefon numarası vardı.

Sevinçten utandım. Durumu anlattım. Baktım ki, o kraldan çok kralcı. Rahatladım. Bir ara ikimiz de sustuğumuzda ben, verilen hediyenin ne anlama geldiğini düşünüyordum. Sevinç sessizliği bozarak başladı akıl hocalığına :
-Kız sen deli misin? Böyle adam kaçırılır mı? Bak sana Tekel Bayiiymiş. Onlar zengin olur. Altındaki arabadan belli. Aklını kullan, bu bir şans.

Sevinç ten böyle bir destek beklemiyordum. Yaşlı bulacağını, yakışıklı olmadığını söyleyeceğini bekliyordum. Gerçi, benim de boyuyla posuyla adamı ilk görüşümdü. Ben de biraz geçmiş, biraz kıro, biraz da kısa boylu bulmuştum. Elbet benim de kusurlarım olmalıydı, onun gözüyle. Öncelikle çok hafif de olsa aksaklığım.

Telefon edip etmemekte günlerce duraksadım. Cesaret edemiyordum. Bu işin sonu nereye varır? Altından ne çıkar? Bilemediğim için ağırdan alıyordum. Ne var ki, içime de bir kurt düşmüştü. Hep onu düşünüyor, hayaller kuruyor ve bütün bunlardan da haz duyuyordum. Sonunda aramaya karar verdim.
Uygun bir zamanı yakalayarak iş yerimde çevirdim numaraları. Anında çıktı. Daha adımı söylemeye fırsat vermeden başladı konuşmaya:
-Hele şükür! Ne mutlu sesini duyana. Naber?
-İyilik güzellik. Haberler sizde olmalı. Bir süredir yolda yolakta görünmediniz.
-İstanbul a gitmiştim. Orada hastalandım. Daha dün geldim işe.
-İyileştiniz mi bari.
-Biraz daha boş lafları karşılıklı alıp verdikten sonra maksadını söyledi :
-Bak ne diyeceğim.
-Buyurun.
-Bu gün öğlen yeğinde misafirim olur musunuz?
..................................................................
Birden bu kadar hızlı yakınlaşmayı pek de iyiye yormuyordum. Haydi ver cevabini , bakalım. . Önce bocaladım, sonra oyaladım.
-Bu gün mü?
-Evet.
-Hiç hazır değilim. Başka bir gün İnşallah.
-Peki, yarın için ne dersiniz?
-Yarın mı dediniz? Haftaya bu gün olabilir.
Ağzımdan çıktı bir kez.
-Gelip alayım seni.
-Yerini ve saatını söyleyin, ben kendim geleyim. Böylesi daha iyi.
-Söylüyorum: Pınarbaşı, Adil in Yeri. Saat 12:30. Tamam mı?
-Tamam. Not ettim.
-Görüşmek üzere, hoşça kalın.


İçimden çok hızlı bir adam diye geçirdim. Selamını aldım ardından sigara geldi. Telefonuna karşılık verdim, yemek teklifi geldi. Acaba yemeğin ardından ne gelecek ?

Restoranın kapısında karşılaştık. Park etmeme yardımcı oldu. Yeşillikler ve akar sular arasında bir restoran. Birlikte girdik içeriye. Sevinci gözlerinden yüzüne vuruyordu. Kendince şık giyinmişti. Mavi bir gömlek vardı üstünde, yakası açıktı. Ben ise yarım kollu, mavi, mini entarimi giymiştim. Yüksek topuklu ayakkabılarım ayaklarımda, Duman rengi çoraplar bacaklarımda, siyah çanta elimde, girdik içeriye. Oturduğumuz en güzel masada yaptığı beylik ve yavan komplimanlardan hoşlanmadım diyemem. Kuaförün yaptığı topuz saç modelinin şahsıma asalet verdiğini söylediğinde gururlanmıştım. Ya aksak ayağım için ne diyecekti.? Fark etmiş miydi acaba?

O gün havadan sudan boş laflarla geçti. Daha çok o konuştu ben dinledim. Arabasını değiştirecekmiş, umursamadım, olabilir gibi başımı salladım. Daha doğrusu o anlatırken ben onun yüzünü gözünü inceliyordum. Derin göz çukurları içinde şahin gibi bakan mavi gözleri vardı. Burnu iri ve kemikliydi. Sık ve sert sakallıydı. Yüzünde yaşamın kader çizgileri daha derinleşmemişti. Giydiği ceket bedenine bir numara bol, pantolonunun modası geçmiş ve ütüsüzdü. Çok az gülüyor, daha doğrusu gülümsemekle yetiniyordu.

Bu bir tanışma yemeği olduğundan uzatmak istememiştim. Merak ettiklerimle ilgili az çok bilgi sahibi olmuştum. O bunca konuşmaları arasında dul ve bir çocuklu olduğunu ağzından kaçırmış, ben de üstüne varmamıştım. Dakikalar ilerledikçe içimdeki olumsuz kanaat güçleniyordu. Sanki akar suyun çevrede yarattığı serinlik bizim masaya da gelmişti
Ona gelince: Sanırım sol ayağımın biraz kısa oluşunu fark etmişti. Ben söylemek isterken o davrandı ve bu kadar kusur kadı kızına da bulunur diyerek havayı yumuşatmak istedi. Böyle şeyler saklanmaz ki... Acaba boyumu da kısa buldu mu? Kendisi de kısaydı. Ama insan kendi kusurunu görmez derler.

Daha ilk buluşmada ikimiz de işe soğuk başladık. Umduğumuzu bulamamıştık. Aylarca süren otomobil flörtü değmezmiş meğer.
Sağlık olsun.

29 / 09 / 04
URLA

İbrahim Karaca

16 Eylül 2004 Perşembe

Kuşlar



Bir baştan gelirler,bir baştan giderler.Kuşlardan söz etmek istiyorum. İlk,yaz,sonbahar. Sessizce gelirler, geldikleri gibi giderler. Önce leylekler... Onların, ilk baharıda peşi sıra getirdiğine inanılır.
Mevsim boyunca barınaklı yerlerde yuva kurarlar. Yavruları olur;üreyip,çoğalırlar yılanlara,baykuşlara ve diğer yırtıcılara rahmen.

Kimileri insanı dost bilir; Güvercin, kumru, ebabil, serçe gibi kimilerinin insan oğluna güveni yoktur, uzak dururlar ondan. İnsan vahşidir onların katında. Kimi zaman bulut gibi geçerler,korku verirler.Bağlara bahçelere davetsiz konuk olurlar.

Onların kol saatleri yok ama, hiç yanılmıyan ve pil istemeyen vücut saatleri vardır. Doğa onlara uygun birerde vücut saati armağan etmiştir; hem de en iyi markadan.

Garip kuşları bilirsiniz değil mi?Onlar sıcak ülkelerde ev bark sahibi olmayanlardır.Yazlıkçı değildirlerdir,minik serçe gibi.

Saçaklarda buz sarkıtları sallanırken,karların üstünde hoplaya sıçraya bir lokma yiyecek ararlar.Pencerinize konarlar.Gagalarıyla cama vururlar,sevimli dilenciler.

Kar her yeri kaplayınca garip kuşlar yerleşim merkezlerine sokulurlar.Gerçi sayılıdır sıkıntılı günleri,kar kalkanda sıkıntıda kalkar

Bizim köy bir kuş cennetiydi bir zamanlar.Yeşillikler,su sesleri ve kuş cıvıltılarıyla başka bir dünya.Sanki çölde bir vaha orda,su yeşilliği yaratınca kuşlara kapıları açıldı ve onlar eli sapanlı kuş avcılarının hırslı,bilinçsiz ve de sadist duygularına armağan edildiler.

Çocuktuk, küçüktük, bilinçsizdik. Çevre korumayı ne okulda öğretmişlerdi ne de ailede. Ellerimizde sapanla pusu kurardık dut ağacını altında.Eceli gelen parlak,kara tüylü sığırcık çirkin sesiyle arkadaşlarını çağırırken,alttan yediği sapan taşıyla kendini yerde bulurdu. Sonra başka çocuklar, başka ağaçlar ve başka kuşlar.Bizce ne büyük bir başarıydı avlayabilmek,bir nevi yetnek ve beceri testiydi kendi özgüvenimiz açısından.

Akşamları keklik sürüleri suya inerdi, karşı bayırlardan ve hep bir ağızdan yükselen nağmelerle güneşin batışını kutsarlardı.Bir kartal sürüsü havada dört dönerdi, yerde bir fare, bir sürüngen hatta bir tavşan görebilmek için.

Siz akşam çayını ulu cevizin gölgesinde yudumlarken saka kuşu ile bülbül yarışırdı sizin hakemliğinizde en son nağmelerle. Gece baykuşun gizemli boğuk sesi köpek seslerine karışırdı. O karanlıkta projektör gibi parlak iri gözleriyle köyün fare ve yılanlarından sorumluydu.
Kendilerini görmeden ağaçkakanı, ibubuğu, tarla kuşunu, yırtıcı kuşları, kargayı, seçeyi seslerinden tanırdık. Hepsinin yuvalarını ve yumurtalarını bilirdik.

Neye yarar? Biz o bilgileri hayvani bir isteğimizi doyurma yolunda kullanırdık.
Bir gün hayalimde saydım da bizim köyde kaç tane kuş türü olduğunu, 30 tür idi..

Gün oldu devran değişti. Bizim köyün önce suyu azaldı.(Bilirsiniz bizim köy İç Anadolu!da bozkırdadır.) Son yıllarda bozkırda yağış azaldı. Sular da...Sonra bahçelerle yeşillikler izledi gerilemeyi. Sonra da kuş türlerinin sayısının 15’e inişini.
Doğru; devran değişti. Yer gök tarla oldu. Kırlar meralar sürüldü, ekildi. Ovanın yeşil rengi sarıya dönünce kuşlara hişşşt dedi bir yüce ses.Onlar da bu dünyada bize göre yer mi yok? Gideriz Dediler ve gittiler.

----------------------------------------------------------------------------------------

Karadeniz de yaşanan bir başka öykü: Adına bıldırcın avı demişler. Halt etmişler. Neresi av bunun? Bu düpedüz tuzağa düşürmek.Sonbaharda Kırım da ,Rusya da, Moldavya da, Ukrayna da havalar soğumaya başlayınca bıldırcınlar kafileler halinde güneye doğru yola çıkarlar. Çıkarlar çıkmasına da önlerinde kocaman bir denizin, Karadenizin varlığını bilmeden. Uzun bir uçuş yolu. Saatlerce kanat çırparak, yorgun ve aç. Mola veremezler, duramazlar, dinlenemezler, karınlarını doyuramazlar. Bir kara parçasına ulaşabilme umuduyla uçarlar da uçarlar. İlk hedef Karadeniz in güney kıyılarıdır. Gece ilk ışık bu kıyılardan göz kırpacaktır.

Yorgun ve aç bıldırcına o ışık bir umuttur.; umutla dalar ışığa, hayır fileye. Ve bu anı bekleyen hain avcı yere dökülenleri toplamayı yetiştiremez .
Buna bıldırcın avı diyorlarmış. Neresi av bunun?

------------------------------------------------------------------------------------------------

GAP da bir inceleme gezisindeyiz. Tarihe Mezopotamya olarak adını yazdıran kutsal topraklarda. Uçsuz bucaksız ovalarda susuzluğa, yaşamın olağan bir olayı gözüyle bakma alışkanlığına sahip köylülerle konuşuyoruz. Fakirlik, geri kalmışlık, çaresizlik, yağmurda ıslanmış giysiler gibi bedenlerini sarmış. Onlar için sorun önemini ç çoktan yitirmiş ; çünkü alışmışlar. Hastalıkların en umutsuzu alışmışlık Alışıldı mı bir kez, sorunlar sorun olmaktan çıkıyor.

Bir köy kahvesinin önündeyiz. Karşımda kırık bir iskemlede oturana yaşını soruyorum . Altmış beş diyor. Ben seksen beş tahmin etmiştim. Sonra neden ağaç dikmediklerini sordum.Köylerde , yollarda, kırlarda, tarlalarda, bahçelerde bir tek ağaç görmek mümkün değil.
Kendilerine soru yönelttiğim herkes sıkıldı. Bu sorunun sorulmasından. Cevap vermek istemediler, başlarını eğdiler. Altmış beşlik uyandı, uykudan uyanır gibi Doğrusunu ben söyleyeyim mi?” dedi. Başımı sallayarak onayladım, Söyle der gibi.
-Ağaç olursa kuş gelir.
Tüylerim diken diken oldu. Sordum ötekilere:
-Doğru mu
-Doğru
dediler.

Bir genç doğruldu oturduğu yerden.:
-Evet çok acı. Kuşu yavrularımıza okulda resimlerden göstererek öğretiyorlar Dedi. Ve ilave etti:
-Bölgede kuşlar için barınacak ağaç ve yiyecek sebze, meyve bulunduğunda onlara musallat olurlar, varsayımına inanıldığını gördük, Güney Doğu da.

Kuşsuz bir ülke,
Ruhsuz insanlar diyarı olurmuş.
Ağaçsız ülke ise,
Saçsız bir kıza benzer.

-----------------------------------------------------------------------------------------

Urla nın yazlıklarından birinde bir adam, vaktiyle evinin bahçesine on adet selvi kavağı dikmiş. Gel zaman git zaman kavaklar öyle boy atmışlar ki, her biri 25-30 m olmuş.

Şimdilerde göçmen kuşlardan serçeye benzeyen bir kuş türü kiralamış bu kavakları; yalnız geceden geceye. Akşam olunca beşer onar gruplar halinde gelip geceyi bu ağaçlarda geçirirler. Kavak dallarında çoğalır, çoğalırlar.Kesin 500-1000 kuş 10 ağacın üstünde.. Güneş batmaya çok yakınken hepsi bir ağızdan ötüşürler, cıvıldaşırlar. Kuş sesleri çevreye yayılır İnsanlar ibadet eder gibi bir huşu içinde dinlerler kuş seslerini. Sonra güneş batar. Artık gelen olmaz. Bilirler ki güneş giderken onların kapılarını kapatmıştır, ertesi sabaha . kadar. Sabah güneş kapılarını yeniden açarken, sesler yeniden başlar. Yaşamın bir parçasıdır o coşkulu sesler.
Bu düzen böyle sürüp gider sanırdık. Ama, gitmezmiş.

Doğanın güzelliklerinden nasibini almamış insafsızın, bağnazın biri, kavaklara çok yakın bir yerde bir gazino açar. Gazinocu her akşam saat 22 de kuşlar uykudayken, havai fişeklerle reklam gösterisi yapar. Fişekler havada bomba gibi patlayınca, uykusundan sıçrayarak uyanan yüzlerce kuş, can havliyle kendilerini boşluğa atar. Bir kıskı balkonlara sığınır. Bilmedikleri yerlerde minik kalpleri pıt pıt atarken, dönebilenler çaresizlik içinde yeniden evlerine dönerler.

Revamıydı kuşlara yapılan bu işkence, bu zulüm? Korkarım bir gün gelir, kuşlar kendi haklarını korumayı öğrenirler. Dayanışmanın erdemini kavrarlar. Miting yaparlar, dernek kurarlar; insanlara ders verebilmek için.
Deprem yiyen kuşlar evlerine geri dönerler .depremi yemişlerdir ama, evleri yıkılmamıştır .

6.
sonunda o da oldu : evleri yok oldu
bir sabah dört genç adam geldiler. Kavakların dibine çömeldiler.birer sigara yaktılar kavakların sahipleriyle anlaşmışlardı.Yüksek yüksek ağaçlara baktılar sonra saptadılar yöntemlerini. Ev sahibi yoktu aralarında. Yüreği dayanamazmış,otuz yıl emek verdiği on leventtin devrilişine.
Gelenler çaldılar testereyi,vurdular baltayı,devirdiler leventleri yan yana.acımasızlar kurşuna dizdiler on Levendi.
Acısı yüreğime oturdu on Levendin.
Akşam olmuştu.Gelmeye başladı kuşlar.Heyhat ! Büyük bir düş kırıklığı.Artık ne kavaklar vardı ne de kuşların yuvaları.Yüzlerce kuş boşlukta döndüler durdular.

Sonunda,bin tane kuş, kavaklı evin çatısında,balkonun da,bahçesinde toplandılar.
Tatlı cıvıltılar yerine, Mozart ın Ölüm Marşını seslendirdiler.Evde bulunmayan ev sahibini uygarca protesto ettiler.Dört cellat adama lanet yağdırdılar.
Kuşlar insanlardan akıllı çıktılar.Silahlarını insanlığa karşı kullanmadılar.İnsanlığın erdemine olan inançlarını korudular.

Kuşlar,ertesi sabah utançlarından görünmemek için güneşten önce orayı terk ettiler. Belki de artık buralara gelmeyecekler,yeni kavaklar yetişmedikçe.

16/09/2004
URLA

İbrahim Karaca

10 Eylül 2004 Cuma

Aşk Şarap ve Akıl

Kumsalda bir masa. Güneşli ve sakin bir gün. Ayaklarımın dibinde deniz, masada balıklar ve şarap, ben ve o. Bu kadar sahne ve dekor. Güleç yüzler, neşeli gözler. Bir kadeh, bir daha...Bu benim için, bu sana, bu da aşkımızın onuruna. İçelim...

Aşk da şarap gibi kadehlerle ölçülebilir olsaydı; bilirdim aşkımın kaç kadehlik olduğunu.
Şarap aşkı coşturur, sonra çığırından çıkartıp, şeytanın önüne atarmış Onun için şarap, şeytanın ortağıdır demişler. İkisi birden çöktüler imiğime bu gün, ama pes ettiremediler. Hangi güç yok edebilmiş aşkı insanlık tarihi boyunca

Çok içmişim. İğrendim şaraptan; attım boş şişeyi denize. Kaldık masada ikimiz : Ben sevgilim.
Hedefimizi koymadan ortaya, henüz sonu belli olmayan bir yoldayız onunla . Bu yolun sonu selamet değilmiş gibi geliyor bana. Bir çıkmaz sokağa giriyor olmayalım! Neyin uğruna? Haz , zevk ve heyecan dünyasında yaşamak ise bir gün duvara toslamak da var; haberin ola...
Bir dostum Onu bana uygun bulmamıştı ; yaşlı demişti, çirkin demişti.Güven vermiyor, demişti. Oysa daha önce Aklını kullan, kaçırılacak biri değil deyen de oydu. Yol yakınken dön diyen de...Bu aşamada aşkımı nasıl feda edebilirim ; O, öyle dedi diye.

Aşk fırtınasında akıl mı kullanılır; akıl kalmıyor ki, kullanasın. Ne aklımı kullanabildim, ne de mantığımı bu yolda. Onların yüzünden akıl ve mantığın kölesi olmak istemezdim doğrusu.
Beni duygularım götürdü o dünyaya. Ben aslında onların esiri oldum. O hazzı , zevki ve heyecanı onlar tattırdı bana. Mutluluk buysa onu aşkın dünyasında buldum. Yaşamım boyunca kör mantık elimden tuttu mu bir gün?Mantığa kalsa, duygu alemimdeki tüm kazanımlarımı bir paket yapıp derin denizlere atmalıymışım. Kuru mantığı balıklar bile yemez. İşte o zaman kaygılarım beni bitirir.

Konuşan arkadaşımın tuzu kuru tabi. Elbet aklını kullan diyecekti. Kullandım. İşte bu çıkmaza soktu sonunda.
Bırak ! herkes kendi yolunda...

10 / 09 / 2004
URLA

İbrahim Karaca

5 Eylül 2004 Pazar

Ayınga (Kaçak Tütün)

AYINGA (KAÇAK TÜTÜN)

Bizimköy e geldikleinde karanlık çökmüş, kurt kuş yuvasına, insanlar evlerine çekilmişti. Köyün bekçiliğini baykuşa bırakmışlardı. O her günkü yerinde tüner, sabaha kadar her şeyden o sorumluydu. O uğursuz sesiyle öterken yılanlar, çıyanlar, fareler çıkamazdı, girdikleri delikten.

Kapıya yanaştılar yavaşça ve seslendiler:
-Küçükana biz geldik. Hele kapıya çık
Bu bir bildik kişinin sesi değildi. Hayır mı şer mi gecenin bu saatında diyerek avluyu geçip kapıya varır.Heyecanlanmıştır. Korkaklık şalı omuzlarında kapıyı açar ki, karanlıkta iki adam ve tahta yüklü bir öküz arabası Adamlar sokuldular yavaşça ve ürkek tavırlarla ve de sığınırcasına:
Biziz, biz Küçükana yabancı değil Altı ay önce de gelmişlerdi bir akşam vakti sessizce. Kapının önünde durakladılar bir lahza. Sonra Küçükana bordo kapıyı ( Çift kanatlı, büyük kapı) açtı, onları aldı, çektiler avluya arabayı, öküzleri saldılar boyunduruktan, kapıyı dayakladılar arkasından. Adamlar yol yorgunluğunu unutacak kadar seviçliydiler. Tahtaların altında gizli çuvalları çıkartıp samanlığa koydular. Kapıyı kilitleyip anahtarı aldılar.
-Aç mısınız? Diye sordu Küçükana, kendi oğullarını ağırlar gibi
-Ne de olsa uzun yoldan geliyoruz Küçükanamız halden anlar dedik, geldik ocağınıza. Ölülerinizin ruhu hürmetine ne getirebilirseniz. Yoksa kuru ekmek ile bir testi su da yeter bize.

Ertesi sabah köyde tahtacılar geldi haberi yayıldı. Anlayan anlamıştı. Gerçekten arabaları tahta yüklüydü. Hem de Orman İşletmesinin izin Damgasını taşıyan. Bunlardan da birkaç tane satmadılar denemez .Ama bu kadarcık bir kazanç için bunca yolu tepmeye değer miydi? Onların geçek ticaretini bilenler az değildi. Hatta çocuklar bile ortada bir dolap döndüğünü sezinler gibi olmuşlardı. Çeşme başındaki çocuklardan biri:
-Ayıngaymış, dedi. Ama öteki çocuklar bir şey anlamadılar.
-Ayınga ne demek?
-Bak oğlum ! Bunlar ayıcı. Ayınga ayının adı. Ben gördüm. Avluda. Kap kara. Dana kadar. Müthiş anırıyor. Siz duymadınız mı? Bir dişleri var, vallahi kama gibi. Galiba parayla oynatacaklar. Görürüz.
Bir başka çocuk:
-Var mısınız? Gidip şu delikten bakalım. Der.
-Yok. Olmaz, kızdırırız. Delikten atılır üstümüze. Elinin tersiyle bir vuruşta on adamı yıkarmış.
-duymadınız mı ? Bir keresinde bizim çobanı dağa kaldırmış. Köylüler tüfekleriyle zor almışlar elinden.
Başka bir çocuk:
-Yok yahu. O atıyor. İnanmayın. Ayınga tahta demek. Biz yonga demiyor muyuz? Onlar da ayınga demişler. Baksana arabaları tahta yüklü.

Çocukların merakı bir türlü bitmek bilmez. Aralarından birini , büyüklerin bulunduğu yere danışmaya gönderirler ve şu öğüdü verirler:
-Bak oğlum! Şu ayakta duran adam var ya, gördün mü? Ona git sor bakalım, ayınga neymiş?
Çocuk koşarak gider:
-Emmi, Ayınga tahta mı, ayı mı? Nedir?
Adamın çocuğu bir dövmediği kalır.:
-Kereta! Bu yaşta ne işiniz var, ayıngayla mayıngayla. Şimdi atarım seni önüne . Görürsün ayıyı, dayıyı.
Çocuk koşarak dönerken arkadaşlarına sesleniyordu:
-Ayıymış ayı. Valla adam beni ayının önüne atacaktı..

Alış veriş yapanlar çoğunlukla kadınlardı. İş yerlerinde bulunan kocaları için alıyordu. Alıcı gelince, adam kalkıp kilitli kapıyı açarak çuvaldan çıkardığı, gazeteye sarılı, iple bağlı bir kiloluk paketlerden istediği kadar verip, avlunun arka kapısından yolcu ederken kadını, dilini tutması için uyarırdı. Akşama kadar süren, sözüm ona tahta satışı iyi gıdıyordu. Satıcılar memnundu da ne hikmetse arabadaki tahtaların azaldığı yoktu. Adamlar bu işin kurdu Küçükana ya üç paket vermyi de ihmal etmediler. Aslında bu ikram bir dahaki seferin rüşvetiydi, yani bir yatırımdı

Geceye kaygısız girdiler. Karıları yarın akşama kadar tok. Öküzleri de doyurulmuş, araba avluda. Mal dersen kilit altında. Kendilerini bir kalenin güvencesinde hissediyorlardı.
Ama, olan oldu işte. Gece üç el silah sesi duyuldu. Uyandı tüm köylüler.
-Arama var! Dedi, Başçavuş.
-Hayrola komutan! Ne araması? Anarşist, terörist falan mı?
Görürsünüz şimdi. Açın kapıları.
Kapılar açılır. Köy odasında uyuyan tahtacıların yüreği hop eder.
Kalk arkadaş, valla basıldık. Dinle bak. Candarmaların sesleri. Işıldakla evleri arıyorlar. Gecenin bu vaktinde herkes ayakta. Olacak şey mi bu? Odadakileri araçları başına götürerek, tahta yüklü arabayı aradılar .Aradıklarının ne olduğunu söylemediler. Ne malı bulabildiler, ne de bir ip ucu. Köylülerin ağzı çok sıkıymış hiç renk vermediler. Sonunda elleri boş çekip gittiler.

Sabah erken daha tan yeri ağarmadan, serin rüzgarı arkadaş seçerek, gönülsüz öküzlerini arabaya koşarak , yola koyuldular. Küçükana sabah namazına kalktığında avluda ne araba vardı, ne de öküzler. Bu yolların onları nerelere götürdüğünü kendileri de bilmiyordu. Bildikleri tek şey,barut kokan ekmeklerini bir gün midelerinin artık kabul etmeyeceğiydi.

Bir hafta sonraydı. Köy kahvesinde tütün tabakalarını çıkartıp sigara saran erkekler söyleniyorlardı: bak. İçimi de çok tatlı. Borley tütünüymüş. Halis Amerikan. Şu kokuya baksana. Bu tütün aslen Amerikan olsa da bizde yetiştiriliyormuş. Ayınga dedin mi, işte böyle olmalı. Verdiğin paraya değmeli. Bu konuşmalara kulak misafiri olan yabancı birisi:
-Ayıngacıları mı konuşuyorsunuz?
-Yok emmi. Tahtacılardan. Arkadaş tahta almış da... Onlar ayıngacı mıymış ? Haberimiz yok. Sorması ayıp olmasın, ne olmuş onlara.?
-Ne olacak? Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge...
-Eeee, sonra?
Bir sessizlik oldu. Herkes sözün sonunu beklerken ihtiyar:
-Ben kasabada duydum: İki kaçakçı yakalanmış. Candarma arabaya , öküzlere ve de tütüne el koymuş.
Oturanlardan, tabakası ayıngayla dolu birisi bir sigara sarmaya uğraşırken söyleniyordu kendi kendine:
-Ne sandınız? su testisi, su yolunda kırılır. Oğlum! Yap bi sade. Kallavi olsun.

05/ Eylül / 04
Sivrihisar

İbrahim Karaca