22 Nisan 2004 Perşembe

47'lilerin Buluşması

ANKARA ÜNV.ZİRAAT FAKÜLTESİ 1947 YILI MEZUNLARI

Konforlu otobüsümüzle oto yolda uçar gibi giderken güler yüzlü hostesimiz ikrama başladı: çay, kahve, kola, her çeşit meşrubat...Nezaket ve kibarlık duygularıyla yüklü güzel kız yolcuların ilgi olduğunun bilincindeydi. Böyle hostesler sadece hava yollarında olur sanırdım. Meğer modern hosteslik hizmetleri gök yüzünden yere de inmiş.

Yolculuk Alanya ya . İzmir den Alanya 600 Km. Böyle uzun bir yol ancak böyle koforlu bir otobüsle göze alınabilir. Hele yolcular bizim gibi 75 lik iseler.

Bizler 55 yıl önce aynı sınıflarda 4 yıl birlikte öğrenim görerek hayata atılan ziraat mühendisleriyiz. Fakültedeyken bir sınıfta 100 kişiydik. Şimdilerde ayaklarımız yere istediğimiz kadar sıkı bassa da onları bir kaydıran var. Artık kaygan zeminde yol alıyoruz. Kaydık, düştük ve bu yıla 61 kişi gelebildik.

Mezun olduktan 55yıl sonra ilk buluşmamızı Kuşadası nda gerçekleştirdik. Bu buluşmamızda heyecanın da mutluluğun da en yoğununu yaşamıştık. Kaderin cilvesi, bazılarımızın siması belleklerimizden hepten siliniş ; tanıyamadık birbirimizi. Zaman tüm hünerini acımasız biçimde simalarımızda göstermiş. Ellişer yılı sırtımızda taşıtan kader, şimdi geçmiş karşımızda alay edercesine gülüyor, çocuksu hallermize.

Bir hafta sonra, doyamadan ayrıldık Kuşadası ndan Sonraki yıllar: Çeşme ( 1999 ), Marmaris ( 2000 ), Fethiye ( 2001 ) ve Alanya ( 2002 ) ağırladı bizleri. Ülkenin dört bir yanından kalkıp gelen arkadaşlarımızla bu yıl da Alanya da buluşuyoruz.

SSevinçli buluşmayı hayal ederek gidiyorduk. Arkadaşlar gazetelerini bitirmişler, birbirleriyle şakalaşıyorlar, gülüşüyorlardı. Erkekler konuşmaların dozunu gittikçe artırarak, muhabbet batağına saplanıyorlardı. Böyle olur kuşkusuz; bir araya gelince, bir arada çoğaldıkça seslerini yükseltirler

Oto yolda Aydın a doğru koşuyoruz. Oto yolun vazgeçilmez güvencesi, rahatı ve konforu, klimanın nimetleri bulara eklenince, gel keyfim gel...

Bu yollar beni iyi tanır; kaç kez geçmişim burslardan. Eski yolları, eski araçları anımsarken, alaycı mizahımla gülüyorum eski günlere şimdi. Neydi o günler? Külüstür, bakımsız, hurda otobüslerle 4-5 saatta alırdık bu yolları. Bu gün ise elimdeki kahvem dökülmeden 1,5 saatta.
Aydın a doğru yol alırken otoyolun refüjine dikilmiş kilometrelerce uzayıp giden, sarı çiçekli bir süs bitkisinin eğilip kalkan dalları sanki bizi selamlıyordu. Gözlerimi sarı çiçeklerden bir an bile ayırmazken, bir zamanlar bulunduğum Tahran Elbruz arasındaki oto yolun refüjünde yol boyunca yetiştirilmiş rengarenk gülleri hayranlıkla izlediğimi anımsadım.

Gidiyorduk kilometreleri yutarak uzakta görünen Aydın ın apartmanlarına doğru. . Solumuz gümüş renkli bir orman, yalnız zeytin ağaçlarından oluşan. Sağımız gene zeytin ve incir bahçeleri. Bakımlı, verimli zeytin ağaçları dağların eteklerinde, dağa tırmanmayı çam ağaçlarına bırakmışla

Dağlar dağlar...Yol boyunca birbirine ulalı dağlar. Mor renkli ufuklardan ovaya günrşi salıveren Aydın Sıradağları. Mavi gök yüzünden yayılan sıcak gün ışığı, kıştan kalmış, soğumuş kemiklerimi ısıtıyor.

On, oniki katlı renk renk boyalı, beşi onu bir arada modern apartmanlar, izmir ile yarışa çıkmış sanki. Otobüsümüz Aydın ı hızla geçti. Adnan Menderes Bulvarı nın levhasını ancak okuyabildim.Yaa ! Sarı Zeybek? Efelerin ölümsüz anısına dikilen Sarı Zeybek anıtının karşısına geçip, geçmişi hayal etmek, onun şahsında, Aydınlıların emperyalizme, zulme karşı vatan topraklarını korumak için gösterdikleri direnme azmini ve kararlılığını içten duymak isterdim. Aydınlının efelik ruhunun Sarı Zeybek in şahsnda sembollenişini hissetmek isterdim. Oysa oraları uçar gibi geçtik.

Hala ayni iklim, ayni torak ve ayni coğrafyada gidiyorduk.
Güneş bu gün görevini tamamlamış gibi bulutların arkasına çekilirken, yağmur taneleri cama vurmaya başlamıştı. Önce bir damla yapıştı cama, sonra ikinci ve üçüncü damlayla buluşunca, hepsi birden kayıp gittiler. Sonra yenileri. Önce asfalt ıslandı, sonra toprak. Yapraklardan kayan damlalar toprağı doyurunca seller, su basmaları ve heyelanlar...İşte hepsinin nedeni o ilk damlaydı..

Yaz bulutu çekip gitti.. Güneş kızmış gibi bulutun yaptıklarına, onun ıslattığı yerleri kuruturken biz, Nazilli ye doğru yol alıyorduk.. Doğa, aynı doğa. Menderes nehrine doğru pamuk tarlaları, beyaz çarşaflı yorganını çekmiş toprağın üstüne. Yollarda tek tük traktörler ve direksiyonda yarınların aydın ve zengin köylüleri. Güneşten korunmak için başlarında poşu sarılı, Sarı Zeybek in efeleri tarlalarda. Kiminin elinde kürek, kiminde tırpan, çapa, ve orak...Bir karga sürüsü üstlerinde. Kargalar ne kadar da çok birbirlerine benziyorlar. Bunlar birbirlerini nasıl seçerler acaba? Yanılmadıklarına bakılırsa onlarda insanlarda olmayan bir üstünlük olmalı. Onların insanlardan daha toplumcu olduklarına inanıyorum. Hiç değilse kendilerince bir neden uydurarak birbirlerini öldürmüyorlar. Oysa bazı yazarlar kargayı, ağzındaki peyniri kurnaz tilkiye kaptıracak kadar aptal tanıtırlar. Karganın akıllı ve cesur bir kuş olduğunda hiç kuşkum yok.

Bir Titrek kuşu havada ve olduğu yerde kanatlarını titreterek duruyor. Kargaları denetliyor olmalı. Ama, yaklaşamıyor onlara. Kim bilir aklından neler geçiriyor... Şimdi eşi de geldi yanına.
Otobüsümüz Sultanhisar a doğru hızla yol alırken, önümüze aniden fırlayan bir sincap yüzünden sürücümüz ani bir fren yaptı. Yüreğimiz ağzımıza geldi sanki. Zavallı hayvan atikliği ve çevikliği sayesinde ezilmekten kurtuldu ve soluğu büyük çam ağacının dallarında aldı.Sultanhisar da incir, üzüm, zeytin gibi ürünlein yanında portakal bahçeleri de görmeye başladık. Portakal bahçelerini de geride bırakınca, artık B.Menderes vadisinin sonuna geldiğimiz bitki örtüsünden anlaşılıyordu. Yol kentin kıyısından geçtiğinden Nazilli yi yeterince göremiyoruz..Ama çatılara yerleştirilmiş güneş enerjisi tesisleri hiç hoş görünmüyordu.

Şimdi yeni bir iklim alanındayız.. Burada ne zeytin, ne de incir ağaçları var. Çünkü burası İç Ege Dağlarda çam ağaçlarının yerini, maki denilen ve Akdeniz ikliminin göstergesi olan, kısa boylu ağaççıkların aldığını görüyoruz.. Bu görüntülere dalmışken kendimizi Denizli nin varoşlarında bulduk. Bir dağın eteğinden başlayıp, ovaya yayılarak süren ve tarım topraklarını altına alan bir kent.

Kente girişte, yolun sağını solunu kapsayan sanayi çarşısı dışardan gelenlere hiç de hoş görünmüyor. Çirkin görünüşlü, basit evlerle kente girişi bağışlamadım. Kent merkezinden çevreye doğru yeni açılmış, henüz ağaçsız ve binasız geniş bulvarlar, parlak geleceğin habercisidir. Denizli geleceğe yatırım yapıyor.

Kentte bir meydanda kentin amblemi olan ünlü horozun heykelini gördük. Müjdeci horozun anıtını, öncülüğün simgesi olarak algıladım.. Horoz, karanlıkların sona erişinin habercisidir.
Otobüs durunca bir restoranın önünde kaptan yemek molası verdi. Restoranın adı büyük harflerle yazılmıştı. Restorana modern bir imaj kazandırılmak istenmiş. Her tarafa boy boy mantar resimleri asılmış.Geniş bir alanı kaplayan, tavanı ahşap kaplama, güçlü kalas makasların taşıdığı çatının altında onlarca masa ve yüzlerce sandalye. Yeşillikler arasında ve ana yollardan birinin üstünde. Tek tip giysili garsonları var. Köylerden tutup getirilen, garsonluk öğretilmeden hizmete sokulan yakışıklı delikanlılar. İnsan garson elbisesi giymekle garson olamıyor ki...
Neden mantar lokantası? diye soruyorum garsona.
Mantar yaparık da ondan” diyor.
Sırf muziplik olsun diye soruyorum, işte:
-Spesiyaliteniz mi?
-Hayır. O dediğini yapmıyoruz. Bizim aşcıbaşı yabancı yemekleri bilmiyor..Onun için ya ızgara yaparık, ya da mantar.”

Bir kedi geldi ayağımın dibine. Yüz bulsa masaya çıkacak. Alıştırmışlar. Çok anlamlı bakıyordu yüzüme. Galiba garsonun anlamadığını o anlamıştı. Izgara iste diyecek gibiydi..

Bitmek bilmeyen dağlar arasında, dar vadilerde, çizgi gibi incecik yollarda gidiyorduk. Gördüğümüz manzara, karakuşun yuva yapmak isteyeceği, dorukları ak dağlar arasından bizi güneye çeken yolboyunca biri yerini diğerine bırakan manzaralardı Arada bir , bir dağın eteğinde, o dağa yapışmış gibi duran köylere hayran hayran bakıyor, oralarda yaşayanların dünyalarını anlamaya çalışıyordum.

Dağları geride bıraktığımızda bir ovanın başlangıcındaydık. Tarlaları su basmış, göl gibi olmuş. Bu sular ne zaman çekilecek de köylü tarlasını ekecek? Bir başka tarlada köylüler şen şakrak çalışıyorlar., galiba pamuk ekiyorlar. Bir traktör bekliyor tarlanın anında; eskiden atların öküzlerin beklediği yerde.

Leylekler de gelmiş. Şehirlerde haberimiz olmuyor, ilkbahardan, doğadan. Haberimiz olmuyor leyleklerden, kuşlardan, kelebeklerden. Haberimiz olmuyor, kır çiçeklerinin bizler için sunduğu güzelliklerden, doğanın yaptığı çağrılardan davetlerden Otobüsün içindekilere bakıyorum, ya uyuyor, ya da uyumaya çalışıyor.Konuşan tartışan, nutuk çekenler geride kaldı. Kitap da okumuyor insanlarımız. Okumayı milletce sevmiyoruz. Kıtap taşımanın külfetine bile katlanamıyoruz.

Tarlada çalışan kadın arkadaşlarının usangaçlığı gitsin diye türkü dinletiyor yanık sesiyle. O türküsünü dağlara , taşlara, otlara ağaçlara adıyor. Onlara ninni söyler gibi. Bu türkü sitem doluydu : güneşe sitem. Güneşin kendilerini daha mevsim başında kavurduğunu, oysa kendilerinin kusuru olmadığını, tek isteklerinin vatan bildikleri bu topraklarda yaşamak istediklerini, bu ovada henüz taze ve körpe olduklarını, eğer güneş kavurmazsa, kuraklık vurmazsa güzel kalacaklarını söylüyor, birbirlerinden medet umuyorlardı. O türküye bizler de kulak tıkayarak geçtik, gittik; yıllar boyu olduğu gibi..Hala gidiyorduk konforlu otobüsümüzle ve de sunulan ikramlarla, nice tepeleri akbaşlı dağları geride bırakarak, hep mor ufuklara doğru Acıpayam ovasına gelindiğinde, dağın, taşın badem ağaçlarıyla süslendiğini gördük. Bunları seyre doyamadan yeni bir ovaya ulaştık: Tefenni ovası.

Başta şeftali ve kaysı olmak üzere, armut, erik ve kiraz gibi meyvelerin modern teknikle yetiştirildiği plantasyonları izledik yol boyu. Bu ovada sanki ürün yerine servet fışkırıyor topraktan. Burası kültür mantarı üretimi için de en uygun doğal koşullara sahip.

Üstüme yıkılacakmış gibi duran yeşil örtülü, ak başlı dağların sergilediği peyzaj güzelliğini görebilme koşuluyla izin verdiği geçitlerden geçerek Korkuteli ilçesine ulaştık. Doğanın kucağına eğilerek, bükülerek acayip şekiller almış yüzyıllık ağaçların heybetli duruşları, sanatçılara ilham veren şekilleri, renk zenginliği, yollarda, evlerle, akar sularla bütünleşerek, anlamlı ve zengin peyzaj oluşturan, doğanın sitem yüklü sözlerini esen yel, kulaklarıma ulaştırdı..Ditordu ki o sitem yüklü ses: Ey şairler, peyzaş mimarları, ressamlar, heykeltraşlar neredesiniz? Sizlerin yolunuz buradan geçmez mi? Bu güzellikleri algılayabilen, yudum yudm içerek sarhoş olan, haz duyan, kaç kişi var acaba ? Doğa haklı değil mi sanatçılara sitem etmekte.

Korkuteli bir cennet. Yeşillikler arasına saklanmış, nazenin yüzünü bir açıyor, bir kapatıyor. Güzel ve şirin evleri, geniş caddeleriyle sevimli bir kent..Denizli üzerinden gelen bir yol ile Burdur üzerinden gelen yolların kavşağında..

Sağımızda gördüğümüz yüksek, sivri ve karlı dağların arkası Antalya. Gördüğümüz dağlar ise 3070 m yüksekliği olan Bey Dağları ile Yanartaş Dağlarıdır. Bu dağlar Antalya ya kuzeyden gelen serin rüzgarları keserek Antalya nın sıcak ve nemli olmasına yol açar.

Otobüsümüz Antalya oto garında çok kısa bir mola verdi. . Evvelce