25 Aralık 2003 Perşembe

Musalla Taşında

Yurt dışı dönüşümde diye başlamıştı Akın söze. Elimde hediyelerle onu ziyarete gelmiştim. Beklenmedik bir durumla karşılaşacağım hiç aklımdan geçmezdi. Dükkanının kepengini kapalı buldum. İşte hesapta bu yoktu dedim.

Dükkan komşularına sorduğumda; Duanızı eksik etmeyin dediler. Evlerine gitmeye yüzüm olmadığından, sırdaşı ve kıymetli arkadaşına koştum.

Arkadaşından, onun yaşaması için artık bir umut kalmadığını, beyninde ur saptandığını öğrenince, dünya başıma göçtü sandım.

Acıyla ve sıkıntıyla beklenen o kara gün geldi sonunda.

Dünyanın en acı gerçeğiyle yüz yüzeydim .

O, 45 yaşında musalla taşında ve hayatta bir baltaya sap olamamış ben ise ancak başkalarının kanatları altında, hayırsız anılarımla kalakalmıştım.

25 / 12 / 2003
Alsancak - İZMİR

21 Aralık 2003 Pazar

Bir Hükümet Tabibinin Öyküsü

Tayin emrimi ilçenin tek eczanesinde arkadaşlarla otururken aldım. Gerçi bekliyordum. Geciktikçe de geriliyordum. Heyecanım doruktaydı. Sonunda beklediğim mektup geldi. Titreyen ellerimle zor açtım zarfı. İki satır yazıyı okurken kalp atışlarımı arkadaşlarım duyacaklar sandım. Neresi çıkacaktı mektuptan: bir il, bir ilçe, belki de bir belde.
Cide çıktı. İlk kez duyunca bu adı, şaşırdım. Daha doğrusu heyecan sardı
Bedenimi. Cide ? ! Neresiydi Cide? İlçe mi, bucak mı? Herneyse işte gerçek buydu. Yanımdaki koltuk yavaşça çekerken beni , arkadaşlar iki satırlık emri tartışmaya başlamışlardı. Eczanenin ilaç kokan havasında çözüm aradılar. Bulamadılar. Sonra PTT den öğrendik ki, Cide, Kastamonu;ya bağlı Karadeniz kıyısında bir ilçedir.
Bu atama hayatımın ilklerinden biriydi: Devlete ilk kapılanışım, ilk memuriyetim, ilk üstlendiğim mesleki görev. İlklerde daha bu günden düş kırıklığına uğramıştım. Oysa bu yolda nice beklentilerim nice emellerim ve hayallerim vardı. Bir il merkezi, ya da tanınmış bir yer neden olmasındı? Yığıldım kaldım. Oturduğum koltuktan kalkamadım. Arkadaşlarıma beni teselli etmek düştüyse de bunun ne anlamı olabilirdi.


Maliyeden ilk maaşım olan 160 TLyi cebime koyarak yola çıktım. Ankara, Kastamonu derken, üçüncü gün İneboluya vardım. Akşam olmuş el ayak çekilmişti. Cideye daha bir günlük yolum vardı. Bir otel sordum , gösterdiler. Eğer otel dedikleri buysa vay halime benim. Doktor olduğumu söyleyince otelci katibine seslendi: Bak oğlum! Doktor beye en iyi odayı ver.Tek kişilik ücret al Dedi. Bana dönerek: Doktor bey odalarımız iki yataklıdır. Biz sizden tek yatak ücreti alacağız. Kusura bakma her günün ücretini peşin alıyoruz Dedi. Karşılık vermedim.
Tahta bavulum katibin elinde, pardösüm kolumda tahta merdivenleri gıcır rdatarak çıktık üçüncü kata. Deniz ve ilçenin beyaz evleri yeşillikler içinde hoş bir manzara sergiliyordu. Odamın perdeleri solmuş ve çekmiş olduğundan pencereyi kapatamıyordu. Kapı kilidi bozuk, tabandaki tahtalar bastıkca gıcırdıyordu. Cilasız iki sandalye ile bir küçük sehpa vardı. Yerler betondu. Karyolalar eskiydi. Bir tek elektrik ampulü sallanıyordu tavandan. Lavabo ve tuvalet her katta bir tane olup ortaklaşa kullanılıyordu .
Perde işlevini yapmadığından güneş, sabah erken uyandırdı. Yarı uyur, yarı uyanık katipten gideceğim yer ile ilgili bilgi aldım. İskelede gezinirken karşılaştığım bir genç bana, Cideye karadan yol olmadığını, ancak deniz yolunu kullanmak zorunda kalacağını söyledi . İskele hareketlenmeye başlamıştı Tekneler, kıyı köylerden yolcu getiriyordu. Bu gün İnebolunun pazarıymış. Hareketlilik ondan kaynaklanıyormuş. Kuşluk vakti olduğu halde henüz bir şey girmemişti karnıma. İki simit aldım; birini pardösümün cebine koydum. Orada külhani kılıklı bir genç gördüm. Geleni geçeni kontrol ediyordu, göz ucuyla. Yaklaştım ve sordum:
Cideye hangi motor gidecek acaba
Sen Cideye mi
Evet
Yanıma geldi. Konuşmadan bavulumu elimden çekip aldı, tekneye fırlattı. Ne olduğunu anlamadan bakakaldım. Kendim kendimi bağlamış oldum. Ne geri alabilirdim, ne de elimden başka bir şey gelirdi.
Hareket ne zaman
Yüzüme bile bakmadan:
Gideriz, gideriz. Sen kaybolma, buralarda, göz önünde bulun
Buralarda bulunuyordum. Sıkıntıdan çatlayacaktım. Deniz rüzgarı rahatsız etmeye başlamıştı. Elleri kıçının üstünde avare biri daha benim gibi geziniyordu. Adama yaklaşıp, elimle göstererek sordum:
Bilginiz ver mı, bu motor ne zaman hareket edecek
Nereye
Cideye
Cidenin tek motoru var. Oda dolmuş çalışır. Bu olacak sanırım . Her gün bir dolmuş gider. Acele işi olanlar, özel tutarlar

İkindi vakti olmuştu. Elinde torbası, filesi, poşetiyle pazarcılardan bazıları doğruca gelip motorda yerlerini alıyorlardı.
Bavulumu kapar gibi elimden alan delikanlıya yaklaşıp kendinin görevli bir kişi olup olmadığını sordum:
Kaptan yardımcısıyım dedi.
Hani kaptan nerede dedim.

3

O zamanını bilir Dedi.
Pazarcılar tekneyi doldurmuştu. Güneş de neredeyse dağların ardına kayıyordu.
Şapkası kaptanı andıran bir adam göründü. Yolcular tanıdılar. Kaptan yardımcısı ( cimacı):
Haydi! Kimse kalmasın iskelede diye ilk ve son uyarısını yaptı. Kaptan dedikleri orta boylu, şişman, gür bıyıklı, meşin ceketli bir adam. Hışım gibi geldi. Kimseyle konuşmadan atladı tekneye. Çevirdi kontak anahtarını, ateşlenince motor herkesin yüzü güldü; en çok da benimki.

Şimdi kıyıdan yüz metre açıktan tam gazla kayıyorduk Karadenız’in sularında batıya doğru. Ortalık kararmıştı. Poyraz yüzümü üşütüyordu. Cimacı yolculardan birer lira olan dolmuş ücretini toplarken nerede ineceklerini de soruyordu. Benden başka Cide diyen olmamıştı .
Alaca karanlıkta kıyı boyunca, beyaz ve şirin evleriyle köyler görüyordum. Her köye gelişimizde inenler oluyordu. Sonunda iki kişi kaldık. Benden önceki bey bir başöğretmendi. O da hoşça kal deyince bir ben kaldım.Gene karanlığa açılmıştık. Rüzgarın savurduğu sular giysilerimi ıslatmıştı . Titremek geliyordu içimden. Ne kara tarafında, ne de denizde bir ışık vardı. Bizi gören yalnız ay ve yıldızlardı. Doğrusu ne kaptana ne cimacıya ve ne de denize güvenim vardı
Epeyce gittikten sonra Kaptan yardımcısını yanına çağırdı. Direksiyonu ona bırakarak yanıma geldi. Karşımda kararsız bir duraksama içindeydi . Ne düşündüğünü anlamam mümkün değildi. Gizemli bir hali vardı.
Yunusları görüyor musun dedi. Motorla yarış eder namussuzlar dedi. Karanlıkta zor seçebiliyordum. Tabancasını çekip ateş etti. Bir çocuğun oyuncak tabancasıyla oynadığı gibi oynarken bir acayiplik fark ettim: Kaptanın sağ elinin orta parmağı yoktu. Yani parmaksızdı. Onun tabancayla oynaması içimekorku düşürmüştü. Durup dururken bu yaptıklarının ne anlamı vardı? Yanıma oturdu ve bir sigara yaktı. Bana da ikram etti, almadım.
Konuşmuyorsun. Denizden, karanlıktan koktun mu
Denizden değil de senden korktum demek geldi içimden.
Cideye daha yolumuz var. Motorda da bir sen kaldın. Bilet almadın, değil mi?”
Hayır almadım. Alayım Diye elimi cüzdanıma atarken sordum:
Bir lira, dolmuş. Değil mi
Yok beyim! Olur mu? Ne zamandır tek seni taşıyoruz. Mazot yakıyoruz. Deniz suyuyla çalışmıyor ki, bu meret
Peki, ne vereceğiz
Yüz lira. Taksi ücreti
4

Olur mu? Ben bunu taksi olarak tutmadım ki
Ben anlamam. Canın burada tartışacak kadar ucuz değildir sanırım Sahile kadar yüzmeye gücün yeter mi? Bavulunu yarın balıkçılardan alırlar. Bak etrafa... Karanlığa, soğuk sulara bak
Ne yapacağım belliydi. Tartışmayı kestim.Titreyen ellerimle çıkartıp 100 lirayı saydım. Cüzdanımda sadece 5 liram kalmıştı. Hırsımdan ağlamak geliyordu içimden.

Kıyıda kayalıklar göründü. Kaptan dümeni oraya kırdı. Vardık ve büyük ve yerli bir kayanın yamacına durduk.
i bakalım, al valizini. İn aşağıya
Niçin burada indiriyorsun? Burası dağ başı. Üstelik gece. Ne tarafa gideceğimi bile bilmiyorum. Üstelik taksi ücreti aldın
Hadi, hadi çok konuşmadedi ve valizimi alarak kıyıdakitaşlığa fırlattı. Ben de arkasından atladım. Canımı kurtardığıma sevindim.

Başladı mı yeni bir macera. Bavul bir elde, pardösü öbirinde. Gök yüzündeki aydan medet umuyordum. Çünkü tek tanığım oydu. Ve bana kıyı boyunca yürü der gibi geliyordu. Yürüdüm kıyı boyunca; kah kumsaldan, kah kayalardan, otlar, çalılar arasından.
Bir saat sonra oradaydım.
Benim gibi solgun ve yorgun sokak lambalarının aydınlığında
Ne tarafa gideceğimi düşünürken bir köşe başında bir lambanın altında durdum. Bir düdük sesi geliyordu uzaktan. Bu gece bekçisinin düdüğü olmalıydı. O sesi bir kez daha duyduğumda, yaklaşmıştı. Sokağın öte başında görününce bekci,
bekçi diye seslendim. Önce duyuramadım. Yorgunluktan ve üzüntüden sesim bile çıkmıyordu. Daha yüsek perdeden bağırınca “duydum anlamında düdükle cevap verdi. O sıra tepemde bir pencere açıldı. Başını uzatan bir adam:
Ne oluyor yahu? Hırsız falan mı?” diye sordu. Utandım.
Kusura bakma kardeşim. Ben doktorum. Uzaktan geliyorum da bekçiyi çağırıyorum
Adam içerdeki karısına:
Deli mi, divane mi? Sözde doktormuş. Kim bilir hangi hastadan dönüyor
Bekçiye kendimi tanıttım. Ama onun kafası almamıştı.
Afedersin bey seni tanıyamadım. Toktur mu demiştin
Evet , doktorum. Yeni geliyorum. Tanımazsın elbet
Bu saatta sokakta. Hayret doğrusu Hadi beni dispansere götür deyince, bekçi esas vaziyetine geçti.
Ve selam durdu.


4
Sen herkesi tanır mısın
Burası küçük yer, beyim. Ben de başbekçiyim (!) ne de olsa. Herkesi tanımam lazım
Valizimi aldı elimden, cadde boyu yürürken, yolda, maruz kaldığım rezaletleri anlattığımda bekçi öyle kızmıştı ki:
O kaptan dediğin adamı şurada görsem alimallah çeker vururum. Namussuz herif!..Toktur bey seni Allah yolladı ilçemize. Vururum vallahi. Allaha da hesabını veririm.

Dispansere geldik sonunda. Gelişim ilçede hemen duyuldu. Hastalar kuyrukta. Bir gece kapım vuruldu güm güm güm. Pencereden bakıp sordum:
Hasta mı
Aman yetiş, toktur bey. Adam ölecek. Elini ayağını öpeyim
Hastayı dispansere götürün. Hemen geliyorum
Adamın kolu kopmak üzereydi. Çok kan kaybetmiş. Kolu incelerken sağ orta parmağının olmadığını fark ettim. Yani parmaksızdı. Birden irkildim. Duraksadım. Yüzüne baktım tekrar tekrar. Evet oydu. O parmaksız kaptan.Hiçbir şeyi belli etmeden kolunu sordum:
Ne oldu koluna? İş kazası falan mı
Keşke öyle olsaydı.Balık avlarken dinamit elimde patladı. Toktur bey: Ben yaptım, sen yapma. Allah belamı verdi zaten
Kolun damarlarını bağladım. Yarayı diktim. Yapabileceklerimi yaptım. Hastaya eşlik edene:
Yarın hastayı İstanbul a ulaştıracaksınız. Sakın geciktirmeyin hastanız ölür Dedim.
Ertesi sabah dispansere geldiğimde ilk işim hastayı sormak oldu. Verdiğim ilaçlar sayesinde ateşi çıkmamıştı. Hasta rahatlamıştı, konuşabiliyordu. Yalnız konuşurken yüzüme bakmıyordu. Mahcup bir hali vadı.
Eminim o beni çoktan tanımıştı. Onun için göz göze gelemiyordu.

Hastaya eşlik eden girdi odama Onu da tanımıştım. Kaptanın cimacısıydı. Suçlu, mahcup ve utangaç bir tavırla sordu:
Toktur bey, Allah sizden razı olsun.Vapurumuz geldi. Gidiyoruz. Borcumuz ne kadarsa ödeyelim.
Duraksadım, düşündüm. O bana, ben yere bakıyordum. Düşünüyordum. Karar verdim ve dedim ki:
Borcunuz 99 liradır.
Cimacı alay ettiğimi sanarak şaşırdı. Sonra masanın üstüne bir 100 liralık koydu. Ben de ona 1 lira geri verdim. Adam anlayamamıştı. Açıkladım:
Bak oğlum! Bu bir lira teknenin dolmuş ücreti. Geri kalan 99 lira var ya, onu kaptana sor. O bilir ne parası olduğunu. 21/ Ara / 03 URLA

12 Kasım 2003 Çarşamba

Kırmızı Bluz

Meryem bu köyde doğdu, onaltısına burada bastı. Önce okulu sonra halıcılık kursunu bitirdi. Sonra da görücülere mankenlik yaptı. Üzerinde yoğunlaşan bakışlar her yıl artarak sürdü; çünkü güzeldi. Altmış haneli bir köyde onun gibi çakır gözlü birisi daha yoktu. Her gencin gözü ondaydı. Gençler attıkları oklarla onu hedef yapmışlardı. Bakalım kimin oku bu ahuya isabet edecek. Bu nedenle annesi onu çeşmeye suya, bağa, bahçeye tek başına bırakmaz. Köy küçüktür; öksürsen duyulur öteki
uçtan.
Meryem onaltısında. İçinde bir kıpırdanış başlar. Bir başkaldırış belirir. Aynaları ve pencere önünü kimseyle paylaşmaz. Okuldan dönecek çocuğunu bekleyen anne gibi kendisinin de bilemediği bir duygu, bir beklenti onu hep pencere önüne çeker. Deneyimli anne, ufukta beliren rahmet bulutlarının yaklaşmakta olduğunu görür. Görür de eli varmaz kafesteki kanaryayı uçurmaya. Ama bir gün mutlaka...O gün gelende kapıyı çalan el elbet boş dönmeyecektir.

Köyün kadınlarının çoğu tarlaya nohut yolmaya giderler. İyi iş, parası tatlı. Meryem in annesi de imrenir; kız, üç,beş ne getirirse hora geçer, kız çeyiz ister. Anne , kızı işçibaşı Zehrana ya ( Zehra anne) teslim eder ve tenbihler aman göz kulak ol, bu gençler ayaklarını nereye bastıklarını bilmezler

Grup halinde tarlada nohut yolmak pek keyiflidir. Türküler çağrılır, şakalar yapilir, takılmalar, sataşmalar, kurabiyeli çaylar, dedi kodular...Sıcak ağustos ayında günler başka nasıl geçer.. Tepede kavurucu sıcak , yerde sıcak toprak. Bu bozkırın insanı dayanıklıdır : açlığa, susuzluğa, uykusuzlüğa, acıya, cefaya.
Meryem in geldiği ilk gündü; canlı, hareketli ve sevecen tavırlarıyla pek keyifliydi. Taşan neşesi ötekilere de bulaşıyordu. Ancak dikkatını bir yöne çevirdiği gözlerden kaçmıyordu: Kamyonetin sürücüsü. O, çıkmıyordu arabanın içinden, birşeylerle uğraşıyordu, kendi kendine. Oysa Meryem onunla konuşmak, askerden yeni geldiği için hoş geldin demek istiyordu. Aslında Mehmet abisi onun için pek de yabancı sayılmazdı. Kız bir bahane buldu sonunda: Ayakkabısını eline alarak yanına vardı. İkisi de heyecanlandılar. Önce bakıştılar, sonra kız :
Mehmet abi, şurası ayağımı vuruyor. Yapabilir misin
Mehmet elinden alır, birşeyler yapar ve tamam diye verir.
Sağol abicim Derken gene göz göze gelirler. O ana kadar Mehmet kızın çakır gözlü olduğunun farkında değildi. Mehmet, kızın çekiciliği karşısında ona kapılır.

Zehrana iş bölümü yapacaktır, Mehmet e seslenir:
Mehmet hadi oğlum, oyalanmayın, başlıyoruz.
İkisi de gelir ve sıraya yan yana girerler. Yakın bulunmak, fiskos etmek ikisini de mutlu kılar. Mutluluk coşturur, morallerini yükseltir. Güneş, rüzgar, sıcak, yorgunluk vız gelir. Gelir ama, rüzgar gittikçe sertleşir. Hava değişmeye başlar. Ufukta kara bulutlar oluşurken, Zehrananın keyfi kaçar. Meryem Mehmetin üşüdüğünü görerek:
Mehmet abi üşüyeceksin, bir şeyin varsa giy
Yok be bizimkız, üşümem
Benim hırkam var arabada getireyim mi
Sağol. Zahmet etme. Biz alıştık soğuğa askerlikte....

Rüzgar geçmiş, hava sakinleşmiş, yaprak kıpırdamıyordu . Zehrananın sesi duyuldu.:
Hadi geçler bırakın. Çay demledim. Gelin alıcın altına. Ağacın gölgesini kapmak için koşarlar.Meryem ile Mehmet süzüle süzüle gelirken Zehrana kızı yanına oturtur ; ne de olsa tenbihlidir..Gerçi onun ipiyle kuyuya inilemeyeceğini herkes b

Nohut yolması on gün sürer; on altın gün. On gün Mehmet ile Meryem in hızlı gelişen aşklarını perçinlemeye yetti. Bitmese dediler. Ne çabuk geçti dediler. Ama, dünyanın hali böyledir: Başlayan her sürecin bir sonu vardır. Meryem in annesi , Zehrana yı istediği kadar tenbih etsin , ne yazar. Aşk bu, bir gün, bir saat bile yeter. İş arkadaşları bazı şeyleri sezerlerse de hoş görürler.
Oldu bir kez, isteseler de istemeseler de... Mehmet bir hayalet gibi kızı izler. Bir gün oğlan Meryem lerin koyun evine gelir. Maksat eve gelmeyen koyunlarından birinin yanlışlıkla buraya gelip gelmediğinin kontrol etmektir. Koyunevinde Meryem ile karşılaşırlar. İkisi de heyecanlanırlar, Çarpıntı, terleme gelir arka arkaya. Mehmet en uygun zamanı yakalamıştır. Der ki:
Hasan emmiler elma toplatacaklar, işçi arıyorlar. Ben gideceğim, sen gelmez misin
Ne zaman
Haftaya
Bizimkiler hiç belli olmaz. Gene de anneme bastıayım. Olumlu cevap alırsam, bizim balkondaki çamaşır ipine kırmızı buluzumu asarım.. Kırmızı buluzu görürsen elmalıkta görüşürüz.

Bahçede ikisi bir ekip oluştururlar. Oğlan elmaları kesip toplar, kız sepete koyar, omuzunda sepeti taşır. Dokunamazlar birbirlerine. Ama ne önemi var! Gözler anlatır söylenecekleri. Hem sözlerden daha gerçek. Sözler, bazan sahte, bazan yalancıdır. Oysa bakışların yalanı sahtesi olmaz

Zehrana seslenir Meryem e:
Sizin köpek geldi, korkuyoruz, çağır oraya Meryem in sesini alan Karabaş, Meryem e sokulur, koklar, kuyruğunu sallar, sevecen bakışlarla açlığını anlatmak ister. Meryem in sevmesinden hoşlanır.Köpek Mehmet i de koklar, hoşlanmaz ve gider. Mehmet der ki, kendi kendine: Köpek bile benden akıllı. Bu söze alınan Meryem, Mehmet e sarılır. Mehmet, kızın dayanılmaz kokusunu alınca, Karabaş ı bir kez daha haklı bulur.

Zehrana, Meryemi yanına çağırır. Tetiyi göstererek Su bitti. Şu derenin ilerisinde bir pınar var. Hem de suyu soğuk. Testiyi al, doldur getir. İçelim buz gibi. . Ama yalnız gitme, köpek olur, yılan olur. Mehmet i yanına al Meryem bu görevi severek ksabullenir. Ama neden Mehmet le bunu anlayamaz.. Anlamasa da günah bende değil der. Yol boyu bu olayı Mehmet ile yorumlamaya çalışırlar. Kız der ki:
Hiç kuşkun olmasın Zehrana bizden yana. Korkma o bizi birbirimize denk buldu ya, gerisi gelir
Peki onun çıkarı ne
Ben şöyle yorumluyorum: O çevre yüzünden gençlik heyecanını hiç yaşayamamış. Şimdi bile konu komşunun gözü onun üstündeymiş. Dul ya...O halden anlıyor
Sevdim kdını. Aşk olsun.
Derenin kıyısına gelince kız pınarı görür:
İşte pınar, uzak değilmiş, derenin dibinde
Kayarsın ver elini
Kaya kaya inerler el ele kum yamaçtan. Yumuşak ak eller oğlanın kemikli elinde. El değil mengene sanki. Çekince kızı kendine, testi düşer yere. Yuvarlanır gider ve bir kayaya çarparak kırılır. Kırıkları kız alr eline, bakar bakar sonra oğlanla göz göze gelirler ve Meryem sarılır Mehmet e...
Yeter ki kalbimiz kırılmasın. Nazar oldu bize. Zehrana nın nazarı pek kuvvetli derler
Ben nazara inanmam
Mehmet kızı çeker çimlerin üstüne ve uzatır boylu boyunca. Sevişirler, gönüllerince. Vakit durur., onlar durmaz..
Zehrana nın gözü yollada kalır. Arkalarından gider. Yamacın başında karşılaşırlar.
Nerde kaldınız? Susuzluktan öldük. Hani testi ?
Kız aşağıda kırıkları gösterir. Zehrana iner kırıkları alır eline inceler. Sonra pınarın buz gibi suyundan içer, einı yüzünü yıkar. Üçü birlikte bahçeye dönerler.

Sonbaharın tam ortası, üzüm zamanı yani. Bağ bozumu şenlikleri sürüyor. Küçüklü, büyüklü insanlar bağlarda, asmaların aralarında kıynaşıyor ( kıpır kıpır gezinmek).Ocaklar yanıyor, yemekler pişiyor, dumanlar tütüyor, pikaplarda şarkılar, türküler... Bağlar bozuluyor. Bulutlar çöktü dağlara, rüzgar soğuk esiyor. Kimin umurunda soğuk. Bağ bozumu şimdi.
Sıra Meryemlerin bağda şimdi.
Kırmızı buluz askıda. Mehmet hemen kapıda biter. Kız içeriye almaz Mehmet i. Kpıdan söyler diyeceğini:
Üç gün sonra bizim bağ bozulacak. Zehrana aldı işçiliğini. Onu gör ve onun ekibine gir. Bu kadar hadi şimdi git
Bağda buluşurlar üç gün sonra ; yıllardır hasret kalmış sevgililer gibi .Dokunamazlar birbirlerine, kalabalık. Ne zararı var, Zehrana sağ olsun nasıl olsa ikisini bir ekibe verecek. Tıpkı elmalıktaki gibi.Bırı sepet taşırken, öteki salkımları kesecek.
.Omcaların üstüne eğildikce üzümlerin değil, Meryem in mis gibi kokusu çileden çıkartır oğlanı.
Bir fırsat daha belirir. Cuma günü Karacadağ a bir ziyaret gerekecektir. Günü birlik. Bunu Mehmet e duyurmanın tam yeri. Der ki Mehmete:
Cuma günü çağırsam seni, gelebilir misin?
Böyle şaka yapılır mı? Şimdi bayılırım
Dua et bir engel çıkmasın. Kırmızıyı görürsen gel, görmessen , git, yok ol
Kaç gün var cumaya
Beş gün
Geçmez ki...
Sabretti. Beşten başlayıp geri geri sayarak, her gün bir tane tüketti günleri. Sevda yaşamsal bir olgu. İnsana güç verir, azim, umut ve direnme gücü verir. Sevdayı tatmayan kendini yarım adam saymalıdır.Mehmet der ki, kendi kendine:
Ferhat sevgilisine kavuşmak için , dağları aşamayınca nasıl delmeye kalkışmış Ben dağlarda değil düz yollarda kavuşamıyorum ona
Günlerden Cuma. Mehmet iki kez geçer evlerinin önünden. Kırmızı mırmızı yok. Boşa gitti bizim bekleyişler der içinden. Bir saat sonra bir daha geçişte kırmızıyı görür. Kapının önünde etrafına bakar ve kapıyı kolayca açar. Kapının sesinden bilir Meryem geldiğini. .
Perdeler her zamanki gibi kapalı. Pencere önünde bir sedir Sedirin iki başında iki minder ile soluk bir sedir halısı. Yerde orta boy bir taban halısı, onun da renkleri solmuş. Duvar diplerinde dizili sandalyeler. El işlemeli örtüsüyle bir orta masası. Bir yatak dolabı ve beş numara gaz lambası
Divanda yan yana otururlar.
Seni görmeyince deli gibi oluyorum
Ben de seni özlüyorum
Sevda denen şey buysa, bu bir işkence..
Ama tatlı bir işkence.. Vaz geçebilir misin
Beni bırakmayacaksın değil mi?”
Sen deli misin, hiç bırakır mıyım
Beni alacaksın değil mi
Helbet
Almaz da orta yerde bırakırsan, vallahi böcek ilacı içerim
Delilik etme senin gibi bir kıza yakışır mı bu?.
Kız Mehmet i kendi odasına götürür. Kız utanarak soyunur. O çıplak bir erkek bedenine ilk kez dokunmaktadır . Ürkek, korkak, çekingen, utangaç ruh halleri içinde kız, sevdasını kanıtlamak
amacıyla girer oğlanın koynuna
Yatakta geçirdikleri bir saat bir rüyaydı sanki. Bu rüyadan uyandıklarında, Meryem, onun sevdalısı olmanın ötesinde karısı da olmuştu. Karısı olmak kolay mı? Yükümlülükleri var, sorumlulukları var.Onlar artık kendilerince karı-koca olmuşlardı.
Gene bir gün oğlan kırmızı buluzu görünce kapıya varır.Heyecan ve sevinç içinde kapıya varır. Açar açmaz balkonda nineyi görür. Nine güneşten solmasın diye buluzu almak için balkona çıkmıştır. Ancak kapının açılıp kapanışını fark etmemiştir. Cesur kız hiç bozuntuya vermez. Buluzu ninesinden alır. Bir suya batırıp çıkartır, sözde yıkamış gibi yeniden asar. Mehmet arabasıyla oradan geçerken buluzu görür. Durumu anlayamaz, şaşırırsa da çok merak eder. Bir süre sonra gelir, kapıyı açar, biraz bekleyince Meryem ile karşılaşır. Meryem el eder gel diye. Gelir. Meryem ninesinden çekinmemektedir. Çünkü onun hem gözleri iyi görmez, hem de kulakları iyi işitmez. Ninesini inandırmak onun için sorun değildir. Ayrıca nine kızı o kadar çok sever ki benim Çakırım diye onun kabahatlarını örtbas eder.
Meryem kapıda tuttuğu Mehmet e der ki:
Kırmızıyı görünce gel geceleyin. Camı tıklat. Ben kapıyı açarım Peki, sizinkiler Bizimkiler Karadağ a gittiler. Ben ninemle kalıyorum. Bu gece yoklar. Ninemin kulakları duymaz, korkma
Tamam. Saat 12 de geleceğim Hadi şimdi tabanları yağla bakalım
Mehmet kahvede saat doldurmaya bakıyor. Vakit ilerledikce insanlar kahveyi terk ediyorlar bir bir.On ikiyi bekleyen iki kişi kalmıştır, biri Mehmet, diğeri kahveci. Kahvecinin gözü Mehmet ;te, Mehmet;nki ise saatta . Kahvenin duvarındaki saat 12 yi vururken, nöbete giden asker gibi, Mehmet pencerenin altındadır. Camı tıklatır, perde açılıp kapanır. Meryem kapıyı açar.
Meryem in tek kişilik yatağında iki kişi. Saat 5 olmuştur. Sabah ezanı okunurken Mehmet evi terk eder. Sabah namazına kalkan Nine kapıyı duyar gibi olur ve sabah kıza sorar: Sabaha karşı bizim kapı kapandı mı, yoksa ben mi öyle duydum Kız, Sana öyle gelmiştir. Kim olacak deyip kapatır.

Aradan epeyce zaman geçmiştir. Kırmızı Byrak çekilmez olur göndere.. Mehmet meraktan çatlayacak gibidir. Acaba hasta mı? Yoksa bir duyan, gören mi oldu? Huzursuz günler yaşarken mehmet, bir kez daha görür kırmızıyı. Koşup varır kapıda konuşurlar
Senin haberin yok mu? Köy çalkanıyor
Hayrola gören duyan mı olmuş
Yok canım. Beni Alim in Bücüre istiyorlarmış. Aileler arasında konuşulmuş. Annem olmaz, kız daha küçük demiş
Sana sormadılar mı? Sen ne dedin
Ne diyeceğimi bilmiyor musunGözleri yaşaran Meryem:
Duymadıysan haberin olsun diye çağırdım. Hadi git şimdiOlay Mehmet in kafasına çimento dökülmüş gibi oturur. Üzülür, yemeden içmeden kesilir. Sarhoş gibi dolsşır. O sokağa girip çıkmaz, Kırmızı buluzu aramaz, aşk vurgunu olur. Arkadaşları fark ederler değişikliği. Mehmet söylemez sırrını. Her seferinde bir bahane uydurur.

Lakin Bücür ün babası vaz geçer mi hiç. Dediğim dedik. Alacağım o kızı diye tutturur Araya admlar koyar. Başlık parasını artırır. Meryem in babası Hüsnü iki arada bir dered e kalır. Cevabı karısına yıkar. Daha kız küçük. İlerde belki Bücürden (Yusuf) daha iyisi çıkar diye gönülsüz davranır. İşi Meryem in annesinin sonuçlandıracağının anlaşılması üzerine kadına baskılar başlar.Kadın: Benim kızım daha küçük, bende satılık kız yok, dese de baskıların sonu gelmez.Zaten Meryem de inatla ayak diremektedir. Bu konuda kız o kadar ileri gider ki: Beni o bücüre verirseniz öldürürüm kendimi der. Annesine, babasına tavır koyar. Küser, yemez, içmez. Kız daha onaltısında. Evlilik için erken bir yaş. Zaten iki durum var ki, ağır basmaktadır. Birincisi kız Mehmet i deli gibi sevmektedir. İkincisi, Meryem bakire değildir. Ne var ki , bu iki durumdan ne annesinin haberi vardır, ne de annesinin.
İşi zamana bırakırlar. Alim unutur mu hiç! Gün sayar. Zaman dediğin nedir ki, geçiverir; kız girer onyediye.. Köyde örneği var. Yasal engel de kalkmıştır. Bu süreçte annenin direnci de zayıflamıştır. Baskılar yeniden güncelleşir. Sonunda kadın pes eder. Bir gün alır yanına mal delisi kocasını , haber iletir karşı tarafa.
Gelirler bir akşam gürül gürül. Sözler verilir, kahveler içilir. Hatta nişan ve düğün tarihleri bile saptanır. Tüm köy halkına ilan edilir. Mehmet zaten duymuştu. Elinden ne gelir? Acısını içinde dindirmeye çalışır.
Yok artık o sokaktan geçmek, kırmızı buluzu aramak. Hepsi geçmişin hayal dünyasında kaldı.

Bu kadar kolay mı vazgeçmek, bu kadar kolay mı unutmak? Hani böcek ilacı içecekti? Hni benden aytılmayacaktı? Hani kaçarız demişti. Bunlar yalan olabilir miydi? Benim bildiğim Meryem sözünde durur. Kesinlikle söyleyebilirim ki kızı çok baskı altına aldılar, ona zorla “evet” dedirttiler. Ne kadar ısterdim onunla son bir defa konuşmayı. Alim emmi kazandı sonunda. Düğün günü gelin arabasını dayadılar kapıya, Meryem alduvak içinde, iki gözü iki çeşme, babasının kolunda bindirilir gelin arabasına. Sanırlar ki göz yaşları ayrılık nedeniyle, oysa o, hiçbir şey yapamamış olmasına ve Mehmetine yanmaktadır. Yusufların kapıda gelin arabadan indirilir. Bir kolunda Ali m emmi, ötekinde Yusuf. . Alim emmi eşiği aşarken Sağ ayağını at yavrum der. Gelin eşikte serili kuzu postuna bastırılarak ( Kuzu gibi olması için) içeriye alınır.
Avluda, sokakta davullar, zurnalar, tefler, kanunlar çalınır. Yemekler, içkiler, tabancalar eşlik eder eğlencelere. Herkes bayram giysileriyle, pırıl pırıl, anneler yanında, kucağında ve karnında çocuklarıyla, oyalı yazmalar başlarında... Umurunda mı Meryem in göz yaşları...
Akşam yemeğinden sonra gözler saatlarda: Gelin damadı beklemektedir. Damadı getirirler, kapıda sırtına vurdukları birkaç yumrukla iterler gelin odasına. Gelin ayakta bekler damadı.

Gerdek gecesi bir kıyamet kopar gelin odasında. Tartışmalar, anlaşmazlıklar...
Kız değilsin. Gelme yanıma, dokunma bana
Kim demiş! Kara çalma. Sarhoşsun sen. Anlayamadın bile. Ben kızoğlan kızım
Ben kabul edemem. Sabahleyin çekip gidersin geldiğin yere
Sarhoşsun sen. Anlayamadın. Ben kız olarak geldim sana. Kara çalma.

Sabah olur , Yusuf , herkesin bulaşmaktan çekindiği annesine tekmil verir : “ Bin güçlükle aldığınız gelininiz kız çıkmadı. Alın hayrını görün” deyince, evde rezalet çıkar. Alim emmi küplere biner. Ar, namus, şeref, haysiyet sözcükleri havada uçuşmaya başlar. Anne yapıştırır gelini eline,doğru Meryem
lere. Kapıyı Meryem in annesi açar. Onları görünce çok sevinir; el öptürmeye getirdi sanır.Yusuf un annesi günaydın bile demeden:
Alın çürük cevizinizi, başınıza çalın
Der ve konuşmadan çekip gider. Meryem in annesinin dizlerinin bağı çözülür ve oracığa çöker ve kızı sıkıştırır:
Başıma bu da mı gelecekti. Doğruyu söyle gavurun kızı, başından bir iş mi geçti, tarlada, şurda, burda
Yok anne. Yalan söylüyorlar. Oğulları sarhoştu yanıma geldiğinde. Fark edemedi, anlamadı bile. Yarını bekleseydi. Sarhoşluğu geçseydi
Şimdi ne diyeceğiz el aleme. Vah başıma gelenlere vah
Ben size demedim mi, beni Bücüre vermeyin diye

Anne kendini toparlar. Kızı alır ilçeye giderler : Hükumet tabibine, kızlık raporu almaya..
Anne ve kız, Hükumet Tabibinin odasındalar. Anne başlarından geçeni anlatır. Doktor bir kıza bakar, kızın iri ve yeşil gözlerine. Hafif tombul, beyazlığına ve de körpeliğine...Bir de bunu ret eden aptalı düşünür. Doktor kızı muyene odasına alır. Kız olup bitenleri en ufak aytıntısına kadar anlatır. Sevgilisioldüğünü, onunla birbirlerini çok sevdiklerini söyler. Ve ilave eder: Doktor abicim, elini ayağını öpeyim, bana kız raporu ver. Ailemizin şeref ve onuru, benim iffetim ve namusum her şeyim vereceğin rapora bağlı. Aksi halde bu işin ucunda cinayet ve intikam var. Bu yuvanın temelini senin raraporun kuracak. Asi halde kimse benimle evlenmeyecek. Onyedisinde bir koncayım. . Açtırmadan soldurmayın. Her şey senin kaleminin ucunda.. Beni koru, bana uygun bir rapor ver
Doktor masasının başına geçtiğinde,anne çok gergin sonucu bekliyordu.. Doktorun yüz ifadesinden birşeyler anlamaya çalışan anneye doktor der ki Kızınız dün akşama kadar bakireymiş. Kızlığı dün bozulmuş. Gerdek gecesine kadar bakireymiş Sonucu doktorun ağzından duyan anne o kadar çok sevinir ki, bir doktora sarılmadığı kalır.

Meryem in annesi elinde mühürlü raporla soluğu, Alim emminin kapıda alır. Ve kaynanaın gözünün içine sokar kızlık raporunu. Şimdi konuşma sırası Meryem in annesindedir. Söylemedik söz bırakmaz. Rapor köyde beklenen yankıyı yapar. Dedikodular, tefsirler... Sonunda çakır kızın namusu aklanır.

Meryem ile Mehmet in hikayesi ölü doğar.Kısmeti yokmuş meğer.. Çakılır kalır bir yerde. Ne Yusuf, Meryem i seve bilir bu saattan sonra, ne de Meryem.. Geçen zaman onlara ne mutluluk getirebildi ne de sıcaklık.Bücür, Meryem e Mehmet i unutturamaz.. Çünkü bu evlilik ölü doğdu.. Bir rüzgarda yıkılmaya mahkum. Zaten ufukta beliren kara bulutlar yaklaşmaya başladılar bil
Üç ay daha geçmişti görüşmeyeli. Bir gün Necatilerin koyunlukta karşılaşırlar.
Nasıl gidiyor? Mutlu musun bari? Sevebildin mi
Nasıl olack gidiyor kendi halinde. Olmuyor. Sevip sevilmeyince olmuyor. Ondan koca olur mu? Ne yaparsınki mahkumum.
Ayrıl, gel bana. Nasıl olsa çocuk da benden. Kaç aylık oldu
Dört
Bu konuşma Mehmet i çok üzer. Günlerce düşünür bu olanaksız ortamda. Onu belki ceviz silkiminde tekrar görürüm der. Ceviz toplamaya gelir diye umut eder. Bu yıl da ceiz ağaçlarının çoğunu Bücür silkelyecek Hıratlı Hüsnü nün ceviz ağacı çok. Bücür hafif olduğundan dalların uçlarına kadar varabiliyor. Maymun gibi. .Sırıkla vurdukca cevizler patır patır dökülür. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar ise toplar. Çakır aşağıdan gösterir, Yusuf o dallara vurur sırıkla.
Yusuf ! Şuraya vur, şuraya.
Burayı mı diyorsun.
He he tam ora, vur, vur.
Sırık bir kalkar bir iner,bir dal kırılır, çat diye. Bütün bakışlar sesin geldiği yere yönelir. Yusuf un ayağı boşlukta kalmıştır. Dal ve Yusuf düşerken yere bir çığlık kopar. Kara bir çuval gibi çakılır taşların üstüne. Meryem koşar, ötekiler koşar, toplanırlar Yusıf un başında. Heyecan ,ağlaşma, öfke şaşkınlık... Evden getirilen bir kilimin üstüne yatırılan oğlan henüz canlı ama, durumunun ağır olduğu anlaşılmaktadır. En seri araçla ilçeye ulaştırılması şarttır. En seri araç Mehmet ın at arabasıdır. Koş derler Meryem e, Mehmet e koş.!Araba Alim emminin kapıda.. Arabaya bir yatak serilir. Üstüne Yusuf uzanır. Dizginler Mehmet in elinde. Yanında Alim emmi. Atlar dörtnal giderken Alim: Ha gayret oğlum Memet yetiştirelim. Mehmet sorar:
Konuşabiliyor mu, Alim emmi
Su, su deyip duruyor. Çukur çeşmede dur da su içirelim.
Arkada bırakılanlar yas içindeler. Ağlaşmalar, ağlayamadan donup kalanlar...Gözler yollarda. Bir umut. Bir haber bekleyişi içinde geçmeyen saatlara destek olurlar çabuk ,çabuk... diye.Sonra Köygörünmezde bir araba belirir bu yana gelen. . Bizmki, Mehmetinki. Yvaş yavaş geliyor. Sanki cenaze arabası. Alim emminin gözlerinden akan yaşlar görünmez, henüz uzaktalar.Hrkesin gönlünde sönük bir umut ışığı. Üstü bir çarşafla örtülü Yusuf un cenazesi arabadan alınırken tüm köy halkı oradaydı ve feryat ve yas tüm köyü aplamıştı..
Çocuk anne annesinin evinde dünyaya gelir. Doğan kız çocuğunun dedesi Hıratlı Hüsnü, aptest alıp ezan okuduktan sonra, annesi gibi çakır gözlü kız bebeğinin kulağına: Senin adını Havva, Havva, Havva koydum. Allah bahtını açık etsin der.

Aylar sonrasında güneşli ve ılık bir ilkbahar günü, beyaz çiçekleriyle gelinlik giymiş gibi görünen bir kiraz ağacının altında buluşurlar. Tanrının bile ayrılıklarını istemediği bir ortamda, bir kez daha birbirlerine söz verirler. Bu kez ikisi çakır gözlü ve de aytık Mehmet i benimsemiş Karabaş ile gört kişilik bir aile olarak.

18 / kasım / 03
URLA

7 Kasım 2003 Cuma

Sınav Heyecanı

O yıl Eskişehir Lisesinde ( Şimdiki Atatürk Lisesi) Lise bitirme ve bakalorya sınavlarını vermiş , üniversitelere ya da yüksek okullara girmeye hak kazanmıştım. Ayni lisede Rahim adında bir arkadaşım vardı. Onunla ortaokul birden lise sona kadar ayni okulda, ayni sınıflarda, hatta aynı sıralarda oturmuştuk. Çok iyi anlaşıyorduk. Lise sona gelmiş olmamıza rağmen, meslek edinme hususunda bir vurdum duymazlık içindeydik. Yüksek öğrenimimizi nerede ve hangi okulda göreceğimize dair ne ailelerimizle, ne de kendi aramızda görüşmüştük.Bir gün karanlıkta suya basar gibi,kendimizi karar verme aşamasında bulunca, aklımız başımıza geldi. Evet, bir karar vermek zorundaydık. İstanbul a ya da Ankar ya gitmeliydik. İkisine de gitmeye olanaklar elvermiyordu. Sonunda Ankara da karar kıldık. Orada Yüksek Ziraat Enstitüsünün Ziraat Fakültesi sınavlarına girebilirdik.

Ankara da Ulus Meydanında Anadolu Oteli adıyla basit, yani ucuz bir otel bulmuştuk Sınav günü sabahı otelden ayrılarak sınavın yolunu tuttuk. Gideceğimiz yolun uzunluğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Çankırı Caddesi adıyla Ulus Meydanından başlayan caddenin bizi sınavın yapılacağı yere götüreceğini söylemişlerdi. Otobüslere biniş,iniş yelerini, yani durakları bilmediğimiz için otobüsle gitmeyi düşünmedik. Taksi zaten bize göre değildi. Biz iki şaşkın, kollarında saati yokmuş gibi, bir meçhule gidiyorduk. Yürüdük yürüdük vardık sonunda.
Görmeye alışkın olmadığımız koca koca binaların arasında şaşırmıştık. Lkin ortalıkta kimsecikler yoktu. Sınav başlamış olabilir düşüncesiyle paniğe kapıldık. Elimizdeki geçici kayıt belgelerine bir kez daha göz attğımızda sınav saatının bizim bildiğimizden yarım saat önce başlamış olduğunu anladık. Bu sefer de telaşa kapıldık. Bizim kusurumuz sınav saatını yanlış bellemiş oluşumuzdu.
Bizim telaş içinde olduğumuzu fark eden bir adam karşımıza dikildi; yaşlica, şişman, kısa boylu, kalın çerçeveli,siyh saçlı adam: Feneri nerede söndürdünüz? Sınav başladı,koşun. Dedi. Koştuk sınavın yapıldığı yere. Koridorda birçok kapı vardı. Hademe olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam, daha kendisine sormadan. Anladı ve kapıyı gösterdi. Vurmadan açtık. Öğrenciler içeriye alınmış. Herkes yerine oturmuş, soruları yanıtlamaya başlamışlardı. Karşımıza dikilen bir gözcünün önünde, merhamet dilenciliği yapar gibi başımız eğik, dikildik ve bekledik. O, sınav gözcüsü bey, şık giyimli, enç ve uzun boylu, saçları arkaya taralı ciddi görünümlü birisiydi. Benim ise gözlerim adamın yakasındaki rozete takılmıştı.Acayip bir takılış, ne anlamı varsa. Rozette beyaz bir zemin üzerinde meşe palamudu ve yaprakları vardı. Adam bizim zavallı halimizi görünce yardımcı olmak istedi. Ama önce dedi ki :Sınav yeni başladı. Sorular açıklandı. Üzgünüm, sizleri alamam.” Alamam sözcüğü o kadar insafsızca geldi ki bana, orada düşüp, bayılmak işten bile değildi. Ne var ki, konuşmasını sürdüren genç adam yol gösterme iyiliğini de yapmaktan geri durmadı. Katib-i Umumiye koşun. O, az önce buradaydı. O, alın derse, koşup gelin, alırım. Onu nerede bulabileceğimizi sorduk ve tarif edilen yere koştuk. Mermer merdivenleri ikişer, üçer atlayarak çıktık. Geniş bir koridora girdik. Buradan üst kata çıkan iki taraflı geniş merdivenler vardı. O güne kadar sadece sinema filmlerinde gördüğüm, devlet adamlarına ve krallara mahsus, üstünde ayrıca kırmızı yolluk serili, parke kaplı merdivenler. Koridorda rastladığımız bir kadına aradığımız kişiyi sorduk. Üst katı gösterdi. Buradan mı çıkacağız anlamında sorunca evet, evet. Çıkın buradan. Dedi. Biz ayakkabıyla halıya basmaya alışkın değiliz . Çekinerek, kıyıdan kıyıdan basarak yukarıya çıktık. Gene geniş bir koridor. Gene kırmızı halı. Büyük bir kapının sağında duvardaki plakada Rektör yazılıydı.Burası değil diye ilerlerken aradığımız tabelayı bulduk. Kapının sağında Katib-i Umumi yazılı bir levha. Önce duraksadık kapının önünde. Sonra vurup girdik içeriye. Nasıl katipmiş (! ) bu diye bir kuşku düştü içime. Bizim bildiğimiz katip yani yazıcı, bir masa, bir sandalye, etajer, dosya dolabı, daktilo, yeteri kadar kırtasiyesi olan bir kişidir. Bir odada bazen birden fazla katip birlikte çalışır Odasında ne perde, ne halı olur. Bir sürahi ile bir de bardak bulunur. Bu katibin odasında ise yerler parke. Parkenin üstünde birkaç halı, pencerelerde kadife perdeler, yerler kadar Tavandan sallanan avizeni bir benzeri bizim orda Ulucamide var ancak. Kocaman kocaman deri koltuklar. Katibin arkaındaki duvarda bir Atatürk resmi vardı ki, böylesini ben ne lise müdrünün odasına, ne de kamakamın odasında görmüştüm. . En az iki katibin üstünde çalışabileceği, üstü camlı masaya şaşmıştım. Masanın ardında boynuna kadar gömülmüş, gözlüklü bir adam yani katıp. Katibi görür görmez tanıdık. Bahçede karşılaştığımız, bize éFeneri nerde söndürdünüz diyen kişiydi. O da bizi tanıkıştı. Demek ki o adam katip miş. Bütün katiplerin müdürü olsa gerek. İkimiz birden dikildik katip müdürün önüne. Geç kaldınız, almıyorlar sınava, değil mi? Dedi. Elini uzatıp bır kağıt aldı, bir şeyler yazdı. Verin bu pusulayı, alsınlar.Dedi. Teşekkür ederk aldık pusulayı ve koştuk.Sınav salonunun kapısında bu kez başka bir gözcü karşıladı bizi.Gözüm gene adamın yakasındaki rozete takıldı, ne hikmetse. Bu seferki, mor zemin üstünde güneşe sarılmış bir buğday başağıydı. Her halde bu rozet ziraatı simgeliyor dedim. Gözcü uzattığım pusulayı aldı, okudu ve gelin arkamdan diyerek bizi salonun sonuna götürüp, bir sıraya oturttu ve soruları verdi.

Memlekete döndük. Sınav sonuçlarını beklemeye başladık. Bu nedenle posta dağıtıcısını takibe almıştık.
Bir şeyi heyecanla beklemenin insanı nsıl da gerdiğini o günlerde anlamıştım. Kazandın desinler, zarar yok beklerim. Asıl içimdeki kuşku beni yiyip bitiriyordu. Çünkü; sonunda olumsuz bir haber de gelebilirdi.
Bir gün postacıyı elinde zarf ile kapıda gördük. O,zarfı sallarken içindekini biliyormuş gibi müjde, müjde ! diyordu. Zarfı yakınlarımızla birlikte açtık. Sınavı kazandığımı okuyunca diğerlerine gerek duymadan, kağıdı uzattım ötekilere. Ne tuhaf ! Bir anda heyecanım sönüverdi balon gibi. Bu kez, şimdi ne olacak? sorusu takıldı kafama.
İnsan aklı boşluğu sevmez. Düşüncenin birinin boşalttığı yeri bir diğeri alır.
Ankara ya yol göründü. Bundan sonraki yaşamım orada geçecek. Kaydımı yaptırdım. Askere çağrılıp da kıtasına teslim olmuş er gibi hissediyordum kendimi. Arkadaşım Rahim in de kazanması beni ayrıca mutlu etti. Arkadaşımla şimdilik dört yıl daha beraberdik.
Eğer rozetinde meşe palamudu ve yaprağı bulunan görevli kişi bize yol göstermeseydi ya da Katib-i Umumi ( Genel Sekreter) sınava alın diye emir vermeseydi, umutlarımız boşa gidecek, yaşamımızın yönü değişecekti.
Yaşamda çok küçük el vermeler bazan çok önemli sonuçlar doğurur. Küçük bir yardımla engel aşılınca, sonrakileri kişi kendisi aşabilir
Daha sonra Katib-i Umumi denilen kişiyi kürsüde ders verirken gördüm. Şimdi de onun öğrencisi olmuştuk.

İlerde meslek yaşamımın üçte birini onunla ayni çatı altında geçireceğimi o zamanlar nasıl bilirdim. Parke döşeli geniş merdivenlerin üstüne kırmızı halı hala seriliydi ve ben günde birkaç kez o halıya basarak inip çıkıyorum. O halı basılmak için oraya serilmişti. O anımı yıllarca üzüntüyle anımsadım. Doğaldır. Kırsal alnadan başkente, ilk okuldan üniversiteye, ilkokul öğretmeninden profesöre, bir katip odasından ktib-i umuminin odasına alışmadan hızlı bir geçiş, aşağılıkduygumu tetiklemişse elbet doğaldır.
Katib-i Umumiden aldığım o küçük pusula olmasaydı, ya da meşe yapraklı ve başaklı rozetleri yakalarında onurla taşıyan iki genç asistanın anlayışlı tutumları olmasaydı, iki lise mezunu genç açmadan kuruyan iki tomurcuk mu olurdu. Dilerim ,Tanrı sınav sorumlularını ödüllendirmiş olsun.

07 / Kasım / 2003
URLA

31 Ekim 2003 Cuma

Köşk

I.

Akademi adlı kıraathanede tavla maçı. Tavlanın bir başında İsmail usta, ötekinde Recep. İkisi de inatçı, ikisi de kendinin kazanacağı iddiasıyla iş başında. Başbaşa giden oyun sonunda bir şeşi yek e kalır.
Hadi yavrum ! Bir şeşiyek ; biter bu oyun.rkadaşlar ! Dışardan gazel okumak yok
Kolay mı? Atsında görelim. Ona mı kalmış.
Tüm gözler zarlarda. Oyuncular dersen , kendilerinden geçmişler. Heyecan dorukta. Her kafadan bir ses; gülüşmeler, tartışmalar, şakalar... Neymiş efendim, İsmail ustayı tavlada kimse yenemez miş.
Hadi ustam göreyim seni. Tükür avucuna, salıver. Recep abi yum gözlerini.İsmail zarları avucuna alır, sallar sallar, bir çalımla salıverir Recepe doğru. Herkes yerinden fırlar. Olmaz, bu kadar da olmaz artık. Adam, bir şeşiyek bekliyor, onu da atıyor , yahu. Kalleş bu kemik zaten. Oyun biter. Herkes arkasına yaslanır. Töre böyledir: Yenilen çayları öder.

İsmail in kulağına eğilen Mithat der ki :
&Ustam, sana mandalin getirdim. Bizim bahçenin. İnce kabuklu.
Neresi dedin?
Bizim orası, Seferihisar.
Gümüşdere desen aklım alır da sizinkini bilmem.
Usta Gümüşderenin adı çıkmış. Alimallah bizimki daha iyi.
Madem ki getirmişsin, alalım öyleyse. Ne kadar?
Onbeş kilo. Şurada, çay ocağında.
Ben de zaten kalkıyordum. Haydi ver de götüreyim.
Usta, sen götüremezsin. İstersen ben götüreyim.
Vallahi yeğenim dilim varmadı söylemeye. İyi olur. Görüyorsun biz yaşlandık gayri.
Mandalina çuvalı Mithat ın sırtında. Mithat, İsmail ustanın yanında...Recep i nasıl yendiğini, şeşiyeki tam zamanında nasıl attığını anlatarak, şen şakrak varırlar eve. İsmail usta, daha ayakkabılarını çıkartmadan hanımına seslenir :
Hanım bil bakalım ne getirdim.?
Hanım bir çuvala bakar, bir de Mithata. Bir anlam veremez.
İsmail usta :
Bu delikanlı var ya Cemile: Adı Mithat. Bizim akademiden. Çok tatlı oğlan.
Cemile hanım:
Adam ! Kim yiyecek bu kadar mandalinayı. Y çürürse?
Mithat hemen atılır :
Yok anne. Meraklanmayın hiçbir şey olmaz. Olursa yenisini getiririm..
Cemile hanım henüz Mithat ı tanımasa da sevecen bir eda ile yer gösterir.
Geç evladım, geç şöyle. Yorulmuşsundur. Otur bir kahve yapayım
İsmail usta o meşhur zarı nasıl attığının etkisinden hala kurtulamamıştır. Mutfaktaki Cemile hanım da duysun diye yüksek sesle bir kez daha anlatır.sonra arkasına dayanır, bir sigara yaktıktan sonra Mithat a dönerek.
Biliyor musun oğlum Mithat? Hayat da bir çeşit tavla oyunudur. Birileri var ; bizimle tavla oynayan. Göremiyoruz. Bize karşı şeşiyek atıp oyunu bitiren birileri....
Mithat ın elinde kahve fincanı, İsmail ustayı dinlerken, gözleriyle salonu tarar , o gözler gelir gelir duvardaki bir fotoğrafa yakılır. Gözlerini o fotoğraftan ayıramayan oğlan, Cemile hanımın fark ettiğini anlayınca sorar:
Gençlik resminiz mi ?
Kadın gülümser,hoşlanır bu tatlı benzetişten.
Hayır. Kızım, der.
Güzelmiş. Allah sahibine bağışlasın.
Kadın durgunlaşır. Başını önüne eğer. Üzgün bir tavırla der ki:
Bir işe yaradı mı güzellik? Bahtı güzel olsun, daha iyi. Ayrıldılar.
Şimdi dul mu?
Öyle sayılır. Evlenmekten korkar oldu.
Mithat tamam der içinden. Onu görmenin yolu bu evi sık sık ziyaret etmekten geçer der kendi kendine. Ve İsmail ustanın tuvalete gidişini fırsat bilerek Cemle hanıma bir soru yöneltir :
Anneciğim, nerde kendisi? Çalışıyor mu ? Bir işi falan olmalı.
Var evladım. Hava Limanında görevli.
Mıthat bu günlük bu kadar bilgiyle yetinir. Ustadan çekindiği için adaını bile sormaz. Sonra izin alarak kalkar. İsmail usta mandalinanın parasını vermek için davranırsa da Mithat almaz. Bu sefer benden, gene getiririm. Tükenecek mi? Bak anne ! Pazara, manava gitmek yok artık , der. Mithat kadının ve ustanın ellerini öperek ayrılır. Umutlu ve sevinçlidir. Bu sevinç ona bir hafta yeter

Bir hafta çabucak geçer. Bir taksi durur sokakta, onların evin önünde. Cemile hanım merakla pencereye varır. Gelen Mithat. Arabadan indirdiği bir çuvalla yanşır kapıya. Basar zile. Karşısında Cemile hanım, pırıl pırıl ela gözleriyle, pembe güller gibi yüzüyle.
Hay Allah, deli oğlan! Gene neler getirdin? diye iltifat eder.
Çuvalı içeriye alırlar. Mithat , Cemile hanımın elini öper. Çuvalı açarlar ki: karnabahar, lahana, pırasa, kereviz, ıspanak daha neler neler... Mübarek çuval değil, manav dükknı sanki. Yüklenmiş gelmiş.
Para dedim.
Biz ustayla hallederiz, evvelallah dedi.
Anne salonda, oğln karşısında, sözler dökülür orta yere. İki musluktan bir havuza akan sular gibi. Acaba bu havuz çabuk dolar mı? Cemile hanımın çay bardağı elinde, sorular kuyruğa girmiş bekliyor beyninde. Oğlan çayını içmeyi unutur. Yarım bardak sehpanın üstünde. Oğlan , Cemile nin sözlerine bağlar umudunu. Anne kızına getirir sözü
Evlenmesini çok istiyorum. Evlen diyorum. Böyle olmaz diyorum. Kime söylersin? Beni hiç dinlemiyor. Ben halimden memnunum diyor.
Anne ,siz daha iyi bilirsiniz ama, ona öyle demek düşer. Dili yanmış bir kez. Korkar elbet. Ben de evlenmek istiyorum ama, iş ciddiye binince, vazgeçtim, ben halimden memnunum diyorum. Aslında memnun değilim. Ustam gibi, ya da siz gibi saygı değer büyüğüm elimden tutup götürecek ki bu iş olsun.
Anlıyorum. Benim kız da tam böyle işte.
Anne , beni tanıştırsana onunla.
Tanıştırmak mı? Ne gerek var evladım. Pazar günü evde olur, gel, gör, tanışırsınız.
Ciddi mi söylüyorsun gelirim bak...
Gel gel. Tanışmak günah değil, ayıp değil. Hatta sevap bile. Biz öyle mutaassıp bir aile değiliz. Pazar günü gel.
Recep e Pazar pek uzun gelir. İçinden tekrarlar durur. Pazar günü, Pazar, Pazar... Kaç gün var daha pazara ? Günler de geçmez oldu. Takvime bakarım hep ayni rakam. Ona buna sorarım, hep ayni günü söylerler , durmuş saat gibi. Acaba dünya dönmez mi oldu diye kuşku duyar oldum. Nerde kaldı o yel gibi geçiveren günler. Daha adını öğrenmeden geçiveren günlerin önüne engeller koyasım gelirdi, geçmesin diye. Nerde o günler.

2.
Sonunda geldi o beklenen Pazar. Özel olarak kuaföre gidildi. Çağla yeşili giysile giyildi. İçine hardal sarısı gömlek, yaka açık. Kahve ayakkabılar ve özel parfüm. Saat 21 elinde özenle yapılmış bir çiçek demeti. Heyecanlı bir parmak zile basar. Kapıyı anne açar ve karşısında sevgiye hasret bir çift göz.. Yuvasından yere düşmüş, henüz uçmayı beceremeyen bir kuş yavrusunun hali canlanır annenin gözünde. Buketi sevinçle alır ve buyur eder salona. Oğlan oturduktan sonra anne seslenir üst kata :
Günseli kızım ! Misafir geldi.
Geliyorum Anne.
Yukarda bir kapının sesi duyulur. Oğlan gözlerini merdivene diker. Üst basamaklarda önce bir çift mavi kadın ayakkabısı, sonra iki basamak inince düzgün bir çift bacak sonra kalça, bel, göğüsler ve yüz. Tıpkı resimdeki yüz. Hatta ondan bile güzel..Kız salona girince konuk ayağa kalkar, üç adım atar ona doğru. Gülümseyerek “ben Mithat Demirci der ve elini uzatır. O da gülümseyerek, ben de Günseli Maden der. Oğlanın ve kızın parfüm kokularının bir birine karıştığı bir ortamda tanışma pek sönük geçse de şimdilik bu kadar. Camiden dönen baba, Akademili Mithat ı görünce sevinir , elini öpmesine izin verir. Cemile hanımın günboyu hazırladığı çeşit çeşit yiyecekler bir ziyafet sofrasında bulunur ancak.
Mithat ın tüm konuşmalarını dikkatle dinleyen ev halkı, söz Almanya ya gelince meraklarını tutamazlar. Kendi deyimine göre Mithat Almanya da uzunca bir süre kalmış, orada üniversiteyi bitirmiş (? ), sonra bir şirkette çalışmıştır.
Ne okudun evlat ! Ne çıktın sonunda?
Turizm ve otelcilik okudum (!). Güncel olduğundan,der.
Otelciliği de mi okulda öğretiyorlar? Aşk olsun adamlara. Tabi bir sebebi var kalkınmalarının.
Günsli sessiz kalırken Cemile hanım sabırsızlanır ve araya girer.:
Sonra der.
Sonra bir otelde yöneticilik yaptım, borsada oynadım. O yıl borsa yüzüme güldü çok kazandırdı beni. Şimdi de buradayız , işte. Elime toplu para geçince tahvil ve bono da aldım. Çok para oldu. Düşündüm ne yapayım şimdi diye. Bir ortak bulup turizme, otelciliğe yatırım yapayım dedim. Turizm ve otelcilik okudum ya...Bazı engeller beni bu projemden soğuttu. Şimdilik erteledim. Bu arada evliliği öne almayı istedim. Bekarlık iş değil be usta. Şurada param var, itibarım var, neye bir ailem olmasın? Ben yalnızlığı seven bir insan değilim. Onun için sık gelirim Akademiye. Oradakiler benim kafa dengim. Mutluluk veriyorlar bana.
Evlilik konusunda ciddi misin? Hala düşünüyor musun?
Kesinlikle. Şöyle helal süt emmiş birini bulursam tabi. Anne bana söz verdi. Birisi var. Tam sana göre dedi. Zaten bende de dayalı döşeli ev hazır. Yatırımı erteleyince Seferihisar da bir köşk yaptırdım. Sizi götüreceğim bir Pazar oraya. Ağırlayacağım, göstereceğim Ne dersin Günseli? Gelirsin değil mi?
Neden gelmeyeyim? Hep birlikte olduktan sonra.
Konuşmalar uzayıp giderken, Günseli nin kafasından şunlar geçer30 yaşlarında olmalı. Giyim kuşamına bakılırsa modern. Konuşması da düzgün. Yalnız biraz ağzı kalabalık. Yükseklerden uçuyor Ve devam eder değerlendirmeye: Orada gerçekten bir okulu bitirmiş mi? Evlenme isteği bana biraz çürük geldi. Gene de iyi birine benziyor. Sakın bende gözü olmasın? Neyse daha ortada bir şey yok.

Mithat , kadınla tanıştıktan sonra eve daha sık gelip, gitmeye başlar. Onu Seferihisar a davet ederse de kız her seferinde gönülsüz olur ve geri çekilir. Bunun üzerine Mithat yeni bir proje sürer önlerine: Topluca evi görmeye gitme projesi. Zaten çok önceleri Günseli lerin evinde bu köşkünden söz etmiş, ilerde bir gün kendilerini orya davet edeceğini söylemişti. İşte şimdi tam zamanıydı.

3.
Bir akşam yemekten sonra, yağmurlu bir havada oğlan üç beş zebze ve kucağında bir kavun ile gelir. Cemile hanım mahcubiyetten ne yapacağını şaşırır. Defalarca teşekkür eder ve salonda yer gösterir. Muhabbet yoğunlaşır. İsmail usta Ahi ocaklarını, Mithat ise Almanya anılarını anlatırken yağmur hızını artırır. Sonra bir sessizlik yaşanır salonda. Şimdi konuşan yağmurdur. Çevreden yansıyan yağmurun sesi ve gittikçe şiddetlenen rüzgar ortamı gerer.Yağmurun şiddetinin azalması beklenirken, aksine gittikçe artar. Baba :
Bu yağmurun duracağı yok. Bana kalırsa gece boyu yağar , der.
Cemile hanım Mithat a dönerek:
Hiç düşünme bu gece buralısın. Deyince oğlan celallenir:
Giderim der Taksiyle giderim.
Usta ve anne ağırlıklarını koyarlar; bırakmazlar.
&Sana alt katta bir yatak yaparım der anne.
Mithat bu teklife sevinmedi denirse yalan olur. Gece dönme fikri iptal edilince Mithat köşk projesini konuşmaya açar. İncelikleriyle anlatır. Dinleyenlerin de görüşünü alır. Gününü de belirlerler. Mithat anneye, üç beş akraba ve eş dost da davet edebileceğini söyler. Minibüsle gidilecektir. Cemile hanım, iki dünürüyle torunlarını çağırabileceğini söyler. Mithat eli açıklığını kanıtlayabilmek için bol keseden harç görür.

Günlerden Pazar. Güneş yakıcı ışınlarını insanların üstüne salmaya hazırlanıyor. Bulutsuz gök yüzü her günkünden daha mavi. Şehirde insanlar,kırlarda bitkiler ve yaban dünyası her günkü oyunlarını sahnelemeye hazırlanıyorlar : Yaşam oyunu. Ve biz gidiyoruz minibüsle güle eğlene Seferihisar a daha doğrusu köşke doğru. Yol boyu zeytin ağaçları, şeftali ve mandalina bahçeleri. Omuzunda kürekle köylüler, başları poşulu işçiler. Minibüsün önünde oturan Mithat, Seferihisar a yaklaşıldığını bildirir. Biraz daha gidince yeşillikler arasında beyaz köşkü uzaktan gösterir. Beyaz bir ev. Gözler onda. Yaklaşıldıkça ev olur ,villa. Villa olur bir konak. Konak olur bir köşk.
Villa, konak, köşk derken Mithat da büyür konukların gözünde , saygınlığı artar. Yaşlı kadınlar söylenirler aralarında:
Allah sonradan gülecek gün verdi, kıza.
İsmail usta der ki Mithat :
Yahu Mithat! Böyle bir yerin var da ne gezersin kahvelerde, sırtında çuvalla.
Ustacığım, inan ki, ben bu köşkte burjuva bozuntusu gibi tek başıma yaşamak yerine, dumanlı kahvelerde, sizlerle, sigara dumanı ve tavla sesleri arasında yaşamayı yeğliyorum
Bu konuşmayı dinleyen Günseli :
Ne olacak köylü. Almanya da bulunmuş ama, yaşamayı öğrenememiş ,der içinden.

Minibüs demir kapının önünde durunca bir adam koşup geldi. Dış kapıyı açtı. İçeriye girdik. Bembeyaz köşkün mermer merdivenlerinin önünde arabadan indik. Koşup gelen bina sorumlusu Salim efendidir. Salim gelenlerin arasına karışır. Arabadan yükleri indirir. Merdivene dizerken Mithatın sesinin yükseldiği duyulur :
Salim ! Nerdesin oğlum! Ne bakıyorsun öyle şaşkın şaşkın. Kapıları açsana
Salim de bir hareket olmadığını gören Mithat azarlayarak, hakaret dolu sözlerle anahtarları getirmesini, kapıları açmasını emreder. Zavallı Salim ezilir, büzülür korkak bir tavırla der ki:
Anahtarlar yok. Dün hanımım hastalandı. Hstaneye yatırdık. Anahtarları o götürdü. Sizin bu gün geleceğinizi bilmiyorduk. Hırçınlığı artan Mithat:
Telefon et bir taksiyle göndersin.
Beyim, telefonunu bilmiyoruz. Hem onun parası yoktur. Zaten taksi de bulamaz; çünkü yataklı hasta.
Çaresizliğini gören Mithat köşkü dıştan anlatır. Konuklardan özür diler. Der ki:
Şurada bir kır kahvesi var. Hava da şansımızdan çok iyi. Bari oraya kuralım çadırımızı. Bize bir hizmet sağlarlar. Ben gidip görüşeyim.
İsmail usta.
Yok be gözüm. Olur böyle şeyler. Üzülme. Bak işte şu ağaçların altı yeter bize.
Çocuklar havuza koşarken, kadınlar yiyecekleri n hazırlığına girişirler. Günseli hem çocuklarla hem de gelenlerle meşgul olur. Zekiye ve Mukaddes hanımlar ulu çitlenbik ağacının gölgesine sığınırken, meraklı olan Zekiye:
Köşkün içini merak etmiştim. Dışı böyle olanın içi kimbilir nasıldır.
Mukaddes:
Böyle bir köşk ancak Avrupa mobilyayla döşenir. Aksilik göremedik işte. Ayol mesleği, işi neymiş adamın?
Zekiye :
Alamanya da zengin olanlardan biridir. Başka türlü nasıl yapılır böyle bir köşk. Allah bi yastıkta kocatsın, ne diyelim.
Cemile havuzun orda, çimlerin üstünde namaza durur. Namaz sırasında, karşısına ratlayan çalılıkların orda gizlenmiş bir kadının başını uzatıp uzatıp topluluğu denetlediğini fark eder. Acaibine gider Cemile nin. Deli midir, akıllıamıdır? Namazdan sonra Salim efendiye sorar:
O kadın kimdir? Deli mi, akıllı mı?
Salim ne diyeceğini bilemez. Cemile yi alır lojmanına götürür,oturtur ve anlatır işin iç yüzünü:
Bak abla gördüğün kadın benim ailem. Hsta falan değil. Sapa sağlam.. Hastanede falan da değil. Anahtar işi de uydurma.
Cemile hanım sinirlenir, öfkelenir:
Bu bir oyun mu Salim efendi.
Abla gözünü seveyim, anlattıklarım Mithatının kulağına gitmesin Vallahi bizi keser. O benim kardeşim olur. Kardeşiz ama, her kötülük gelir elinden. Para tutmaz.. Fırsat bulunca onu bunu çarpar geçer. Kim bilir size ne masallar anlattı...
Peki, Salim efendi köşk onun değil mi?
Yok efendim, yok. Nerden almış köşkü möşkü. Aha şurada ilerde zengin bi adamın bahçesine bakan aylıkçı bi maraba , bencileyin, Mithat dediğiniz.
Peki, köşk kimin?
Köşk, Alamanyada oturan zengin bi Türk ün. Adı da Tayfun Taylan. Benim patronum. Evine yapıldığından bu yana ben bakarım. Anahtarları da ona vermem. Onlar yıldan yıla bi sefer gelirler. Bi ay kalırlar .
Salim efendi kusura bakma bir iki şey daha soracağım.
Sor bakalım.
Alamanya da üniversite bitirmiş ( ! ), altı yıl da büyük bir oteli yönetmiş,
çok para kazanmış. Bunlar doğru mu?
Bikere, üniversite bitirdiği yalan. Tayfur beyin yanında bi süre çalışmış. Hatta Tayfur beyin buraya yatırım yapması için onu ikna eden bu. Bu doğru. Tayfun bey de onu himaye etmiş bi süre. Tayfun beyin güvenini kaybettiğinden Tayfun bey bu köşkün sorumluluğunu bile ona vermedi. Sonra Mithat Alamanya dan geri geldi. Orada işi olsa döner mi? Doğruyu söylemez ki...
Peki, Salim efendi bizi davet etmekten maksadı ne olabilir?
Aynı numarayı başkasına da yaptı. Ama yediremedi. Bakın, sizin geleceğinizden bizim haberimiz var. Bize söyledi. Dedi ki:
Bir grup misafir getireceğim. İçlerinde benim evleneceğim kadın da var. Onlara bu köşk benim dedim. Sakın ola ki, benim yanlışımı ortaya çıkartmayın. Vallahi keserim sizi. Diye göz dağı verdi. Hem de yapar. Sbıkalıdır. Dedi ki: iyi yerleştirin kafanıza. Sonra kırarım kafalarınızı. Köşkü açmayacaksınız. Dıştan göstereceksiniz. İçeri girerlerse burada aile oturduğunu anlarlar. Anahtarlar için de bir şeyler uydurun işte. Ben yanlarında sana bağırıp, çağırırım, sen aldırma, tamam mı? dedi. Aman abla ağzınızı sıkı tutun. Vallahi bu serseri doğrar bizi.

Al başına belayı... Acaba hangisinin söyledikleri doğru.Salim de bir numara çekiyor olmasın?...Kuşkuya kapılan Cemile, dünürlerinin yanına gelir. Zekiye bakar Cemile nin hüzünlü haline ve sorar:
Dünürüm, keyfin yok senin. Bir şey mi oldu?
Yok der Cemile. Sokakta kalışınıza üzüldüm.. Size karşı mahcup oldum, ondandır
Kızı sözlediniz her halde bu gençle. Hayırlı olsun. Maşallah çok da zengin Der Mukaddes.
Zekiye:
Nişan var mı yakında? Elinizi çabuk tutun. Böyle işler sıcağı sıcağına olur.
Cemile karşılık vermez. Ne yapsın zavallı.Aldatıldım mı ? desin.. Ama sonradan aklına gelen bir fikri uygular. Kalkar yan taraftaki komşuya gider, köşkün gerçek sahibini öğrenmek için. Sorar komşuya:
Bu köşkün sahibini tanıyor musunuz?
Hee. Tanıyoruz ne olacak?
Kim?
Onu göremezsiniz.
Neden?
O Alamanya da oturur da ondan. Yılda bi kez gelirler. Çoluk çocuk şenlendirirler burayı. Topu topu bir ay kalırlar. Neye Salim amcaya sormuyorsunuz? O her şeyi bilir. Bi şey mi vardı?
Adamın adını biliyor musun?
Helbet. Adı Tayfur bey.

Vakit gecikmeye başlamıştır. Çocuklar ve usta baçlarlar mızmızlğa. Mithat gelmez gittiği yerden. Onu beklemekle geçer bir süre daha. Sonra eli boş döner. İsmail ustadan Haydi toplanın, gidiyoruz Komutu çıkar. Mithat için beklentisi yerini bulmuştur.(!). Ancak Cemile hanım üzgün ve düşüncelidir. Mithat a yakıştıramadığı bir senaryonun içinde baş oyuncu olduğunu bir tek kendisi bilmektedir, şimdilik. Yol boyu ne konuşur, ne de durumu belli eder.

5.
Eve gelince ismail usta seslenir kızına: Günseli kızım, annenin keyfi yok galiba. Sen bir çay demle de kafamız yerine gelsin. Ben yemek yemeyeceğim.” Cemile hanımın gözüne uyku girmez o gece.Sabah, uykusuz gözler sanki bir şeyin habercisi gibidirler. Ama uçurumun kıyısından döndüklerini başka bilen yok. Üçü birlikte kahvaltı yaparken Cemile açar konuyu. Salim efendiden dinlediklerini birer birer anlatır. Olayı inanılmaz bulurlar. Mithat a yakıştıramazlar. Baba küplere biner. Yılan beslemişiz koynumuzda. Sinsi köpek dişini göstermeden kaparmış..
Cemile telefon eder Mithat a : Yalanını yüzüne vurur.Komşular bu evin Almanya tayfur beye ait olduğunu söylediler , der ve ekler: Eğer ev senin ise tapu senedini getir , görelim. Der ve kapatır telefonu.

6.
İsmail usta tavla oyununun rövanşı için Recepı beklerken, kapıda Mithat ı görür. Mithat da ustayı görünce ne girebilir, ne de dönebilir. Usta el eder gel diye. Gelir, korkak köpekler gibi, kuyruğu bacaklarının araında, başı öne eğik, dikilir. İsmail usta ayağa kalkar, hiç konuşmadan bir şamar bir yüzüne, bir şamar da ötekine patlatır. Mithat hiç konuşmadan çekip giderken kahvede bir sessizlik yaşanır. Gidiş, o gidiş... Mithat bir daha o kahveye gelemez olur.
URLA 31/10/2003

5 Ekim 2003 Pazar

Üç Kurşun

Dut ağacının gölgesinde otururduk. Tatlı sohbetlerimiz sürerken, gözlerimizden biri müşterilerde olurdu.Müşteri velinimettir deyiminin gölgesinde geçmişti gençliğimiz.Öyküler, masallar, romanlar dillerden düşmez; haberler, dedikodular;şakalar, sataşmalar; çay bardaklarının süslediği ortamda birbirini izlerdi. Sevincimizi ve üzüntümüzü paylaşırdık. Arkadaşlığın, dostluğun ve dayanışmanın tadını orada çıkartırdık.

Dışarıdan katılanlar da olurdu bize bazen. Bunların başında Fırat gelirdi ;her gelişinde bize imrendiğini söylerdi.

Ogün Oğuz elinde çay bardağı, kendini güneşe vermiş, eski bir sandalyede , köy kahvesinde oturur gibi oturmuş gazete okuyordu ; birden fırladı yerinden, çay bardağı düştü elinden.
Sedat:
-Dur oğlum! Ne oluyorsun? Arı mı soktu.?
Demeye kalmadı, yapıştırdı haberi :
-Seninkini vurmuşlar.

Hepimiz eğildik gazeteye, kim, kimi vurmuş. Adı yazılı mı? Çekip aldım gazeteyi Oğuz dan. Bir kez de kendim okudum haberi. Evet, o idi. İsmi de, olay da, çanta da tutuyordu. Başımı kaldırdım, içime acı bir hüzün doldu. Üstümüze çöken hüzün bulutu altında haberi bir kez daha yüksek sesle okuduk. Şöyle yazmış muhabir:
-Fırat İleri adında, ne işle uğraştığı pek bilinmeyen, orta yaşlı bir adam, öğretmen olduğu anlaşılan bir bayan tarafından, Basmane de güpe gündüz üç kurşunla vurularak öldürülmüştür. Cinayeti, ölenin elindeki Bont çanta aydınlatacaktır.

Sedat haberin devamı var” diyerek sayfayı çevirdi ve okumaya devam etti:
-Evli olup eşi hastanede hemşirelik yapan Fırat İleri nin adı Aysun olan öğretmenle nikahsız olarak birlikteliklerini yıllardır sürdürmekte oldukları rivayet edilmektedir. Söylentilere bakılırsa İleri, kadının elindeki üç,beş kuruşunu, onu aldatarak almış ve çarçur etmiştir. Sonra sıra öğretmenin evine gelince İleri, borsada iki katını kazandırırım diyerek Aysun öğretmeni kandırarak, evi bankaya ipotek etmiş, aldığı parları har vurup harman savurmuş ve sonunda ev satılmıştır. Kadın, evsiz barksız kalınca İleri, kadına sırt çevirmiş ve ilgilenmez , uyarılarına da kulak asmaz olmuştur. Öldürülen kişi bununla da yetinmeyip, paralı başka kadınların peşine düştüğü öğrenilmiştir. Bütün bu olup bitenlere dayanma gücü kalmayan Öğretmen bir anda cinnet getirerek adamı üç kurşunla yere sermek suretiyle hıncını almıştır.

Evet, oydu. Bize katılırdı arada bir. Gelmez olalı üç yıl geçmişti. İzini kaybetmiş, unutmuştuk bile. Demek ki son yıllarda karanlık işler batağından çıkamamıştı. Ne iş yaptığını açık seçik söylemezdi. Ağzı kalabalıktı. Hep yükseklerden uçardı. Bir gün hatırı sayılır bir partili, bir gün bir ithalatçı bir firmanın ortağı, başka bir gün borsa yatırımcısı, hatta turizmci olduğunu söylerdi. Bekar olduğunu söylerken evde tek başına yaşamanın yalnızlığına dayanamadığından otelde kaldığını da sözlerine eklemeyi ihmal etmezdi. Bonkördü, eli açıktı. Şu kesin ki kıvrak bir zekası yanında, hazır cevap oluşu dikkatimizden kaçmazdı.

Bir gün elinde bir paketle gelmiş, bizimkileri neşeye boğmuş, paketin açılışı seremoniyle yapılmış ama, herkes pakette baklava olduğunu daha önceden fark ettiğinden işin sürpriz yanı kalmamıştı.

-Hayrola Fırat! Hangi dağda kurt öldü?
-Bu hafta borsa ağabeyinize çalıştı. Her zaman bankaları görecek değil ya... Kutlayalım diye baklava getirdim.
-Tatlı yiyip, tatlı konuşalım.
-Hadi, konuş bakalım, ama tatlı olsun.


Fırat doğruldu. Sandalyesini dut ağacının dibine çekti. Dedi ki : Beni evlendirin. N e zamandır söyleyip duruyorum. Bulmadınız, beni evirip çevirecek aklı başında birisini. Bitireyim şu bekarlığı diyorum ama.eş dost kimse elimden tutmuyor.
Oğuz :
-O kadar içli konuşma oğlum! Ağlatacaksın bizi.
-Siz arkadaş olsanız sözlerime kulak verirsiniz..
Söyledikleri ciddi mi, şaka mı pek de anlaşılmayan Fırat:
-Haydi ben kalkıyorum. Partiye uğrayacağım.Konuşun aranızda o meseleyi. Cevap bekliyorum. Deyip kalkar ve elinde Bont çantayla ayrılır.
Esra o gün izinliymiş, gelmedi Dutdibine.
Fırat gittikten sonra arkadaşlardan Jülide dedi ki :
-Arkadaşlar, bu adamın niyeti ciddiye benziyor. Sizler de benim gibi
görüyorsanız, çıkartın miyop gözlüklerinizi
.” Mum dibine ışık vermezmiş derler
Sedat :
-Haklısın Jülide. Benim de aklıma gelen, senin ima ettiğin kişi, yani Esra.O, iki taraf için de hayırlı olur.

Esra adı duyulur duyulmaz herkesi bir heyecan kapladı. Herkes heyecandan ayağa kalktı., bir kişi hariç. O, kalkmadı, sevinmedi, heyecanlanmadı. Uygun mu bulmamıştı? Yoksa hiç aklımıza gelmeyen biri, gönlünde açan, bu günedek fark edemediğimiz sevgi çiçeklerini görün mü demek istiyordu.
Ertesi gün Dutdibi kulübü kararını Esra ya duyurmayı onayladı. Oğuz, mazereti çıktığı için o gün aramızda bulunamıyacakmış ( ! ).Bu kez Esra da vardı. Teklifi açıklamak bu fikrin sahibi Jülide ye düştü. Jülide yanlış anhtarla kaoı açmaya çalışmak gibi bir duruma düşmemek için tüm cesaretini toplayıp, güm! diye söyleyiverdi.
-Abla, eğrisi doğrusu seni başgöz ediyoruz.
-Esra yerinde toparlanır, hareketlenir, gözleri büyür ; çünkü en duylı yerinden vurulmuştur.
-Ne dedin, ne dedin???
-Seni everiyoruz.
-Nerden çıktı bu ,kız? Bir gün gelmedim diye ne dolaplar çevirdiniz arkamdan?


Fırat ı anlatmak, Esrayı bu konuda bilgilendirmek Jülide ye düşer. Nasıl başlayayım derken Sedat öncelik alır:
-Önce uzun boylu olduğunu söyle .
-Evet. Gerçekten uzun boylu. Gür, siyah saçlı, bıyıklı, kuru yüzlü, buğday benizli der. Ve sorar: -Nasıl canlandırabildim mi gözünün önünde..
-Hani bir keresinde şurada oturmuştu da arkasına dayanınca düşmüştü. Sen kahkahayı basmıştın.
-Hatırladım, hatırladım, tamam. Nemiş mesleği bakalım... Ne iş yaparmış, bekar mı, dul mu?
-Valla, izdeki bilgiye göre bekar. İşine gelince :

-Tam bilgi edinemedik.

İki gün sonra Esra çaylar benden derken arkadaşlarını Dutdibine çağırıyordu. Daveti duyan bu ış tamam , diye geldi Bu kez Oğuz.da vardı.Esra nın tatlı yüzüne bir numara büyük gelen yeşil gözleri kaç geceyi uykusuz geçirdiğini açıklıyordu. Fırat ile buluşmanın kararlılığı içindeydi. Olsun bakalım. Sırtımızda yumurta küfesi yok ya. Çocuk da değiliz., diyordu.. Doğru söylüyordu, ne de olsa otuz yaşındaydı. Birinci evliliği bittiğinden beri beş yıl olmuştu.

Esra nın bu kararlığını içine sindiremeyen biri vardı, içimizde: Oğuz .O, duygularını tam açığa vurmasa da biliniyordu. Ne var ki, Esra ona meyilli değildi. İlişkileri düşünce sınırını aşmamış, arkadaşlıkta kalmıştı. Gene de Oğuz un gönlüne kök salan bu sevgi koly kuruyacağa benzemiyordu. Oğuz ona doyumsuz duyularla bakarken Esra nın kumral tenli, kumral saçlı, hafif eine dolgun, ağrbaşlı ve sevecen mizacıyla, arkadaşlarının sevgi ve güvenini kazanmış, yaşına göre hayat deneyimi daha çokmuş inancını verdiğini de biliyordu. Attığı adımların sağlamlığından kimsenin kuşkusu olmayan kadın,biraz kıskanç mizaçlı olsa da yardımsever kişiliği yüzünden arkadaşlarından çok puvan alkıştır. Kıskançlık ise tüm kadınların ortak ve çakaralmaz silahı değil mi?

Fırat bir Hafta başında Jülide ye gider. Jülide onu güler yüzle karşılar.Fırat ın Naber?sorusuna Haberler iyi yanıtını verir. Sonra Esra nın görüşmeyi kabul etmesini söylemesi üzerine çocuk gibi sevinir.

Buluşma yerini ve gününü de kararlaştırdınız mı?”
Hayır o kadar değil daha.
Öyleyse ben sizleri davet ediyorum. Cumartesi saat 15:oo de Cafe Vele de. Buluşalım. Sen arkadaşları topla.

Fırat çocuklar gibi sevinçli ve heyecanlıydı. İzmir in en ünlü otellerinden biiin telefon numarasını verdi. Beni bulamazsanız mesaj bırakırsınız.Önümüzdeki hafta İstanbul2a gideceğim. Gümrüğe malımız gelecek Onun için İzmir de olmayacağım. Bilgisini verme gereğini duyar..Jülide onun iş adamlığı ya da tüccarlığı karşısında bir kez daha çarpılır. Fırat ın da istediği bu değil mi zaten? Aslında çarpılan biri varsa o da Fıratın ta kendisi. Fırat o gün Esra yı güzelliğinin doruğunda gördüğünde çarpılacak asıl.

IV.
Cumartesi saat 15:oo ve burası Cafe Vele. Yeni, modern, zevkli masalar, koltuk tipinde sandalyeler, hoş bir iç mekan yaratan perdeleriyle, yerlerde halıları, tavanda asılı modern avizeleriyle ve de özel giysili garsonlarıyla Cafe Vele burası. Tam Fırat2a göre. Önce o geldi ve konuklarını beklemeye başladı. Herkes sakin ve rahattı. Lakin gergin olduğu yüz ifadesinden belli olan birisi vardı . Oğuz. Ona ne oluyordu? Başıdan beri suskunluk ve küskünlük içindeydi.
Geldiler birer birer ama beklenen yoktu. Kambersiz düğün olmazdı. Mustafa nın bu kadar da olmaz ki... demesine kalmadan Jülide hah işte geliyor, dedi. Geliyordu Boğaziçi vapuru gibi sallana sallana. Çantası omuzunda asılı, krem rengi tayyör giymiş . Geldi ve oturdular karşı karşıya. Önce bakıştılar sonra göz ucuyla birbirlerini süzdüler. Kumral kız saçına fön çektirmiş. Güzellik salonunda yaptırdığı bakım ve tuvaletle pek güzel olmuştu. Fıra ın ağzı kulaklarında, Oğuz un ise yüzünden düşen bin parça..Fırat durmadan konuşuyor, alçak dağlara kar yağdırıyordu. Arada bir gülüşmeler olurken Esra ağır başlılığını koruyordu. Bu tip tanışma toplantılarının kısa süreli olması usuldendi. Jülide kapıdan çıkarken Esr ya ben sana alo derim deyip ayrıldı. Esra ya bir süre caddede Fırat eşlik etti. Kafasından geçirdiği planını teklif etmek için fırsat bulmuş oldu.
Pazartesi saat 12 : 30 da gelip seni alayım. Yemeği birlikte yeriz, ne dersin?
Olur.
O gün etrafı gri bulutlar sarmıştı. Çeşme, Karaburun ve Urla yı yağmur bulutları kaplamıştı.Hava raporu yağmur yolda diyordu. Yağmurdan önce eve geldiğimde annem: Nerde kaldın, ıslanacaktın. Kime takıldın? diye sorar , habersiz. Esra ayakkabılarını çıkartırken, yüzüne bakmadan arkadaşlarla oturduk Cafe Vele de der. Bir ip ucu elde edemeyen anne, Esra nın şıklığına bir anlam veremez.
Arkadaşın aradı.
Adını söyledi mi?
Söyledi ama unuttum.
Aslı mıydı?
Ha, tamam Aslı
Niye aramış?
Diye sordu. Sonra cevabını gene kendisi verdi.
Yarın dernek toplantımız var. Onu söyleyecektir.
Evet evet.Otoplantı pazartesi saat 12 ye ertelenmiş. Haberi olsun dedi annesi.
Pazartesi benim işim var, katılamam.
V.
Fırat, elinde Bont çanta ve yanında Esra, bindikleri taksiye Hilton a der. Kapıdan başlatıp, yemek salonuna kadar, her gördüğü otel personeliyle selamlaşır. Kimine adıyla seslenir, kimine laf atar.Esra ya döner :
Çoğu zaman bu otelde kalıyorum da...& der. Esra da :
Belli oluyor.Diye onaylar.
Oturdukları masayı Esra güzelliği ve şıklığıyla doldurur. O konuşurken Fırat ın gözleri Esra nın üstünde gezinir. Saçlarından dudaklarına, gözlerinden yanaklarına, göğüslerinden ellerine durmadan turlar. Haklıydı Fırat çünkü; bu gün onun güzelliği üstündeydi.
Fırat içinde gittikce büyüyen düşünceyi artık tutamaz., kontrolsuzca salıverir:
Nişandan ne haber?
Biraz erken sayılmaz mı?
Aslında bu formaliteler çevre için üstleniyor. Söz gönülden verildiğinde bitmiştir. Ötesi formalite...
Madem ki, gelenek böyledir, nişanın bir anlamı olmalı.
Doğrusu ben yalnızlıktan ve otel odalarından bıktım. Bir yuvam olsun istiyorum.. Şöyle, yazlığı kışlığı içinde... Saunası, havuzu, bahçesi, asansörü gönlümce bir ev. Benim kız, senin oğlan, hatta senin annen baban için büyük bir ev tasarlıyorum. Seninkiler de son demlerini konfor içinde geçirsinler. İsterim
Esra şaka yollu sataşır: Köşk mü, konak mı ne dedin anlayamadım.( ! ).
İçinde salınırken anlarsın.
Fırat nişanla ilgili doyurucu cevap alamadığını düşünürken, Esra içinden tekrarlıyordu : Kocaman bir ev, yazlığı, kışlığı, saunası, havuzu...
Fırat , Esra yı çalıştığı mağazaya götürmek için bindiği takside
Yarın Ankara ya gideceğini, dışalım için akreditif açtıracağını söyler.

İki gün sonra bir telefon Esra ya. Telefondaki ses Fırat: Ankara dan arıyorum. Şimdi bir toplantıya gireceğim. Vaktim pek sınırlı. İki gün sonra döneceğim. Dönüşte ararım seni. Hadi, öptüm şekerim.
İki gün sonra gerçekten elinde Bond çanta Cafe Vele de buluşurlar. Bu kez Esra daha uzun oturup, onu konuşturmak ister. Böylece karakteri, huy ve mizacı hakkında bir kanaat sahibi olmak ister. Fırat, telefonla oraya, buraya talimatlar yağdırmaktan, unun bunun halini hatırını sormaktan Esra ile sıcak ve düzgün bir konuşma ortamı yaratamaz. Daldan dala atlar, fikirleri dağınık, aceleci. Yemek yiyişi bile aceleci. Sanki bir bekleyen varmış gibi. Onun aceleciliği ve konuşma usul ve yöntemlerini bilmeyişi, Esra yı sıkar. Ancak adam bunun farkında bile değil. Bu sefer de geride kalan başarısız evliliğinin yıkılışını anlatmaya başlar. Aslında bu konu Esra ya çekici gelir. O,buralardan ipuçları bulma çabasındadır. Çünkü kafasındaki cevapsız konular gittikçe artıyordu. Acaba bu adam gerçekten bir psikopat mıydı?
Fırat kendisi tarafından üstüne yapıştırılmış etiketlerini, kart vizitlerini anlatmaya geçer. Esra nın sıkılmaya başladığı bir anda onu uyarmak için can damarına basar. Yani konuşmayı, Esra nın ilk evliliğinden olan oğlu Atıl a getirerek, der ki Esra ya:
Oğlana bir otomobil alsak diyorum. Ne dersin?

VI.
Fırat bu kez Gaiante te dir. Esra yı oradan arar. Firması adına bir açık eksiltmeye gireceğini söyler. Bir isteği olup olmadığını sorar. Üç gün sonra her zamanki otelde buluşalım , diyerek kapatır telefonu.
Üç gün sonra buluşurlar. Burada yaptığı konuşmalar sırasında Fırat, Semra ya : Neden kendin bir iş yeri açmadın? diye sorar. Semra nasıl bir cevap vereceğini kestiremez. Mahcup olur, kızarır. Onun bu halini gören Fırat devamla, bırak bu tür oyalanmaları. Ben patronları iyi tanırım. Patrona çalışmak bana ne yazar? Bunca emeğin değer mi bu paraya?
aşka ne yapabilirim ki... Mecburum bir kez.
Hayır. Hiç de mecbur değilsin.”
Nasıl yani
Esra elleriyle saçlarını tarar gibi yapar, arkaya atar, cevap düşünürken Fırat hiddetlenir, gözlerini açar, eliyle sehpaya vurur :
Hayatım ! Kendi iş yerimizi açarız. Daha doğrusu sana bir butik açarım. Çeker alırım seni o insan kıymeti bilmezin elinden. Sen işletemez misin butiği. Arkanda ben oldukça neden korkacaksın. Belki önceleri küçük küçük batacaksın, sonra öğreneceksin ve küçük küçük büyüyeceksin.
Semra, üst üste kroşe yiten bir boksörün sersemliğiyle konuşamaz , gözlerini bir noktaya dikerek içinden: Ne bu hovardalık? Daha nikah yok, evlilik yok. Ev, araba, dükkan...Gülesim geliyor. Acaba bütün bunların altında benim göremediğim başka bir oyun mu var? Allah var çok eli açık, bonkör adam. Ama nereden geliyor bu değirmenin suyu? Daha bir adım attık. Neler serdi önüme. İnanasım gelmiyor. Arkadaşlar psikopat diyorlardı. Psikopat, misikopat... Sen mala, zenginliğe bak.

VII.
Neşeli, sıkıntılı, kuşkulu günler durmak bilmiyor; geçiyor. Böyledir bu devran. Geçecek ki, beklenenler gelsin.
Otelde bir resepsiyon varmış. Bana, seni de götüreyim dedi. Sırf bu akşam için önce dekolte bir elbise aldık. Vardık ki, herkes bizden şık. Görme ! O genç kadınları ; defile mankeni sanırsın. Fırat gene konuşmadık, selamlaşmadık insan bırakmadı. Çevresi ne kadar geniş diye düşünürken, bir yandan da içime kurt düştü. Bu kadar zengin olacaksın, bu kadar geniş çevren olacak ( ! ) peki neden seçimi ben?...
Bir Pazar Çeşme ye gitmeye karar verdik. Altımızda son model bir otomobil, uçar gibi.
Araban güzelmiş. Nedir markası? Çok pahalı olsa gerek?
Pahalı ve hızlı dedi.
Herkesi geçişinden anlamıştım
Usandım, değiştireceğim.

Bizimkilerle tanıştırmak için eve davet ettim. O gün sanki fakirlik elbisesini giymişti. Bizimkilere çok içten ve alçak gönüllü davranmıştı. Kucağındaki çiçek demetini anneme büyük bir nezaketle sunduğunda, annemin gözlerinde tükendiğini sandığım göz yaşının yanağına doğru süzüldüğünü gördüm. Anneme iltifatlar yağdırıyordu. Annem, beğenmek şöyle dursun, mest oldu. O gidince annem : Asilzade olduğu belli. Belli ki görmüş geçirmiş bir ailenin evladı. Nerden baksan , ille de aile terbiyesi bir başka oluyor. Babam yıllardır kimseyi oturtmadığı koltuğunu ona ikram etti. Babamla sohbeti koyulaştırdılar.
Demek, serbest meslek erbabısın. Emlakcılık, komisyonculuk, iş takipciliği falan gibi...
İyi kazanıyorum bey amca.Allaha şükür. Ne demişler: At binenin, kılıç kuşananın. Piyasada çok tatlı işler var. Tabi iyi koku alabilen için.
Ben de motor ustasıydım, evlat. İşten başımızı kaldıramazdık. Para kazanmak için değil, müşteri kazanmak için çalışırdık. Şimdi nerde o hava , o insanlar. Piyasayı dolandırıcılar, üçkağıtçılar sarmış.
Boş fincanları almaya gelen Esra babasına hitaben :
Baba, evlendiğimizde Fırat diyor ki: Şöyle büyük bir ev yaptırmak istiyorum. Hepimiz birlikte oturalım. Sizlerle yani.
Sağol evladım. Siz oturun sağlıcalıkla. Bizden geçti artık. Ben bu evde doğdum, ecelim bu evde gelsin isterim.
Peder ve damat adayı sohbeti yoğunlaştırırlar. Eskilere, anılara dalarlar. Öte yandan anne kız ikram üstüne ikram yağdırırlar..
Vakit geç olmuştur. Fırat izin ister ve kalkar , arkasında çok olumlu bir hava bırakarak. Esra ona taksi durağına kadar eşlik eder.

VIII.
Araya giren zaman içinde nedense nişan sözcüğü kullanılmaz olur. Sanırsınız ki unutulmuştur. Bu gidişattan şimdilik ikisi de memnun gibi görünmektedir.

Nesine gelirse bir gün Esra konuyu damdan düşe gibi açıverir.
Nişan için ne düşünüyorsun? Bır şey tasarladın mı?
Baştan beri söyleyip duran benim. Harekete geçmeyen ise sensin. Çok rahatsın vallahi...
Öyleyse cumartesiye ne dersin?
Olur. Kendi aramızda yaparız. Kendi aramızda dediysem : annen, baban, evlatlarımız, sen ve ben. Cafe VeLede.
Öyleyse yüzük almaya çıkalım . Sonra iki ayağımız bir papuca girmesin. Ben biraz zor beğenirim de. İyi ve güncel olsun. Dutdibindekileri baktırsın.
Bak bitanem ne diyeceğim? Benim ev var ya, orada şimdi boşandığım eşimle kızım otururlar. İstediğimde ben de orada kalırım. O evde benim yerli kasam var. Kasa çift anahtarlıdır. Anahtarların biri bende, diğeri eski eşimde. O da mücevherlerini aynı kasada saklar. İki anahtar biraraya gelmeden, ya da iki anahtar aynı kişinin eline geçmeden kasayı açmak olası değildir. Orada bana ait yüzükler var. Beğendiğini seç al. Taşlı, taşsız, yeşil altın, sade, antika, moda... Her türlüsü var. İyi bir şey olsun istiyorum. Şöyle eline yakışsın, fark edilsin. Şayet acele ediyorsan, alalım şuradan iki tane eğreti takalım.
Tamam. Alalım takalım.
Öyleyse hazır ol cumartesiye.
Esra cumartesi günü yüzük takılacağını Dutdibinde söyleyince sevinçten hepsi uçacak gibi olurlar.
Cumartesi gelir, Esra giyinir, süslenir, kuaföre gider. Çünkü bu gün Cafe VeLe de yüzük takılacak. Herkes gelmiş. Oğuz da orada, yalnız Fırat bekleniyor. Gözler kapıda bir saattır. Şimdi cebinde iki yüzükle kapıda görünecek.Heyecan yanına endişeyi almış salonda kol gezmekteler, hem de insan denen yaratığın zavallı haline alaylı bir ifadeyle bakarak. Garson gelir, tüm gözler, kulaklar ona odaklanır.
Telefon der.
Esra heyecanla koşar. Telefondaki Fırat. Esra onun Geciktim, özür dilerim demesini beklerken, bakın söylediklerine :
Hayatım ! Benim kızın önemli bir mazereti çıktı. Bu nedenle nişanı pazartesiye ertelemek zorundayız. Benim adıma arkadaşlardan özür dile, lütfen.”
Esra nın başından kaynar sular dökülür. Yaşanan fiyaskonun ardından herkes suçluluk duyguları içinde ayrılır.
Pazar günü Fırat, Esra nın gönlünü almak için onu yemeğe davet eder. Esra bunu fırsat bilir. Onunla hesaplaşmak için kalkar gelir. Buluştuklarında Fırat ta özürün bini bir para , yalvarır, yakarır, sonuçta Esra yı yumuşatmayı başarır ve arkasından hemen yeni bir öneri patlatır :
Madem ki elaleme duyurduk, hiç olmazsa iki ucuz yüzük alıp, takalım aramızda. Böylece adı belli olsun.
Pazartesi getirirsin kolleksiyonunu seçeriz, herkesin önünde.
Aslında o anda Fırat ın cebinde iki nişan yüzüğü alacak kadar parasının olduğu da kuşkuludur. O bunu belli eder mi hiç? Ancak şunu söyler :
Ben kredi kartı kullanmıyorum. Alış verişlerimi nakit ile yaparım. Aksilik bu sabah kasadan para almadan çıkmış bulundum. Pazar günü hanımı bulur, anahtarı alırım. Pazartesi de yüzükleri sana getiririm. Tamam mı? Anlaştık mı?
Kuşkular hala Esra nın kafasını terk etmiş değil. Çünkü tutarsızlıklar art arda gelmektedir. Çaresiz Olur der.

Beklenen pazartesi de gelir. Endişe, kuşku, heyecan kol gezmektedir. Bu gün yüzük takılacak .Fırat Esra ile görüşmek için mağazaya gelir. Esra onu vakitsiz görünce Eyvah ! Gene bir terslik var diye heyecanlanır. Ne yazık ki gene terslik var. Pişkin adam kusur bende der. Pazar günü anahtarı eski karısından almaya gitmekte geç kaldığını, karısının ise erkenden Aydın a gittiğini bildirerek bir kez daha özür ve af diler. Fırat, her zor durumun üstesinden gelecek kadar oynak ve kıvrak bir zekaya sahiptir. Bu kez de der ki Esra ya:
Çevremizde dolaşan şanssızlıklardan ben de çok rahatsızım. Eğer arkadaşlarımın yüzüne bakacak bir yerim kalmadı diyorsan, işte sana bir öneri:
Git şimdi sarraftan kendin için bir tane ucuz yüzük al ve tak. Onlar görsünler. Yüzük mü, işte yüzük. Bu çok basit bir yüzük derlerse, bunun geçici olduğunu, aslının sipariş edildiğini, haftaya geleceğini söylersin, olur biter. Bitanem, yanında naktin yoksa kredi kartını kullan. Ben sana yarın öderim.
Bu öneri Esra yı delirtir. Beni elaleme rezil ediyorsun der.Çünkü Esra nın arkadaşları pazartesi onu kutlamaya hazırlanmışlardır. Çok zor duruma düşen Fırat, ertesi gün kasayı kesin açtırarak sabah saat 8:oo de geleceğini söyler ve kahvaltıyı birlikte yapmalarını teklif eder. Esra: Eğer kasayı gene açamadım diyeceksen hiç gelme. Benim de kafamın tasını attırma. Düşün sana nişana karar verdikten bu yana, bir arpa boyu yol alamadık. Patinaj yapıyoruz. Ama tekerin biri tutarsa araba fırlar ve sen avucunu yalarsın.
Bitanem, seni mahcup duruma düşürdüğümü biliyorum. Sen de beni anla, lütfen. Harcama beni. Böyle talihsizlikler herkesin başına gelebilir. Ne var bunları büyütecek.
Pazartesi kızın gözleri saatta. Saat 8:oo henüz yok. Saat 8:30, 9:oo , 9:30 yok, yok, yok. Esra umudunu keserek, mükellef kahvaltı yerine bir çaya talim eder. Gene atlatıldığına bu yüzden kendine kızar. Aptal kadın... Hala anlayamadın mı? Bunun niyeti ne nişan, ne de evlenmek. Der kendi kendine.
Akşam Fırat suçlu kediler gibi çıkıp gelir. Sanki bir şey yokmuşcasına. Meğer gene kasayı açtıramamış. Sözüm ona kasadan para alamamış. Ne cepte para var, ne de kredi kartı. Kahvaltıyı sen mi öde! desin Esra ya
Esra patlamaya hazır bomba gibi, dolu. Hiddetle ayağını yere vurarak kalkar:
Bu iş burada bitmiştir. Diyerek kapıya yönelir. Hemen bir taksiye atlar. Fırat da arkasından koşar ve taksiye o da zorla biner. Yol boyu dil döker. Yalvarır ve son kez bir şans ister. Esra, bir kez daha Ya sabır! çekip, taksiden inerek oradaki pastaneye girerler. Esra nın ellerine sarılır, saçlarını okşar, sevgi gösterilerine girişir. Yufka yürekli kadın bir kez daha yelkenleri suya indirir.

IX .
Alo Esra hanım.
Buyurun efendim benim.
Ben Tepe Hastanesi baş hekimi DR Cezmi Koşar.
Buyurun doktor bey, dinliyorum.
Bak kızım! Tatsız bir olay için aradığımdan üzgünüm.
Esrayı bir anda heyecan sarar. Doktor, babasının mı, yoksa annesinin mi hasta olarak şu anda hastanede oldukları haberini mi verecek diye heyecanlan ırken,doktor devam eder konuşmasına.:
Bak kızım, Fırat İleri diye birini tanıyorsun, değil mi? Onunla gönül ilişkiniz olabilir. Aman kızım sakın ha. O sahtekar, psikopatın teki. Belki size evlenme bile teklif etmiştir. Sakın haaa.Hem o evli. Biliyor muydunuz.?
Bilmiyordum da o bana boşandığını söylemişti.
O halde boş olduğuna dair mahkeme ilamını iste. Kızım bak, karısı yanımda. Boşanmadık diyor. Kadın bizim hastanede hemşire. Adı da Raziye.
Telefon konuşması biter, telefon kapanır, ancak Esra nın kafasında kapanmak bir yana yeni gerilim doğar. O, kendi kendini yargılar. Bir insanın onuruyla bu kadar oynanmaz ki... Yalanlarla, dolanlarla bir yere varılmaz ki...Her olayı, kendinin yufka yürekli oluşuna, kimselere Hayır deyemeyişine bağlar.
Bu telefon görüşmesinden haberi olmayan Fırat, yavan ve sahte sözlerle hatırını sormak için telefonla arar. Maksadı birlikte bir program yapmaktır. Daha ona fırsat kalmadan Esra, sözlerini ağzına tıkar ve onun Raziye adlı bir kadınla evli olduğunu söyleyiverir. Bukonularda çok pişkin olan adam, sinirlenir ve yalanlar. Esra der ki:
Sinirlenmene gerek yok. Ayrıldıysan mahkeme ilamı vardır, getir göreyim. Ben de boşandım. Ben de sana göstereyim.
Fırat bir daha aramaz. Ne olmayan ilamı getirebilir, ne de kendi gelir.
Bir hafta sonra Esra nın arkadaşlarından Oğuz, Frat ı yanında bir kadınla pek mutlu ve neşeli bir vaziyette Kemeraltında görür . Oğuz olayı Esra ya rapor edince Esra kadını kast ederek vah zavallı kadın vah. Başhekim aç antenlerini der.
Konu kapandı sanılan bir günde mağazaya iki kadın gelir. Beni sorarlar Esra benim, buyurun.Bir isteğiniz mi var.?
Özel konuşacaktık. Daha uygun bir yeriniz yok mu?
Onları bir odaya aldım. Gelenlerden biri öğretmen olduğunu söyledi ve konuyu açtı :
................,bu adam benim emekli ikramiyemi elimden aldı. At yarışlarına yatırdım, dedi. Oysa at yarışlarında batırmış. Sonra bir evim vardı. Onu da bankaya ipotek ederek kredi aldı. Onu da ödeyemedi ev de gitti. Eğer bol para harcıyorsa, bilin ki, uyanık kurt yeni ve aptal bir kuzu ele geçirmiştir.
Fırat ın eşi olduğunu söyleyen diğer kadın da:
Esra hanım, Başhekim e dua et. Tehlikenin kıyısından dönmüş oldun. Ben de boşanmak için mahkemeye baş vurdum, zaten. Seni de tanık yazdırdım.
Ne yapalım Allahından bulsun.
Öğretmen :
Hayır Allah cezasını geç verir. Ben Allaha havale etmeyeceğim der ve ayrılırlar.

05 / 10 / 03
URLA

İbrahim Karaca

29 Eylül 2003 Pazartesi

Kayalıdağın Seli

Ben onu bunu bilmem ne hikmetse: Kayalıdağ netameli bir yer.Kar yağr bir türlü, yağmur başka türlü Der İbram Emmi. Deneyimli bir insan, yaşayarak öğrenmiş bildiklerini.
Kayalıdağa kar çok yağdığında keyfini bizim köylüler çıkartır; bölluk, bereket olur. Karların erimesiyle Bizimköy de sular coşar, her yer cumbul cumbul su altında kalır. Göletler dolar. Köylüler sevinir. Omuzlarında kürek, ellerinde çapa kadın erkek, sabah erken bağda bahçede.Gözler toprakta, üründe. Gök yüzüne bakmazlar bile. Vefasız bulutlardan medet ummazlar.
Kayalıdağda kar yoksa, bizmkilerin hali harap. Hazır olsunlar yzın yağmur duasına. Yağmuruna da güvenilmez orann. Bir bulut gelir, indiriverir varını yoğunu bir anda. Arazinin yatımı bizim tarafa doğru olduğundan seller boşalır, evleri basar. Asıl azgın sel kendi yatağında akar. Sel, dağın koca koca taşlarını yuvarlaya yuvarlaya homurdayan sesiyle taşır bağlara, bahçelere, tarlalara. Büyükler bir masal gibi çocuklara anlatırlar selin yaptıklarını. Çocuklar da abartarak nakleder ağızdan ağıza ve yayılır gider bu felaketin korkusu. Sel deresi boyunda hayvan otaran çocuklara sel geliyor diye şaka bile yapılır.
Şimdi sonbahar. Artık geceler serin, hatta soğuk. Güz günleri yaşanmakta. Tohum ekme zamanı. Ama yağış yok. Yağmurun olmatışı onları kaygılandırıyor.
Bu gün bir umut var gibi; başka bir gün olacağa benziyor. Çünkü ufukta yağmur bulutları belirdi. Buralara kadar gelir mi bilmem. Yoksa her zamanki gibi yağmadan deli rüzgarın önünde savrulup giderler mi?
Evet, gelecek. Bak sanıza bulutlar kararttı havayı. Şimşekler, gök gürlemeleri.. Yağmurun öncüsü talaz geldi bile. Şimdi de talaz bulutu kapladı etrafı. Kavaklar sallandı, söğütlerin dalları yattı yattı kalktı . Tüm canlılar inlerine , yuvalarına çekildi.Mallar ahırlara, ağıllara kapatıldı
Küçük bir yağmur tanesi cama vurdu. Yanına bir tane daha düştü. İkisi birleşince iri bir damla oldular. Yaınında bir damla daha, derken damlalar sayılamayacak kadar çoğalıverdiler. Ve camdan akarak dışardaki sularla birleştiler. Giderek seli, seller ise büyük seli oluşturdular.
Sorumlu ilk düşen küçük damla . O olmasaydı büyük sel de olmayacaktı.
O gün daha sabahtan yağmur henüz yokken İbram Emmi ile Lütfü tarlalarına tohum ekmeye gittiler. Yağmur gelinciye kadar işlerini sürdürdüler.İbram Emmi yağmur yağacağını daha kuşluk vakti kstirmişti. Yağmura ikindide tutuldu. Ne de olsa o yaşından dolayı deneyimli bir çiftçi.Köyde hava durumundan iyi anlayanbir kişi daha var: Çoban Osman.O şiddetli yağmurun geleceğini anlayınca, sürüsünü kattı önüne, Adatepe deki tokata ( Tokat= üstü açık, çevresi alçak duvrlı koyun ağılı) sığındı: köpekleri, sürüsü, eşeği gözünün önünde, kepenek omuzlarında.
İbram Emmi yağmurun arkalı olacağını anlayınca çifti saldı ve iki öküzünü önüne kattı, eşyalarını heybesine koyup eşeğine bindi ve kepeneğini omuzuna aldı, tuttu köyün yolunu. Kaylıdağa baktı. Bulutun tüm görüntüsüyle dağa oturmuş olduğunu gördü. Eyvah dedi. Tehlikeyi sezmişti. Lütfü nün yanına vardığında ona da işi bıraktırdı ve birlikte çamurlu yollara düştüler.
İbram Emmi:
Lütfü, görüyor musun KayalıdağıHe ya. Görüyom. Ne var orada
Lütfü, sel gelecek. Kayalıdağın selini bilmiyor musun
Lütfü durumu umursamıyor, eşeğin üstünde uzun bacaklarını habire sallıyor, öküzleri sıkıştırmıyordu.
Gelsin o yatağını bulur, akar gider
Öyle değil Lütfü, korktuğum büyük sel. Hani o yılkı gibi. Alimallah ( Allah bilir.) afat olur. Sen görmedin mi o yıl başımıza gelenleri. Bahçelere domuz girmiş gibi olmadı mı her şey? Mısırları yıkmadı mı? Zerzevatın üstünü çamurla kapatmadı mı? Ne çabuk unuttun.
Konuşa konuşa o netameli kuru dere yatağına gelmişlerdi. Burayı hayırlısıyla geçerlerse başka korkulacak yer yoktu. İbram Emmi telaşlı, Lütfü oldum olası kaygısızdı.İbram Emmi:

Hadi Lütfü umballa malları ( Umbal = üvendirenin ucuna çkılan, sivrı ucu hayvana dürtmek için dışarda çivili bir sopa ) çabuk geçelim şurayı. O sırada Lütfü bir ses duyar. Derinden gelen bir uğultu gibi bir ses.

;Emmi , bir ses duyuyorum. Sen de duyuyor musun


Ne sesi len


Bak, dinle dinle.&



Ah ! Be Lütfü ! Kör müsün bak sel geliyor. Ben sana söylemedim mi


Acele etsek geçemez miyiz Emmi


Lütfü, deli olma. O bizden önce gelir

Derenin kıyısına geldiklerinde sel onlardan önce gelmiş ve dere yatağını doldurmuştu. Sert akıyordu. İnsandan büyük taşları sürüklüyordu. Malların önüne geçtik ve durdurduk.
Saat kaç bilmiyorduk, ama ortalık alaca karanlıktı. Bekleyecektik sular çekilinciye kadar. Lütfü birden heyecanlandı. Eliyle göstererek:

Bak bak ! Gidene bak! Eşeği götürüyor. Zavallı hayvan kim bilir kimin malıydıdiye söylendi.
Karanlığın içinden, derinden ciliz bir ses deliyordu. Kulak verip dinlediler. Bir insan sesiydi. Ses biraz sonra anlaşılır olmuştu. Baba sesime gel sesime diyordu. Lütfü sesi tanıdı. Ses geldi geldi öte yakada iki kişilik insan slüetine dönüştü. Birisi Süleyman idi. Öteki ise bir kadın. Bağırarak konuşsalar da selden anlaşılmıyordu. Selin bir yakasında tarladan dönenler öte yakasında ise Lütfü nün karısıyla oğlu.Endişeli ve ürkek tavırlarla bakıyor, konuşmadan duruyorlardı. Bekleyeceklerdi. İbram Emmi bir sigara yaktı. Bir tane de Lütfü ye sardı.İzmaritleri suya attıklarında selin sesi azalmaya başlamıştı. İbram Emmi den geldi komut:
Haydi davranın. Geçebiliriz gali. Önce öküzleri sürün..
Öküzler ağır ağır ve dikkatlı yürüyüşle geçtiler. Sıra kendilerindeydi. Eşeklere güveniyorlardı. Suyun ortasındaydılar. Hayvanlar dikkatlı ilerliyorlardı. Tam o sırada eşegin ayağı tökezlemez mi?Lütfü yü uzun bacakları da alıkoyamadı düşmekten. Ayağa kalkamadı. Selde yuvarlanıyor, bir görünüp bir kaybluyordu. Tutunamamıştı bir yere. Ötekiler suya daldılarsa da ulaşamadilar. Süleyman cesaretle attı kendini babasını ön tarafına ve sular onu kucağına getirdi.

Evlerine zor attılar canlarını. İbram Emmi, Lütfü ye dönrek:
Demedim mi sana hayırlısını dile diye.
Kaygısız Lüyfü hiçbir şeyolmamış gibi çocuklarına seslenir:
Mallar tamam mı, bakın. Tavuklar kümeste mi?
Süleyman üzgün bir tavırla:
Tamam sayılır da yalnız bir tek Fatma ( Eşeğin adı) yok. Bağlı olduğu çayırda ipi duruyor.
Ana oturduğu yerde başlar yas tutmaya: Benim bahtı kara kızım, sana kimler kıydı? Vah kızım vah ! Sıframda kaşığımın tekiydin. Tarlada orağımın sapıydın.İbram Emmi:
Kadın, aklını başına topla. Şükret ki eşeğin gitti. Ya kocan gitseydi. Ya onu kurtaramasaydık.
29 / 09 / 03
Sivrihisar _ Yavşan Yaylası

17 Haziran 2003 Salı

Efsane Atlar

İnsanın eseri olan uygarlığın temel ögelerinden biri ata dayanır. At bu uygarlıkta bin yıllar ötesinde yerini almış ve motor icat edilene kadar önderliğini ke başkasına kaptırmamıştır. Savaşlarda o, tarımsal üretimde o, taşımacılıkta o, yarışlarda binicilikte , saltanat arabalarında hep o. Krallarla, imparatorlarla heykellerde, zafer anıtlarında gene o...
Onun yürüyüşünde, küçük kulaklarını dikerek bakışında bir asalet ve estetik yok mu? Onun etkileyici sesini, film ve sahne yönetmenleri effekt olarak kullanmıyorlar mı? Şairler atlardan ilham almadılar mı? Herkesi kendisine hayran bırakan bu sevimli hayvanın varlığında kesin bir gizem olmalıdır.
Atlar arasında da insanlar gibi ünlüler vardır. Bunlardan iki tanesine değineceğiz:
Birincisi Karacabey Tarım İşletmelerinde yaşadı, ikincisi İzmirin Foça ilçesinde.

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı at soyunu geliştirmek amacıyla kurduğu bu işletmeye, yurt dışından damızlık bir aygır satın almaya karar verir. Aranan Aygır Şam yakınlarında Halbe köyünde Abdülhmit Ağa nın çiftliğinde bulunur. Kuruş adını taşıyan ( muhtemelan Arap Kureyşi ailesinden gelme) at, 23 100 FF na 1933 yılında satın alınır ve Karacabey Harasına teslim edilir.


Kuruş bir kır at. Doğum tarihi 1921 . Babası Seklavi Sieyfi. Anası Kuheyletül Kuruş. Türkiye ye getirildiğinde 22 yaşındaydı. Bu yaş bir aygır için ileri yaş sayılır. Kuruş tipik bir Arapatıdır. Dünyaca ünlü bir soy kütüğüne sahiptir. Göğüs yapısı öteki aygırlarınkinden daha derin ve genişrir. Burun delikleri de öyledir. Bu özelliği nedeniyle uzun mesafe koşucusudur. Ondan olma taylar uzun mesafeleri yorulmadan koşabilmetedir. Haranın Atçılık Şube Şefi der ki Bu aygır Arapatının eststiğini en iyi yansıtan bir bireydir. Dünyanın soyu süren at ırkları içinde Arapatının yeri çok farklıdır. Beden ölçüleri ve bedenıni kullanma açısından en estetik yapılı at ırkı Arapatıdır. Bu seçkinlik atları tanıyan herkes tarafından bilinir Bu özellikler Kuruş ta en ideal
ölçütlerdedir. Bu nedenle Kuruş dünya çapında ünlüdür

Kuruş ancak 141 taya babalık edebildi. Çünkü bize geldiğinde 22 yaşındaydı. Bu taylardan 5 tanesi aygırlıkla görevlendirilerek Kuruş kuşağı bu günlere kadar gelebilmiştir. Şu anda ( 203 yılı) XXIX. Kuruş olarak 120/91 Sergen ( 1991 yılının 120. tayı) bu kuşağı sürdürmektedir.

Yıl 1945. Gazetelerde okuduğumuz bir haberle sarsıldık: Karacabey Harasının 24 yaşındaki safkan Arap, ünlü aygırı Baba Kuruş ölmüş .

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı yıllar sonra o harada Kuruş un anısına bir anıt mezar yaptırır.



Bir diğer efsane at İzmir Foça da Yavuz Gülerce ekürüsünde yer aldı. Y. Gülerce ötedenberi ata ve atçılığa olan düşkünlüğüyle tanınır. Bu amaçla o, Foça da bir at çiftliği kurmuştur. O, ekürüsünü güçlendirmek amacıyla ekürüye yeni taylar kazandırmak için yardımcılarıyla Çifteler ( Eskişehir ) Harasına gider. Bu hara yetiştirdiği Arap atlarıyla üne kavuşmuştur. Orada satılık taylar incelenir. Bunlar arasından iki tay seçilir. Alınmak istenen de iki tanedir. Ancak gösterilenler arasında bir tay var ki, o duruşuyla, bakışlarıyla alıcıların dikkatini çeker. Sevimli tay tüm haliyle sanki beni de alın der. Patron dayanamaz tayın bakışlarına ve onu da alıyorum der. Oradakiler şaşırırlar.Bu sempatiye bir anlam veremezler. O tayın yarış yeteneği olmadığını savunurlarsa da Gülerce kesin direktif verir. Böylece haradan iki yerine üç tayla dönülür.
Taylar Foça da ötekilerle birlikte maneje alınır. Aylarca çalıştırılır. Bu eğitim sırasında beklenmedik bir sürprizle karşılaşılır: Kendini zorla satan, ya da kendi gelen tay hep birinci olmakta ve üstün bir performans göstermektedir. Doğrusu onda böyle bir yeteneğin bulunduğuna kimse ihtimal vermiyordu. Onun hakkında umutlar günden güne artınca onun bir kez de bu yeteneğini pistlerde göstermesi için yarışa sokulmasına karar verilir.


Taya bir ad verme zorunluğu olduğundan ona YAVUZHAN adı verilir.
Yavuzhan ve ilgililer o gün hep birlikte hipodrumda dırlar. Arsız tay kendini yabancısı olduğu bir ortamda görmektedir. Çevresinde kendisi gibi atlar boy göstermektedir. Oysa o ne kalabalığa alışkındır, ne de kum ve çim pistlerine. Heyecanlıydı o gün. Patronu, binicisi ve menajeri onu okşadılar, sevdiler heyecanını yatıştırdılar. Korkma, üzülme. Sen kazanmasan da bizim sevgilimizsin. Haydi Tanrı yardımcın olsun dediler kulağına. O moralle start odacığına girdi; arkadaşları gibi huysuzluk ve kapris yapmadan.

Start işaretinin verilişiyle ötekilere uyarak o da fırladı. Önceleri grubun içinde giderken sonra hızlandı. Gruptan çıkmaya çalışılıyordu, belli. Patron ve ötekiler hayret ediyordu gidişine. Dürbünle izleyen Gülerce inanamıyordu onun rakiplerini geride bırakmasına. Ondan bu kadarı bile beklenmiyordu. Çünkü, bu onun daha ilkiydi. Binlerce kişinin heyecanlı bakışları altında onun binicisinin sarı kırmızılı formasının önde gittiğinin görülmesiyle sevinçlerin şaşkınlıklara karıştığı hipodromda böyle bir sürpriz görülmemişti. Al tay öne geçmişti. Neyin nesiydi bu at? Kim sokmuştu yarışa? Nereden gelmişti O , önde koşuyordu; ceplerden ceplere akan liralardan haberi olmadan. O koşuyordu başka atlara yatırım yapanların tahminlerini alt üst edercesine. Hala birinciydi kimilerini delirtircesine. Sona yaklaşırken, kendinden sonrakiyle 20 metre fark yapmıştı. Elinde dürbün, onu izleyen patron: Aklım durdu diyordu. Daha ilk koşusunda bu sonuç ve bu performans, inanılacak şey değil. Benim içime doğmuştu. Oldu işte diyordu.

Herkes Yavuz beyi kutlarken o gelecek yarışa da sokun talimatını verir. Görelim bakalım keratayı. Bir seferlik mi? Yoksa arkası var mı

Bir hafta heyecanla çabucak geçti..Hipodrum gene kalabalıktı; ana baba günüydü. Ders almasını bilen gözler bu kez , Yavuzhan ın üstündeydi.Uzun bacaklı, çekik karınlı, al donlu, kır donlu, doru, yağız atlar, boy gösteriyordupodyumlardaki mankenler gibi. Beklenirken saatlara baka baka , sonunda o da göründü; binicisinin sarı kırmızı forması , beyaz akıtmalı alnı ve beyaz bacakları ve de al rengiyle. Acemi ve ürkek adımlarla start aldı huysuzluk etmeden.

Start verildi. Uçtular hepsi birden. Önce biri önde. Sonra öteki. Daha sonra bir diğeri. Uzaktan numaraları seçilmiyor, binicilerin formalarından anlaşılıyor. Şu üçüncü değil mi bizimkidiyor Yavuz Ağa. Hayır ikinci diyor ötekiler. Evet şimdi ikinci oldu Sonra birinciye yetişti. Kapıştılar onunla. Baş başa, boyun boyuna giderlerken, hipodroma ölü sessizliği çökmüştü. Nefesler tutulmuştu. Son viraj alındığında Yavuzhan bir at boyu önde götürüyordu yarışı. Hadi oğlum, hadi aslanım, al canını dişine, yaklaştın finişe derken Gülerce, at başını çevirip çevirip arkasından gelene bakıyor, binicinin at kırbaçlamasına, atın vargücüyle koşmasına karşın kendisine yetişemediğini görüyor, yetişir gibi olduğunda hızını artırıyor ve arayı açıyordu. İkinci gelen atın binicisi şöyle demişti.: Bütün gayretimizi ortaya koyduğumuz halde o ary açıyordu. Sonra anladım ki: o at tutulmaz. O at geçilmez. Bunu anladığım an, altımdaki atı yıpratmanın bir yararı olmayacağı için dizgini çektim.

O gün ikinci koşusunda da Yavuzhan ın birinciliği ilan edilirken görülen şafak parlaklığı, arkasından doğacak güneşi haber veriyordu.

Güneş doğdu. Giderek yükseldi. Artık o, Türk atçılığının duvayeni, hipodrumların kıralı olmuştu.
Yavuzhan hipodrumlarda tam 72 kez start aldı ve finiş yaptı. Hepsinde birinci oldu. Artık kralın katıldığı koşularda heyecan azalıyordu; çünkü yarışların birinci ayağı belliydi.
Türkiye Jokey Kulübü Başkanı bir TV konuşmasında Yavuzhan hakkında şöyle diyordu: O, hipodrumlara gelmiş geçmiş atların en güçlüsü, en soylusu ve kralıydı. Böyle bir at bir daha gelmez. Bunca yarışçılardan hiç biri atını ona rakipolarak koşturmak istemezdi. Çünkü o rakibini yorar ve yıpratırdı, hatta çatlatmasından korkulurdu

Yarış komiserliği bir gün Ekürü Y.Gülerce ye şöyle bir öneri sunar:

-Yavuzhan pistlerde ziyan olmamalıdır. Şimdi onun en parlak zamanıdır. Kral olmuştur. Hatta o senin olmaktan bile çıkmalıdır. Ondan herkes yararlanmalıdır. Onu damızlıkta kullanmaya ne dersin

Y.Gülerce:

-Önerinize katılırım. Bu uygulama memleket atçılığına büyük hizmet olur.

O günden sonra Yavuzhan yeni görevini sürdüreceği Foça daki at çiftliğine götürülür. Artık hipodromlardan uzak kalan ünlü koşucu, tahtından indirilmiş bir kral gibi yarışseverlerin belleğinde unutulmaya terk edilir.

Heyhat ! Ne acı bir gerçek... Çünkü Azrail onu çiftlikte bulmuştur. Bir gün aniden hastalanan krala veteriner hekimin çare arayışı bir fayda vermemiştir. Onu Azrailin elinden kimse alamamıştır.

Ne yazık ki ondan alınması tasarlanan bir döl bile alınamadan Yavuzhan geçip gider bu dünyadan. Yavuz Ağa şöyle söyler ardından: Bu efsane atın hatırasını yaşatmak için bir anıt mezar yaptırmak benim vefa borcumdu Çiftliğin seçkin bir köşesine yaptırılan mezarda şu bilgilere yer verilmiştir:
Baba adı : H. Zaman
Ana adı : 26 K. Irak
D. tarıhı: 54/75
Adı : Yavuzhan
Yetiştiği yer: Anadolu Tarım İşletmesi
Çifteler
Eskişehir

Olacakla öleceğin önüne geçilmez derler.

17/ 06 / 03
Sivrihisar-ESKİŞEHİR

İbrahim Karaca