O yıl Eskişehir Lisesinde ( Şimdiki Atatürk Lisesi) Lise bitirme ve bakalorya sınavlarını vermiş , üniversitelere ya da yüksek okullara girmeye hak kazanmıştım. Ayni lisede Rahim adında bir arkadaşım vardı. Onunla ortaokul birden lise sona kadar ayni okulda, ayni sınıflarda, hatta aynı sıralarda oturmuştuk. Çok iyi anlaşıyorduk. Lise sona gelmiş olmamıza rağmen, meslek edinme hususunda bir vurdum duymazlık içindeydik. Yüksek öğrenimimizi nerede ve hangi okulda göreceğimize dair ne ailelerimizle, ne de kendi aramızda görüşmüştük.Bir gün karanlıkta suya basar gibi,kendimizi karar verme aşamasında bulunca, aklımız başımıza geldi. Evet, bir karar vermek zorundaydık. İstanbul a ya da Ankar ya gitmeliydik. İkisine de gitmeye olanaklar elvermiyordu. Sonunda Ankara da karar kıldık. Orada Yüksek Ziraat Enstitüsünün Ziraat Fakültesi sınavlarına girebilirdik.
Ankara da Ulus Meydanında Anadolu Oteli adıyla basit, yani ucuz bir otel bulmuştuk Sınav günü sabahı otelden ayrılarak sınavın yolunu tuttuk. Gideceğimiz yolun uzunluğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Çankırı Caddesi adıyla Ulus Meydanından başlayan caddenin bizi sınavın yapılacağı yere götüreceğini söylemişlerdi. Otobüslere biniş,iniş yelerini, yani durakları bilmediğimiz için otobüsle gitmeyi düşünmedik. Taksi zaten bize göre değildi. Biz iki şaşkın, kollarında saati yokmuş gibi, bir meçhule gidiyorduk. Yürüdük yürüdük vardık sonunda.
Görmeye alışkın olmadığımız koca koca binaların arasında şaşırmıştık. Lkin ortalıkta kimsecikler yoktu. Sınav başlamış olabilir düşüncesiyle paniğe kapıldık. Elimizdeki geçici kayıt belgelerine bir kez daha göz attğımızda sınav saatının bizim bildiğimizden yarım saat önce başlamış olduğunu anladık. Bu sefer de telaşa kapıldık. Bizim kusurumuz sınav saatını yanlış bellemiş oluşumuzdu.
Bizim telaş içinde olduğumuzu fark eden bir adam karşımıza dikildi; yaşlica, şişman, kısa boylu, kalın çerçeveli,siyh saçlı adam: Feneri nerede söndürdünüz? Sınav başladı,koşun. Dedi. Koştuk sınavın yapıldığı yere. Koridorda birçok kapı vardı. Hademe olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam, daha kendisine sormadan. Anladı ve kapıyı gösterdi. Vurmadan açtık. Öğrenciler içeriye alınmış. Herkes yerine oturmuş, soruları yanıtlamaya başlamışlardı. Karşımıza dikilen bir gözcünün önünde, merhamet dilenciliği yapar gibi başımız eğik, dikildik ve bekledik. O, sınav gözcüsü bey, şık giyimli, enç ve uzun boylu, saçları arkaya taralı ciddi görünümlü birisiydi. Benim ise gözlerim adamın yakasındaki rozete takılmıştı.Acayip bir takılış, ne anlamı varsa. Rozette beyaz bir zemin üzerinde meşe palamudu ve yaprakları vardı. Adam bizim zavallı halimizi görünce yardımcı olmak istedi. Ama önce dedi ki :Sınav yeni başladı. Sorular açıklandı. Üzgünüm, sizleri alamam.” Alamam sözcüğü o kadar insafsızca geldi ki bana, orada düşüp, bayılmak işten bile değildi. Ne var ki, konuşmasını sürdüren genç adam yol gösterme iyiliğini de yapmaktan geri durmadı. Katib-i Umumiye koşun. O, az önce buradaydı. O, alın derse, koşup gelin, alırım. Onu nerede bulabileceğimizi sorduk ve tarif edilen yere koştuk. Mermer merdivenleri ikişer, üçer atlayarak çıktık. Geniş bir koridora girdik. Buradan üst kata çıkan iki taraflı geniş merdivenler vardı. O güne kadar sadece sinema filmlerinde gördüğüm, devlet adamlarına ve krallara mahsus, üstünde ayrıca kırmızı yolluk serili, parke kaplı merdivenler. Koridorda rastladığımız bir kadına aradığımız kişiyi sorduk. Üst katı gösterdi. Buradan mı çıkacağız anlamında sorunca evet, evet. Çıkın buradan. Dedi. Biz ayakkabıyla halıya basmaya alışkın değiliz . Çekinerek, kıyıdan kıyıdan basarak yukarıya çıktık. Gene geniş bir koridor. Gene kırmızı halı. Büyük bir kapının sağında duvardaki plakada Rektör yazılıydı.Burası değil diye ilerlerken aradığımız tabelayı bulduk. Kapının sağında Katib-i Umumi yazılı bir levha. Önce duraksadık kapının önünde. Sonra vurup girdik içeriye. Nasıl katipmiş (! ) bu diye bir kuşku düştü içime. Bizim bildiğimiz katip yani yazıcı, bir masa, bir sandalye, etajer, dosya dolabı, daktilo, yeteri kadar kırtasiyesi olan bir kişidir. Bir odada bazen birden fazla katip birlikte çalışır Odasında ne perde, ne halı olur. Bir sürahi ile bir de bardak bulunur. Bu katibin odasında ise yerler parke. Parkenin üstünde birkaç halı, pencerelerde kadife perdeler, yerler kadar Tavandan sallanan avizeni bir benzeri bizim orda Ulucamide var ancak. Kocaman kocaman deri koltuklar. Katibin arkaındaki duvarda bir Atatürk resmi vardı ki, böylesini ben ne lise müdrünün odasına, ne de kamakamın odasında görmüştüm. . En az iki katibin üstünde çalışabileceği, üstü camlı masaya şaşmıştım. Masanın ardında boynuna kadar gömülmüş, gözlüklü bir adam yani katıp. Katibi görür görmez tanıdık. Bahçede karşılaştığımız, bize éFeneri nerde söndürdünüz diyen kişiydi. O da bizi tanıkıştı. Demek ki o adam katip miş. Bütün katiplerin müdürü olsa gerek. İkimiz birden dikildik katip müdürün önüne. Geç kaldınız, almıyorlar sınava, değil mi? Dedi. Elini uzatıp bır kağıt aldı, bir şeyler yazdı. Verin bu pusulayı, alsınlar.Dedi. Teşekkür ederk aldık pusulayı ve koştuk.Sınav salonunun kapısında bu kez başka bir gözcü karşıladı bizi.Gözüm gene adamın yakasındaki rozete takıldı, ne hikmetse. Bu seferki, mor zemin üstünde güneşe sarılmış bir buğday başağıydı. Her halde bu rozet ziraatı simgeliyor dedim. Gözcü uzattığım pusulayı aldı, okudu ve gelin arkamdan diyerek bizi salonun sonuna götürüp, bir sıraya oturttu ve soruları verdi.
Memlekete döndük. Sınav sonuçlarını beklemeye başladık. Bu nedenle posta dağıtıcısını takibe almıştık.
Bir şeyi heyecanla beklemenin insanı nsıl da gerdiğini o günlerde anlamıştım. Kazandın desinler, zarar yok beklerim. Asıl içimdeki kuşku beni yiyip bitiriyordu. Çünkü; sonunda olumsuz bir haber de gelebilirdi.
Bir gün postacıyı elinde zarf ile kapıda gördük. O,zarfı sallarken içindekini biliyormuş gibi müjde, müjde ! diyordu. Zarfı yakınlarımızla birlikte açtık. Sınavı kazandığımı okuyunca diğerlerine gerek duymadan, kağıdı uzattım ötekilere. Ne tuhaf ! Bir anda heyecanım sönüverdi balon gibi. Bu kez, şimdi ne olacak? sorusu takıldı kafama.
İnsan aklı boşluğu sevmez. Düşüncenin birinin boşalttığı yeri bir diğeri alır.
Ankara ya yol göründü. Bundan sonraki yaşamım orada geçecek. Kaydımı yaptırdım. Askere çağrılıp da kıtasına teslim olmuş er gibi hissediyordum kendimi. Arkadaşım Rahim in de kazanması beni ayrıca mutlu etti. Arkadaşımla şimdilik dört yıl daha beraberdik.
Eğer rozetinde meşe palamudu ve yaprağı bulunan görevli kişi bize yol göstermeseydi ya da Katib-i Umumi ( Genel Sekreter) sınava alın diye emir vermeseydi, umutlarımız boşa gidecek, yaşamımızın yönü değişecekti.
Yaşamda çok küçük el vermeler bazan çok önemli sonuçlar doğurur. Küçük bir yardımla engel aşılınca, sonrakileri kişi kendisi aşabilir
Daha sonra Katib-i Umumi denilen kişiyi kürsüde ders verirken gördüm. Şimdi de onun öğrencisi olmuştuk.
İlerde meslek yaşamımın üçte birini onunla ayni çatı altında geçireceğimi o zamanlar nasıl bilirdim. Parke döşeli geniş merdivenlerin üstüne kırmızı halı hala seriliydi ve ben günde birkaç kez o halıya basarak inip çıkıyorum. O halı basılmak için oraya serilmişti. O anımı yıllarca üzüntüyle anımsadım. Doğaldır. Kırsal alnadan başkente, ilk okuldan üniversiteye, ilkokul öğretmeninden profesöre, bir katip odasından ktib-i umuminin odasına alışmadan hızlı bir geçiş, aşağılıkduygumu tetiklemişse elbet doğaldır.
Katib-i Umumiden aldığım o küçük pusula olmasaydı, ya da meşe yapraklı ve başaklı rozetleri yakalarında onurla taşıyan iki genç asistanın anlayışlı tutumları olmasaydı, iki lise mezunu genç açmadan kuruyan iki tomurcuk mu olurdu. Dilerim ,Tanrı sınav sorumlularını ödüllendirmiş olsun.
07 / Kasım / 2003
URLA