15 Nisan 2008 Salı

Büyük Selçuklu Devleti


Kuruluşu
Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. 10.yüzyıl sonu ile 11. yüzyıl başlarında islamı kabul ettiler. Selçuklular; Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.

Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere devamlı artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çare aramaya başladılar.(Yabgu Oğuz Türklerinin hükümdara verdikleri addır. Oğuzlar kurdukları devlete de Oğuz Yabguluğu demişlerdir.)

Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, 985 yılı sıralarında, Seyhun kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, Islam ülkelerine geçişte hudut durumundaydı.

Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda islamı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, Müslimlere haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Gayri Müslim Türklere savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücadeleye çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında toplandı.

Müslümanlardan da destek Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de üstünlük çalışan Müslüman devletlerden birisi olan Samanilerle anlaşmasını sağladı. Samani sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nur kasabasına yerleşme izni verdi.

Selçuk Bey; Mikail, Arslan, Israfil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti.

Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikail, babasının sağlığında ölmüştü. Ikinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu unvanını alarak, Selçuklular da denilmeye ailesini teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Samani Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den kaçan Samani şehzadelerinden Ismail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.

Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'de Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kalencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu Ibrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikail'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.

Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu nedenle zaman zaman, komşuları Karahan’lılar ve Gazneli’lerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikayetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hatta Yusuf Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasi durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar.

Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekatı yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasi, etnik, kültürel ve askeri stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekatı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.

Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş bulunduğu Kalencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti.

Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş, ağır teçhizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi.

Tuğrul Beyin kardeşi İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülûk (Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı. Devleti'nin kuruluş ve istiklalini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan savaşı sonunda Selçukluların üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.

Selçukluların Yükselişi

Dandanakan'ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yani büyük ziyafette, üstün idarecilik vasfı keskin siyasi zekasını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçuklu Sultanı ilan etti. Merv, başkent yapıldı. Toplanan kurultayda, fethedilecek yerlerle, idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Musa Yabgu'ya, Nişabur'dan itibaren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yakuti ile Ibrahim Yınal, batı cephesinde kaldılar. Hanedandan Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Cürcan ve Damgan'a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tayin olundular.

Görev taksiminin ardından, kısa zamanda, kuzeyde Harezm dahil, Maveraünnehir, Sistan, Mekran bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz emirliği, hatta Arabistan Yarımadasında Umman ve dolayları ile Cürcan, Badgis, Huttalan tamamen zapt edildi. Tuğrul Bey, Taberistan, Kazvin, Dihistan, Isfehan, Nihavend, Rey ve Şehrezur'u alarak devletin sınırlarını genişletti.

1046'da Gence, 1048'de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları yenilgiye uğratıldı.

Henüz yeni kurulan devlet, kısa zamanda, Büveyhilerin işgalindeki Bağdat hariç, bölgedeki bütün Islam topraklarına hakim Sultan Tuğrul, Büveyhilerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdat'ı kurtarmak için, Abbasi halifesi El-Kaim bi-Emrillah'ın davetiyle 17 Ocak 1055'te Bağdat'a girdi.

Halifenin, alimlerin ve Sünni Müslümanların büyük memnuniyetle karşıladığı Tuğrul Bey, Hükümdarlığını yıkarak, Abbasi halifeliğini yeniden ihya etti. Islam dünyasının takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halifeliğe yapılan Fatımi saldırılarını bertaraf etti. Halifelik makamına ve Bağdat şehrine hizmetinden dolayı, 25 Ocak 1058'de Tuğrul Bey'e iki altın kılıç kuşatan Halife, onu, doğunun ve batının hükümdarı ilan etti.

Selçuklu sultanının, halife tarafından "Dünya Hakanı" edilmesi, Türklere büyük itibar kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak, Islam'ı yayma çabalarına daha fazla sarılmalarına Aynı yıl Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi Ibrahim Yınal'ı cezalandırdı. Çağrı Bey 70 yaşlarında 1060 yılında, Tuğrul beyde 1063 yılında yine 70 yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhun'dan Fırat'a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans yönetiminde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.


Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan, Selçuklu sultanı oldu. Başa geçer geçmez, amcasının Amidülmülk'ü görevden alarak, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahalli küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu'nun kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesini 1064'te fethederek, 16 Ağustos 1064'te Kars'a girdi. Ani, Hristiyan aleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler Islam dünyasında büyük sevinç kaynağı oldu ve halife Kaim bi-Emrillah, Alparslan'a, "fetihler babası", yani çok fetheden anlamına gelen "Ebü'l-Feth" lakabını verdi. Sultan, 1065 yılı sonlarında doğuya yönelerek, Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticaret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına Alparslan, 1067 senesinde Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanıyla karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı. Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını arzu eden Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmati sapıkları ve Önasya'daki Şii-kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şii-Fatımi baskısının Islam ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke, Alparslan'a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasi halifesi ve Sultan Alparslan adına okutmaya başladı.


Doğuda ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 yılında Anadolu'da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071'deki Malazgirt Savaşına kadar devam etti. Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbaldeki yurdu durumuna girdi.


Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, tahttan indirildiği için uygulanamadı. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya'dan batıya sevkedilerek, Doğu Anadolu'daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gaza akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskan edildi. Anadolu'nun Türkleşip islamlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, Maveraünnehir seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi. Türk tarihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz etmişti.

Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar'dan, batıda Ege kıyıları ve Istanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-arasından, güneyde Yemen'e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.

Alparslan'ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşah, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile, Kerez'de savaşı kazanan Melikşah, birkaç gün sonra Kavurd'un ölümüyle, devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşah, mücadelesinden faydalanarak Selçuklu hudutlarına saldıran Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti.

Doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Melikşah, babasının veziri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve batıni akımlara müdafaası için Nizamiye Medreselerini kuran Nizamülmülk'ten vezirliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve Islam dünyasına çok hizmet etmesine vesile oldu.

Sultan Melikşah, çok sakin, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde çok ciddi, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki boylarını, bütün İran'ı, Arabistan'ı, Suriye ve Filistin'i yönetimi altına aldı. Anadolu'nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının görevlendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alp Ilig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fetihleri sürdürdü. Selçuklu komutanları, Bizans'ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı askeri birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, kuvvetlerini, 1074'te Sapanca çevresinde yenerek, yüz binden fazla Türk'ü, İzmit'ten Üsküdar'a kadar olan sahaya yerleştirdi.

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekatıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşguldü. Fırat'ı geçerek Çukurova, Antep ve Urfa'ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya'da, Gümüştigin de Nizip, Amid (Diyarbakır) ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler.

Artuk Bey, Sultan Melikşah'ın emriyle, Doğu harekatını idare etti. 1074-1077 yılları arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz'e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarki Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü'l-Kasım da Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.

Orta, Kuzeybatı ve Batı harekatını Kutalmışoğlu Süleyman Şah idare edip, Bizanslılarla mücadele ve onların asi kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar'daki iktidar mücadelesi ve iç hadiseler üzerine, Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talepleri, Selçukluların çıkarları doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, Iznik'e yerleşerek, bu şehri, Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu'da sahil şehirleri dışında, Toroslar ve Çukurova'dan Üsküdar'a kadar bütün bölgeye yerleştiler. durum karşısında Avrupalılar, Çin'e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan sıkıştırılmasını istediler. Ancak, sonuç alamadılar.

Diyarbakır bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr'in Isfehan'a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki itikadlı Karmatilerin yola sokulması için çalışan Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle birlikte Diyarbakır'a doğru yola çıktı. Fahrüddevle'nin komutasındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi.

Diyarbakır, Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervaniler Devleti ortadan kalktı. Musul'un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre savaşmadan girdiler. Fethi takiben Musul'a gelen Melikşah, büyük bir törenle karşılandı. Musul emirliğine Şerefüddevle'yi tayin etti. Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen ünlü Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşah zamanında da sürdürdü. Uzun süre kuşattığı Dımaşk (Şam)'ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk'ın alınmasından camilerde okunan Şii-Fatımi ezanını yasaklayarak, cuma hutbesini Halife Muktedi ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devletinin "Fatımi Devletinin ortadan kaldırılması" politikasına uygun olarak, Mısır'a doğru sefere devam etti. Fakat, başarılı olamadı ve başarısızlığı Suriye emirliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine, Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleyman Şahın mücadelesi üzerine 1086'da Isfehan'dan hareket ederek, asayişi yeniden tesis etti. Halep valiliğini Aksungur'a, Urfa'yı Bozan'a, Antakya'yı da Yağısıyan'a verdi.

1087 yılında Melikşah, Süveydiye kıyılarından Akdeniz'e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hakimiyet kurdu. Dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat'ı ziyaret etti. Halife Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087'de "Dünya Hükümdarı" ilan edildi.

Saltanat Mücadelesi ve Çöküş

Selçukluların Türklüğe, Islam dünyasına ve insanlığa yaptıkları hizmetlerle kısa sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı soktu. Bizanslılarla ve sapık fırkalarla mücadele eden alim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın fedailerinden bir batıni tarafından; arkasından Sultan Melikşah, Bağdat'ta 38 yaşında zehirlenerek şehit edildi.

Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki Tutuş, derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın Terken Hatun da, küçük oğlu Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak için bütün gücüyle uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek, namına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e çekilen Berkyaruk da sultanlığını ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı. Terken Hatun'un Gence meliki Ismail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı.

Terken Hatun'un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle, saltanat mücadelesi, Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de, 1093 yılında vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emir, Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta adına hutbe okutan Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti:
a) Irak ve Horasan,
b) Suriye,
c) Kirman,
d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü.

Ayrıca Doğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeylikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu Imparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada, Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere gönderdi.

Anadolu'dan geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak, Şii-Fatımilerin, Sünni Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak yapmaları, ayrıca Suriye emirleri arasındaki ve rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebep oldu.

Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya'yı işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi hunharca katlettiler. Bu arada Gence Meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefidrud'da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar'ı arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen'i ve Ani emiri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenin boş kaldığını, vergilerin edilemez hale geldiğini ve nihayet Islam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti.


Böylece 1104'te Azerbaycan'da Sefidrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün vilayetlerde Muhammet Tapar sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı.

Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle, Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum sürmedi. Çünkü Berkyaruk, hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmi altı yaşındayken vefat etti.

Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek, fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik Batınilere karşı mücadele etti. 1107'de, Batınilerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batıni öldürüldü.

Selçuklular arasındaki karışıklıklardan faydalanan Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batıni tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınilerle mücadele etmekle görevlendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi ama sonuç alınamadı. Sultan Muhammed Tapar 1118'de vefat etti.Sultan Muhammed Tapar, Isfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi.


Ileri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini ona bıraktı. Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların parlak devriydi.

Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitay'lılardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla Eylül 1141 yılında yaptığı Katvan Meydan Savaşını kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti.


Katvan Meydan Muharebesiyle, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi, Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilasına uğradı. Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen Gur hükümdarı Alaeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla, Sencer'e olan tabiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zaten, sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sahip olan Gurlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı muharebede Gur ordusunu yenerek, Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı.

Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan Oğuzlarla bazı emirler arasındaki ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım emirlerin ısrarı ile, göçebe oğuzların üzerine yürümek zorunda kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında, Oğuzlarla yapılan savaşı Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan Sencer esir düştü.


Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar. Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa sürükleyen Belh valisi Emir Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahiri bir iltifat görüyorsa da geceleri demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı vaatlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı.

Her ne kadar tabi beyler, Sencer'e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele Sultana gerekli imkanı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv'de önce yaptırdığı Darü'l-Apir'de defnedildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip, on dördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.

Devlet Teşkilatı, Kültür ve Medeniyet
Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle Islamiyetkabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün Islama aykırı olmayan müesseselerini sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilatı; Karahanlı, Samanlı, Gazneli ve Abbasi devletleri teşkilatlarından geniş faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır.

Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan unvanlı hükümdarlara genellikle Sultanülazam denilirdi. Türklerdeki Hakan veya Kağan, batıdaki imparator kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında Islami ad Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi.

Merkeze bağlı beylik ve atabeylikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara divanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine tuğra çekilip, tevkii (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti olarak, başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde
devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzuruna kabul edip, ülke meselelerini görüşür ahalinin halinden haberdar olurdu.

Saray Teşkilatı: Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve teşrifatçılık, önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları Islami hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla divanlar arasındaki irtibatı Hacibü'l-hacib denilen Hacib sağlar; örfi meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hacibler, sultanın güvendiği kişiler arasından seçilirdi.

Emir-i Candar: Saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde sultanın silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların amiriydi.

Emir-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet" denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle görevliydi. alemin maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı, bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.

Camedar: Sultanın elbiselerinin muhafızıydı. Emir-i meclis, sultanın ziyafetlerini hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emir-i Çeşnigir, yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi. Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini hazırlamakla, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle görevliydi.

Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol açardı. Ayrıca, Abdar, Emir-i Ahur, Üstadüddar, Vekil-i Has, Emir-i Şikar, Bazdar ve Nedimler de sarayda vazifeli kişiler arasındaydı.

Hükûmet: Büyük divan denilen "divan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri görüşülüp yürütülürdü. Selçuklularda büyük divandan mali, askeri, adli ve diğer işlerine bakan divanlar da vardı. Divan başkanı, sultanın mutla vekili olan Sahib, Sahib-i Divan ve Hace-Büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup, alamet olarak destar (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezirin dividi, Devatdar'da olup, aynı zamanda sır katipliği de yapardı.

Selçuklularda, Istifa divanı, mali işlerle ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfi denirdi. Tuğra divanı, ferman, berat, menşur, mektup yazışmalara tuğra çekerdi. Işraf divanı; Müşrif-i memalik de denilen müşrifin amirliğinde genel teftiş yapardı. Divan-ı arz'a, Arzü'l-ederdi. Emir-i ariz de denilen bu zatın başkanlığındaki teşkilat, milli savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen atabeyler, eyalet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askeri valiler, mülki idareden mesul olan amiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.

Adli Teşkilat: Adliye; şer'i ve örfi kaza olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'i davalara kadılar bakardı. Kadı'l-kudat denilen baş bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer'i davalar, tereke (miras), ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefi mezhebinde olduklarından, davalar ve meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek, düzeltme yapılır, hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi. Örfi mahkemelerin başında, Emir-i dad denilen adalet emiri bulunurdu. Bunlar, devlete, kanunlara ve emirlere karşı gelenlerin davalarına, siyasi suçlara bakarlardı. Bir nevi olağanüstü mahkemeler demek olan Divan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi. Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına bakardı. Dine aykırı görülen her harekete muhtesip, anında müdahale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük divana ve eyalet divanlara bağlı değildiler.

Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve tımarlı sipahilerden meydana eliyordu. sarayda özel olarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulaman-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.

Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askeri iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskan etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askeri ve idari bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. Ikta sistemiyle, ülke menfaatlerini ahenkleştirip, kudretli askeri ve idari teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlıları da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gaziyan ve çeşitli askeri sınıflar Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline Divanü'l-ceyş bakardı.

Sosyal Hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ Avrupası’ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları başta olmak üzere askeri ve mülki rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer'i hükümler karşısında eşitti. Köylü hür olup, toprağın has ve ikta oluşuna göre hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, yoluyla çocuklara geçerdi.

Iktisadi ve Ticari Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, Iran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu. Selçuklu ülkesinin her türlü zirai yetişmesine müsait iklim, coğrafi ve doğal zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı. Yabancı ülkelerle ticari anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük tarifeleriyle ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkiyanın denizlerde korsanların tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazineden tazmin edilerek garanti altına alınması ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkanının yanında ayrı bir teşvikti. Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve sanayi için şap madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kaşihanelerde zarif çiniler imal edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine Ahi, ahilerin reisine de Ahi Baba denirdi. Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan haraç, ziraat vergisi olan öşür, iltizam, ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1113 yılları arasındaki yetmiş beş senelik fiyat yükselmesinin oranının yüzde onu geçmemiştir.

İlim: Selçuklular, Islama tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridi, amelde Hanefi mezhebindendir. Ülkede kısmen de itikatta Eş'ari ve amelde Şafii ve diğer hak mezhep mensupları da vardı. Batıniler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla alimlar ve devlet mücadele halindeydi. Devlet, ilim ve alimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkanlarını seferber etmişti. Dini eğitim ve öğretimin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.

Selçuklu medreselerinde, dini ve fenni bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında alimler yetişip, hala değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım Abdülkerim Kuşeyri, Ebu Ishak Şirazi, Ebu Meali Cüveyni, Gazali, El-Hatibi, Abdullah-ı Ensari, Vahidi, Fahru'l-Islam Pezdevi, Serahsi, Yûsuf-i Hemedani, Şehristani, Imam-ı Begavi, Kadı Abdülkadir-i Geylani, Nizamülmülk dahil daha pek çok alim, Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir.

Selçuklular, Islami ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, Isfehan, Nişabur, Belh, Herat, Basra Amul'da benzerleri vardı. Buralarda akli ve nakli bütün ilimler öğretilirdi. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin alimler yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebi yönüyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyheki, Ebü'l-Muzaffer Isferayini, Vasıti, Ahmed Tûsi ve daha pek çok alim yetişip değerli eserler verdiyse de, on yüzyılda Islam ülkelerindeki Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkanı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.

Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, teşkilatıyla edebiyat çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve
orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Şirazi, Ömer Hayyam, Enveri, Lami-i Cürcani, Ebyurdi, Ezraki gibi edip ve şairler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gaza ve fetih ruhunu canlı tutan destani eserler yazdılar. Ilmi eserlerde olduğu gibi, edebi eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.

Mimarlık ve Sanat: Selçuklu mimari ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Batıniler, Moğollar ve asırların tahribatına kalabilenleri uzmanlarınca hala hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit, türbe, kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her biri şifa yurdu olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askeri eserler belli başlı Selçuklu mimari eserlerini oluşturur. Kitabe, hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimari eserlerinin bir başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, alim, devlet adamları ve hürmete layık kişiler adına yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.

Ilk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in, Rey'de Künbed-i Tuğrul, Isfehan, Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem çok süslü, kıymetli eşya ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta Imam-ı Azam Ebu Hanife'ye ve Necef'te Hazret-i Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşah tarafından yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt, alim ve muhterem zatlara saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, Isfehan, Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.

Isfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, miladi Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celali Takvimi, Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına nispetle hazırlandı. Isfehan ve Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında, iki bin kişinin namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin dinleyebileceği kadar büyük camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batıniler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşah'ın Isfehan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma), Batıniler tarafından kundaklandı. Yanan beş yüz yazma, paha biçilmez Kur'an-Kerim dışında cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini alamamıştır. Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankah, hamam, cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin imar ve inşaat işlerini Emir-i mimar yönetiminde bir heyet kontrol ve nezaret ederdi. Ayrıca, büyük abidevi eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, daimi bir mimarları bulunurdu.


(Alıntı : Türk Dil Tarih Kültür Birliği)