Kurtuluş Savaşının barut kokan ve gök gürlemesi gibi patlayan top seslerinin ortamında, şarapnel yemiş, Sahra Hastanesinde kolunun biri vatana bağışlanarak, gazilik evresine ulaşmış bir savaşçıydı. Hava değişimi için köyüne gönderilen kahraman savaşçının adı bundan böyle Gazi olarak belleklere yerleşir. Ne var ki zor günler Gazi nin yakasını bırakmaz. Zaten savaştan yeni çıkmış fakir ülke de bir uçtan diğer uca yoksullukları yaşamaktadır.Yıllar sonra Gazi gibi olanlar için Devlet özel kanun çıkarmış, bunları unutmadığını kanıtlayarak yüreklerine ferahlık vermiştir. Devlet bu gibilere aylık bağlamıştır. Gazi için aylık bağlanması bir can kurtaran olur.
Artık Gazi nin düşük omuzları dikleşmiş, göğsü yukarı kalkmış, kara gözlerine fer gelmiştir. Ne var ki köyde ona karşı kıskançlık ve hasetlik rüzgarları da esmeye başlar. Devlet aylıkla yetinmeyip birer madalyayla da onurlandırmayı ihmal etmez. Madalyayı yere göğe sığdıramayan Gazi der ki: Bu bir Kurtuluş Savaşı Madalyasıdır. Bunun eşi Gazi Mustafa Kemal in göğsündedir. Bunun tüm madalyaların en hası, şereflisi olduğu söylenir.
Cumhuriyet Bayramlarında göğsünde madalyası,sırtında byramlık siyah urbası ve başında bir numara büyük fötr şapkasıyla tek kollu Gazi, kortejde halkın alkışlarıyla yerini alır.
Gazi, milyonlarca Türk köylüsü için bir semboldür. Yokluk çekmiş, kaderine boyun eğmiş, her işini Tanrıya bırakmış bir kul... Umduklarına erişemeyeceğini bildiğinden , yeşermeyeceğini bildiği tarlalara umut tohumu ekmemiştir.
Güçlü ananeleri ve geleneklerinin yasal geçerliliği içinde, kendi yarattıkları dünyalarında gelmiş, geçmişlerdir.
Elde avuçta; cepte cüzdanda; yastık altında para pul yok...İnsanlar:
“İşten değil, dişten artar sözünü yaşamlarının yol göstericisi olarak kabul etmişler. Para biriktirme ve artırma fikrini, yeni doğan bebeklerin kulağına adını söyler gibi okuyup üfleyen bir toplumun bireyleri için elbet para her şeyden önde gelir.
Günlerden Çarşamba. Bu gün kasabanın pazarı. Bu yörenin adamı pazara pek düşkün. Gelenek böyle kurulmuş, düzen böyle işliyor.
Gazi Emmi de tek koluyla hiçbir pazarı kaçırmaz.. Alış veriş edeceğinden değil, alışkanlık. Pazar yerinde ileri geri, şuraya buraya ayakları götürür onu. Sıkılınca bir kahveden kalkar diğerine... Hangi masaya otursa çaylar söylemeden gelir. Bunun nedeni, tek kollu oluşu mu, madalyası mı yoksa kendisi mi ? Bunu o da bilmez.
Sırtında siyah urba, göğsünde madalya, başında kulaklarına kadar düşmüş fotürüyle o pazarda.
Bu gün o pazara alış verişe değil üç aylığını almaya geldi. Veznede elleri titreyerek aldığı üç aylığını, titreyen parmaklarıyla güçlükle yerleştirirken cüzdanına, yedi kat yerine soktu o cüzdanı. Kapıdan çıkarken savaştaki komutanı gibi başı dik hissetti kendini. Karşısında kasabayı kucaklayan Yazıcıoğlu Kalesi ile Kartalkayası kadar güçlü ve onurluydu o gün. Çarşı içine doğru yürüdü, Lezzet Lokantasının önüne geldiğinde gözlerini ayıramadı yemeklerden. Acıkmıştı. Gözü çorbaya takıldı. Her Pazar gözüm kalırdı şu çorbada. Kısmet olmadı bir türlü.Der kendi kendine. Canı çeker ama, alışkanlığı yok. Bize göre değil der,pahalı der. Amaa, ayakları onu uzaklaştırmaya çalışırken, birden karar değiştirir. Madalyanın ve yedi kat düğümlü çıkının içindeki üç aylıktan aldığı cesaretle kendini lokantada bulur.
Lokanta orta boyutta bir salon. Salonda masalar, masalarda insanlar...Yakasında madalya, başında fötr biraz bakınır: Hükümetteki memurlar, öğretmenler, kasabanın eşrafından birkaç kişi.Kapıya yakın boşalan masaya ilişir. Garsona : Çorba der. Çorba gelir, yanında yarım ekmekle.. Hem de ak ekmek. Sıcacık, üstü yağlı ve baharatlı. Bir kaşık alır, acı ama çok lezzetli. Öyle hora geçer ki... Tek koluyla içerken herkesin kendine baktığını sanır. Çorbanın adını sorar garsona. Ezogelin der garson. Hoşuna gittiğini başıyla anlatır. Sonra düşünür : İşte varlıklıyla, yoksulun, kırsalla kentselin farkı bu lokantada şu çorba kasesinde. Zenginlik iyi şeymiş, bir kez daha anladım.Der.