19 Kasım 2004 Cuma

Sinemaya derken

Neşeyle uyandım. Pencereye vardım ki aydınlık bir gün. Masmavi bir gökyüzü, uykusunu henüz açamamış sarımtrak bir güneş. Yıkanıp giyinirken bir program hazırlıyordu kafam benim için. Programcı içimden geçeni bilmişti: Ona gitmek.
-Alo ! Uyandırdım mı?
-Yok canım. Kalktım da evde geziniyordum, amaçsız.
-Pencereden baktın mı hava ne kadar güzel..
-Ne demek istiyorsun, yani?
-Anla işte. İstersen otur mutfakta annenle sarma sar.
-Hadi hadi alay etme. Saat 12 de oraya gel. Büfenin oraya.

Ora dediğim yer, her zaman buluştuğumuz yerdi. Deniz kıyısı. Arabanın içinde oturup denize, gemilere, teknelere bakardık. Gevrek, ya da peynirli kumru alıp çayla açlığımızı giderirdik. Çaycı Süleyman dan başka gözleri üstümüzde olan yoktu. Park ettikten az sonra uzaktan onun gelişini gördüm ; kot pantolon ve beyaz buluzuyla, uzun ve kumral saçları ve uzun adımlarla çevresine bakmadan. Karşıladım, sarıldık ve girdik arabaya.

Ben emekli maaşıyla pederin geçim sıkıntısı çektiğini, Bir evimizin bile olmadığını, annemin “evde nereye baksam, neye el atsam eskimiş ve yıpranmış diye dert yandığını anlatmak istedim. O ise evlerinin hep bir savaş alanına benzediğini, evdekilerin sürekli bir gerilim içinde olduğunu, kardeşlerinin okul sorunları, annesiin harcama yetersizliği, babasının sağlık sorunu olduğunu anlattı. Söz arabadan açılınca da:
-İyi ki borç dert şu külüstürü almışım. Şimdi olsa alamazdım. Ne olacak bizim halimiz böyle?
-Yarınlar daha iyi olur mu dersin?
-Karamsar olma. İki kişi değil miyiz, ikimiz de çalışmasına karşın beklenen yaşam düzeyine ulaşamayacaksak, bu yaşlı dünyanın ipini çekiver gitsin...
-Saat 16 matinesine gidelim mi? Büyük İskender oynuyor.
-Geç kalmayız, değil mi?

Arabayı çalıştırdım. Park yerinden geri manevrayla çıkarken, arabanın arkasından şangır, şıngır sesler duydum.

Hey Allah ! Acaba nereye vurdum derken o anda elinde çay tepsisiyle geçmekte olan Süleyman'a vurmuşum. Çaycı sesi çıkmadan yığıldı olduğu yere. Yanına vardık ki adam ayağa kalkamıyor. Onu öyle bırakıp gidemezdik; zorla arabaya aldık. Henüz bizi tanıyordu. Sorularımıza cevap verebiliyordu. Bana Abi derdi.

-Abi ne olduk? Ben neden düştüm? Bacağımla başım çok ağrıyor. Beni bırakmayın , diyebildi. O saatta büfenin orda başka kimse yoktu. Büfeye ise Süleyman bakıyordu. Yolda onun bilincini uyanık tutmak için ona durmadan sorular soruyordum. O, ah, vah çekiyor, sorularıma tam cevap veremiyordu Giderek sesi seleni kesilince beni bir korku aldı.Vardık Acil e. İlk müdahaleyi yaptılar : Beyin kanaması, şiddetli travma ve bacakta kırıklık.

-Ne olur, doktor? Sonunda? diye sordum.
-Bilinmez. Kapı her iki tarafa da açılır, kapanır bir kapı.” Dedi.

Ben büyük bir üzüntü ve vicdan azabı içinde eve döndüm. Sabah her an iki polisin kapıyı çalmasından korkuyordum. Gelen olmayınca gerginliğim azalıyordu. Ameliyatı yapan doktora telefon edip bilgi aldım. Dedi ki:
-Sabaha karşı ameliyatı ben yaptım. Beyin kanamasıydı Şimdi ölümün bekleme odasında.
-Ayılmasını bekliyoruz. Doktor bey ne demek o?
-Yani yoğun bakımda. Hayati tehlikeyi atlattığı daha söylenemez.

Süleyman ın sağlık durumu günden güne iyiye giderken bir yan etkinin belirdiği görüldü : Hafıza kaybı. Bu bulgu olay anında ortaya çıkmış, ancak konuşulamadığı için fark edilememişti. Beş gün geçmişti, ziyaretine gittim. Beni görünce hiç tepki vermedi ; çünkü tanımadı.
Süleyman ! Beni tanımadın mı? Ben senin Ali abinim diye seslendim. Yüzüme bir yabancı gibi bakıyordu.

Hani büfe, çay, gevrek, kumru... Başını sallıyordu hayır anlamında..
Beni niye getirdiler buraya? Niye ameliyat ettiler? Gibi karşı sorular soruyordu. Bir süre yüzüme baktıktan sonra:
-Hasan abi biliyor musun ben ameliyat geçirdim. Bana araba çarptı.
-Adımı bile doğru söyleyemediğini gördüğümde içim burkuldu, üzüntüden. Bir yandan da ödüm koptu sen çarptın diyecek diye.
-Nasıl bir arabaydı, Süleyman ?
-Kamyondu, Hasan abi, altında kaldım.
-Seni hastaneye kim getirdi?
-Bilmem. Her halde kendim geldim.

Doktorla bir kez daha konuştum. Hafıza kaybını sordum :
-Ender olarak görünen bir olaydır. Bunlar genellikle düzelir zaman içinde. Dedi.

Aradan zaman geçmişti. Bir gün gene aynı yerde, Büfenin oradaydık. Süleyman'ı aradı gözlerimiz. Elinde askıyla çay sevisi yapan başka birisiydi. Süleyman'ı sorduk. Acaba iyileşmiş, belleği normale dönmüş de iş yerini mi değiştirmişti. Yoksa hastayken bir gün evini bulamamış, kaybolmuş, bir daha ne görülmüş, ne haber alınmıştı. Gerçeği o biliyordu ama, cevap vermek istemiyordu. Eliyle geç bir kalem der gibi bir işaret çekmekle yetinmişti. Ne demek istemişti ? Keşke sormaz olsaydık.

Ve Büyük İskender oynuyordu o sinemada.


19/Eylül/2004
URLA