Böyledir bu dünya...Yaşayanlar mutluluk dağıtan kuşun arkasından koşarlar. Yakalamaya uğraşırlar. Arada bir de yakaladıkları olur. Çoğunlukla yorgun düşerler mutluluk yolunda Bu sözleri söyleyen Pir-i Fani bu gece de konuk oldu rüyamda. Sözü vardı bana, ecdadımı anlatacaktı. Bir heves, bir merakla başladık sohbete:
Süleyman ve İsmihan; dan olma Ahmet doğrusu bir başkaydı diye söze başlayan Pir-i Fani ekledi: O dışa dönük, hoşsohbet, güler yüzlü ve iri
kıyım bir dostumdu. Dostumdu diyorum; çünkü beni en iyi o anlıyordu. Dallarımda asılı duran bir kutuda kahve ve kahve gereçleri bulunurdu. İşe ara verdiğinde gölgemde oturur, kendine bir kahve yapardı. Pek severdi kahveyi. Ben ise merak ederdim. Ben ise merak ederdim: Kap kara kahvenin nesini severler diye.
Bir gün o yokken açtım kutuyu, ben de bir kahve yaptım. Bir fincanı zorla içtim.Hiç mi hiç sevmedim.
Bir yaz sabahıydı. Güneş yeni doğmuştu. Sabahın doyum olmaz serinliği çiftçileri iş başı yapmaya çağırıyordu. İşte böyle bir sabah saatında Ahmet atarabasıyla çıka gelmez mi tarlaya. Gözlerime inanamadım. Şaşırmıştım. Çünkü, ben atı çok az, o da binek hayvanı olarak tanımıştım.
Ahmet çekti arabayı tarlanın başına. Araba da arabaydı haaa. Üstüne resimler çizilmiş, renk renk boyanmış. Ya o tekerlek kampanalarının sesi... O sesler daha şimdiden kağnıların kemane seslerini bastırmıştı.
Yüz yıllardır tarlalarda yok edilemeyen ayrık otunu pulluk denen araç çatır çatır köklerinden kopartırken Ahmet Ağa pullukta koşulu atların arkasından yetişemiyordu.
Atlar ona çok para kazandırdı . Gözü paraya doydu Ağanın ve o kentin zenginleri arasında yerini aldı. Sonra da orta boy bir davar sürüsü sahibi oldu.Ve artık o, gerçek bir Ağa idi .Ağalar gibi giyinirdi. Çizmeleri vardı, gümüş köstekli saatı da. Bir yere gideceğinde, uşak arabayı kapıya çeker, arabaya yün minder atılır, Ağa üstüne kurulur. Dizginler sürücünün elinde sigara Ağanın dudaklarında, yağız atlar kasabanın yolunda, içinden içinden bir türkü mırıldanırdı, keyfinden.
Oçocukları arasında en fazla Coşkuna güvenirdi. O son kuşaktan diyerek ekledi ve başladı Coşkunu anlatmaya.:
Coşkunun gününde çok yenilikler oldu.Köylüler yeniliklerle yüz yüze geldilerse de çekingenliklerini yenemediler. Her yeniliğe kuşkuyla baktılar. Bekleyip, sonucunu görmeyi yeğlediler. Ama onların içinden bir Coşkun çıktı ki: O yenilikci ve atılgandı. Zaten ülkenizin ekonomisi de canlanmaya
2
başlamıştı Sizinkilerin Demirkırat dedikleri bır siyaset ortamı doğmuştu. Partiler kuruluyor, insan emeğini aza indirgeyen bir tarım tarzı ufukta görünüyordu.Kentlerde dernekler kuruluyor, köylülerin kısaca Motor dedikleri; kokulu, acı bir çeşit suyla kendi kendine çalışan, yürüyen,arkasına takılan 4 kulaklı pulluğu ya da arabayı çeken , adam boyu tekerlekleri olan bir makinayla karşılaştık. Motor denen bu makinalar banka kredisiyle alınabiliyordu.. Yani peşin parayla değil.
Ağanın oğlu Coşkun durur mu? O da aldı bir motor.
Bir sabah erken Coşkun çıka geldi tarlaya. Ne gelişti o geliş...Babasının at arabasının pabucunu çoktan dama atmıştı. Bir saltanatla geldi yanımıza.Tabi
Coşkun mest,bense şaşkın.Ürktüm, sevemedim o canlı makinayı.Bir gün omakina insanlara hükmedecek gibi geldi bana. Onu bir üretim aracı değil de bir silah gibi görmüştüm, o gün.
Coşkun ogün uğramadı yanıma. Makinadan inmediki... Dostluğuma gereksinimi kalmamıştı artık. Yorulmadı ki ,gölgemde dinlensin. O dört kulaklıyla yanaştı tarlanın bir başından, akşam olmadan çıktı öteki başından. Atalarının at , öküz ile, karasapanla, tek kulaklı pullukla on, onbeş gün çift sürdükleri o tarlada o ,ayağını toprağa basmadan işi bitiriverdi. Ne yanıma geldi ne de hoşçakal dedi.Bastı gaza toz duman içinde, kulakları sağır eden gürültüsüyle çekti gitti.
Temmuz sıcaklık ayarını yükselterek gelmişti. Tarlalarda ekinler sararmış ve olgunlaşmıştı. Eskilerin iki ay sürdükleri, çoluk çocuk tarlalara döküldükleri hasat zamanıydı. Bizim Coşkun bu kez başka bir makineyle geldi. Makinanın gürültüsünden konuşmamızı anlayamıyorduk Onun bu heyula ile tarlaya girişiyle çıkışı bir oldu. Yarım günde makine biçti, öğüttü, sapı, taneyi ayırdı ve çekildi bir kenara. Coşkun yere atladı,ellerini havaya kaldırarak “işte bu iş bu kadar deyip, harmana başlamadan harmandan kalktığını anlatmak istedi.
Bir an geçmiş gözlerimin önünde canlandı ve geçmiştekilere seslenmekten kendimi alamadım: Ey kara sapan, kara kağnı, bir çift öküzlük iş gücü, orak, tırpan ve kara çarık. Hepinize selam ola!Coşkun sizlerin aylarca uğraştığınız, yorulup bittiğiniz, terleyip, aç, susuz kaldığınız işleri makinalara yaptırıyor . Yorulmadan ve de bir günde. erken gelip, erken gitmişiz demeyin sakın. Aslında değişen bir şey yok.Bakmayın siz araçlara.Lütfullahı ve karısını tereyağlı tarhana çorbası ve dananın baş gönünden yapılan çarık mutlu etmeye yetiyordu.Onlar azıcık aşım kaygısız başım derlerdi.
Coşkuna fazla imrenmeyin . Bakalım o mutlu mu? Karnı tok
ama,Midesi yediklerini eritmiyor.Makinelerin Sizlerin borcunu nasıl ödeyeceğim diye uykuları kaçıyor. Sizlerin hiç uykularınız kaçmış mıydı?Siz bilmezsiniz Coşkunun bankalara olan borcunu. Ya ödeyemezse... O zamanmakinalar geri alınacak. Arkasından da torununuz ya hastaneye ya hapishaneye...Hayat denen tatlı rüya makine demek değildir. Onun için sizler yerinmeyin. Sizler zamanında gelip zamanında gittiniz
Ey Pir-i Fani! Hani sen okur yazar değildin.Bir bilge gibi konuştun. Bu nasıl oluyor?
Benim çok güçlü içgüdüm var. O beni korur ve yaşatır. Hiç aldatmaz Benim bir de ilham yeteneğim var. Beni bu yeteneğim konuşturur. Bunlarla ben olacakları önceden sezerim.
İstersen konuya dönelim. Motor çıkınca insanların bana gereksinimi kalmadı. Geleceği görüyorum. Korkma diyorsun. Nasıl korkmayayım? Geçen gün motor dediğiniz o canavar ile geldiler. Komşu tarlada benden daha yaşlı bir arkadaşım vardı.Geldiler ve zinciri yaktılar boynuna ve bağladılar motora. Bastılar gaza basylar gaza. Alıç takmıştı pençesini bozkırın bağrına bir kez. Dayandı, bozkırdan aldığı güçle. O dayandı, onlar bastı. Sonunda dostumun her bir parçası koparken çatır çatır bozkıra Elveda dedi.Sürüdüler onu köpek ölüsü gibi, bırakıverdiler tarlanın anına.
Ertesi gün gene geldiler. Gene boğum boğum zıncır ellerinde. Bu kez bir başkasının boynuna. Belli ki maksatları alıç ağaçları kıyımı.Yazı yüzünde tüm alıç ağaçları yas tutarken, aldırmadı cellatlar.Bastılar gaza. Ağaç çatırdadı, eğildi ama, alamadılar. Motorun tekeri patinaj yaptı. Bir daha denediler, zincir koptu. Alamadılar onu. Tüm alıç ağaçları derinden bir ohhh! Çektiler. Çünkü geleneklere göre idam sehpasında ip koparsa mahkum bağışlanırdı. Bağışlanacak sanmıştı herkes. Nerdeee... Cellat baltayı alınca yanaştı ağaca.Avuçlarına tükürdü, dişlerini sıktı, başladı var gücüyle vurmaya.Bir mucize bekliyordum. Tüm alıçlar birlik olup, yürüyecekler baltanın üstüne sandım. Cellat son vuruşunu indirdiğinde balta kazanmıştı ama, hiç alkışlayan olmamıştı.
Baltanın kıydığı ağaç can havliyle tıkılınca cellat altında kaldı ve can verdi.
Meğer alıç ağaçları tarlalarda çalışan motora engel oluyormuş. Öyleyse bu gidişle sıra bana da gelecek. Zaten Coşkunun yüzüme bakmayışından kuşku duyuyordum. Zaten motor dedikleri bu canavarı hiç sevmemiştim. “Ölümüm onun yüzünden olur derdim.
Coşkunun tarlaya her gelişinde, arabasında zincir var mı diye bakardım.
22 Mart 2004 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)