Bir gece geldiler; at arabasıyla, Halil'in evde olmadığı bir gece Hanifey'i götürdüler, üç yaşındaki çocuğuyla .Kaçtı mı, kaçırıldı mı anlaşılmadı. Gören olmadı ki...
Kuşkular, Salim Ağa yönünü gösteriyordu. Onun çobanına diye. Çobanın gözü vardı, Hanife de derler. Bir zamanlar adını bile çıkarmışlar, çobanla evlenecek diye. Olay duyulunca köyde curcuna kopar. Ağlaşanlar, bağrışanlar ,çağrışanlar...Yorumlar, tahminler, yakıştırmalar...
Üç, beş kadın eve girdiler. Kapılar açık, yatak yorgan açık. Hanifenin giysileri yok, bohçası yok yerinde.
Öte yanda Halil tutturmuş Ağasına beni evlendir diye. Ağa sorar çobana:
-Gönlünden geçirdiğin biri var mı
-Var, var olmasına da, evli
-Halil! Evli kadın alınır mı
-Ağam onun da bende gönlü var. Kocasına isteyerek gitmedi. Onu sevmiyor. Konuşturma beni -Ağam. Zaten kocası onun dengi değil. Allah ın Garibi, ne olacak
Ağa Halili kıramaz. Ondan çok memnun. Fakat aralarına girmeyi de Ağalık onuruyla bağdaştıramaz..Der ki Halile:
-Beni bu işe bulaştırmayın. Ben duymamış olayım. Siz bildiğiniz gibi yapın
Ağanın bu sözleri bir icazet idi. İstenen izin verilmişti.
Garip Mehmet'i köyde kısaca Garip diye çağırırlar. Neden Garip dediğine gelince: Zavallının kendi halinde, şaşırtıcı, anlaşılmaz, yadırganan bir kişiliği olduğundan herhalde. Biraz da unutkan..
Bir yaz günü Mehmet ile annesi Oturdukları ağacın altında terlerini kuruturken, anne konuyu açar:
-Bak oğlum, ben de anayım. Seni büyüttüm. Bu günlere getirdim. Askerliğini de yaptın. Baban üç, beş mal da verecek. Evlendirelim seni diyorum. Dünya gözüyle, sevinçli günlerinizi görerek mutlu olmak bizim de hakkımız
-Ana yaşım erdi. Ben de isterim doğrusu. Bulun ,helal süt emmiş birisini. Var mı gönlünüze göre birisi
-İşte yanıbaşımızda halanın kızı, ilerde dayının kızı var. İkisi de hanım kızlar. İlerde babana , bana bakarlar. Ne de olsa kanımızda kanı var
-Ana sen kime gelin alıyon Bana mı, yoksa kendinize baktırmak için mi
Ana bozulur. Susar. Bir süre konuşmazlar bu konuyu.
Önce dayıya, sonra halaya dünür giderler.Ne var ki, iki yerden de olumlu cevap alamazlar İkisi de bizim kızımız daha küçük diye dünürcüleri kırmadan ret ederler.
Anne, baba ve Mehmet ret edilmeyi biraz da onur meselesi yaparlar Köyde saygınlıklarının olmadığı biçiminde algılarlar. Konuyu hazmetmek ve soğutmak için aylarca bir daha gündeme getirmezler. İçten içe kırgındırlar.
Bir gün Mehmet, Hanifeyi çeşme başında inek sularken görür İkisi de elektriklenir. Mehmet der ki:
-Hanife! Bu ineği sen zapt edemezsin, seni sürükler İstersen ben sulayıp, evinize götüreyim
Kız cevap vermeden Mehmet ineği çekip alır. Giderken iki genç de heyecanlıdır. Mehmet kapıdan döner. Döner dönmez annesine varır ve Hanife ye dünür gitmesini ister. Anne karşı çıkar:
-Oğlum ! o kız sana yaramaz. Kırdığı cevizin sayısı belirsiz. Hoppa, saygısız, şımarık, büyük küçük bilmez. Ama, neme lazım yukarda Allah var. Doğruyu söylemeliyim: Cesur, işcimen, tuttuğunu koparan, tutumlu. Evinin has avradı olur. Ne demişler: Avrat var arpa unundan aş yapar, avrat var buğday unundan keş yapar Anası da avrat. Allah zenginlik vermemiş. Mehmet dikleşince anne der ki:
-Oğlum, dedim ya, fakirler. Hem sen benim kadar tanımazsın . O kız sana koca demez
-Zengini de gördük. Vermediler, işte
Zamanla tüm aile bireylerinin kafası Hanifeye yatar ve dünür giderler. Bir isteyişte alırlar. Herkes mutlu ve şen. Yüzlerde güller açarken, söz kahvesi içilir, lokum şeker tutulur. Hanife uzun boyuna göre uzun kırmızı giysisiyle ve başında oyalı yazmasıyla çıkar , utangaç ve heyecanlı haliyle ellerini öper.
Üç ay sonra Hanife, Mehmetlere gelin gelir.
Köylüler bir araya gelerek, imece yöntemiyle Mehmet'lere bir ev yaparlar. Çamur harçlı taş duvarlar, toprak dam. Avluda ahır, samanlık, koyunluk ve kümes. Ev, iki oda bir mutfak. Küçücük, kutu gibi. Dam topraklanırken anne un helvası ikram eder. Adettir, gelenek böyledir.
Mehmet helva ziyafetine Muhtarı davet etmeyi unutur; dalgındır ya...Muhtar, bana önem vermediler diye Mehmetin evine zorluk çıkarır, oturma izni vermez. Hanife devreye girer. Muhtarı yumuşatır. Muhtar evet der ama Geline, günü gelince karşılığını isteyeceğim der. Hnife onun ne demek istediğini anlamazlıktan gelir.Gün ola, harman ola der, içinden.
Toprak çatı altında mutlu yıllar çabuk geçer. Muhtar alacağını unutur. Mehmet davarlarının sayısını unutur. Bayram gününü unutarak, tarlaya gider. Çocuğunu nüfusa kaydettirmeyi unutur. Çobana aylık verip, vermediğini unutur. Askerlik yaptığı birliğin adını numarasını unutur. Kente alış verişe gittiğinde unutmasın diye Hanife alınacakları ona ezberletir, gene de o noksan getirir.
Ne yapsın? Adamın yaratılışı böyle. Genç yaşta bunamış gibi. Oysa çıkarına olduğu yerde Hanife den daha akıllıdır.
Ne yapsın? Adam dalgın, unutkan ve garip.
Akşamları onların yeni evin sekisinde toplanırlar. Burası kahveye gitmekten daha iyi.. Gençler neşeli, gülerler, şakalaşırlar, türkü söylerler. Gaıp pek karışmaz onlara ama, Hanife öyle değil, hem eylenir, hem eylendirir . Kahkahaları hepsinin rüzgarını keser. Çaylar içilirken bazı anılar da anlatılır.
Konu Mehmet'in dalgınlığından açılmıştı. Hanife:
-Ben size daha ilgincini anlatayım da gülün der
O sabah Mehmet erken kalkar. Daha Çürükçal ın tepesinde koyu sis varken... Güz soğuğu insanın içini titretiyor. Tohum ekmeye tarlaya gidecek.. Ben ahırdan kulaksızı ( Bir kusuru yüzünden kulağı kesildiği için bu ad verilmiş. ) çıkardım. Üstüne kepeneği ( eğer yerine) attım. Heybesine iki şinik tohumluk buğday , su ve yiyeceğini de koydum. Soğuk olduğundan ben içeriye sıcak yatağıma koştum.. O çarıklarını giyerken eşek tarlanın yolunu tutmuş. İçerden onun çüşşş! Diye bağırdığını duydum.. Koşup yetişti ve kesik kulaklara:
-Ne beklemiyorsun eşşek oğlu eşşşek
diyerek elindeki sopayla vurduktan sonra atladı üstüne. Uzun bacaklarını sallaya sallaya, kim bilir kendince neler düşünerek varır tarlaın başına. Eşektekileri indirip alıç ağacının dibine koyar. Üvenderesini arar bulamayınca düşünür:
-gelirken elimde var mıydı, yoksa köyde mi kaldı
diye.. Bana kızar:
-Adamın eline vermez ki
diye.
Hanife tadını çıkara çıkara anlatırken Mehmet'e döner ve sorar:
-Yalan mı?
Mehmet sözünü keser:
-Dur, gerisini ben anlatayım
Sonra sabanın yanına vardım ki:
-Kaynar sular dökülür gibi oldu başımdan. Dizlerimin bağı çözüldü. Yumruğumu kafama vurdum. Yumruk yetmez, kapının önündeki dibek taşına (Bulgur dövülen oyuk taş) vuracaksın bu ahmak kafayı. Şu hayvan bile benden akıllı. Hani öküzler?!.. Hadi koşul bakalım sabana da aklın başına gelsin, dedim. Sonra garıma gızdım. Sanki yatağı kapacaklar. Önce öküzleri çıkart ahırdan. Eşeği yükle. Ver üvenderemi elime, sonra gir içeriye yat akşama kadar. Haklı değil miyim arkadaşlar
-Haklısın Garip haklısın. Döveceksin garıyı”
diye alaya alırlar. Hanife biraz da üzülür. Ne de olsa alay edilen kocasıdır.
Ne olacak şimdi. Köye yol göründü. Ne demişler:
-akılsız başın cezasını ayaklar çeker. O öfkeyle garım çıksaydı garşıma valla parçalardım
Bravo Garip, yapardın alimallah ( Alim Allah yani Allah bilir). Hatta anasının evine gönderirdin
Kestirmeden köye yöneldim. Öküzler ahırda. Sabah oldu. Acıktılar. Çağrışmaya başladılar.
Sözü Hanife alır:
-Öküzlerin sesini duyunca Mehmet'i geri geldi sandım. Sonra hayvanların ahırda olduklarını anlayınca fırladım, hayvanların bakışından utandım. Hemen çözdüm iplerini, boşandırdım, kattım önüme koşarcasına vardım tarlaya.. Vardım ki, kimsecikler yok.. Dedim !bu köye döndü.. Bekledim gelecek diye. Ve geldi. Birbirimizi suçlamaya başladık. O, birden durakladı. Hiç bir şey anlayamadım Gözleri alıç ağacının altına kaymıştı. Vardık ki: ne heybe, ne kepenek, ne tohum hatta azığımızın yerinde yeller eser.
Çaresizlik içinde, adamım kulaksızın üstünde ben yerde öküzler önümüzde taşlık ve toprak yollarda giderken ben heybeye ve kepeneğe yanarken, adamım bir günlük emeğine ve iki şinik buğdayına üzülüyordu. Ve beni tenbih ediyordu:
-Sakın kimse duymasın diye..
Hikayesini bitiren Hanife soruyordu:
-Beğendiniz mi?
Mehmet'in üstüne bir gariplik çökmüştü. O da bu halinden memnun değidi. Oturanlardan bir ses geldi:
-Hanife sen çayları tazele bacım
Acımasız yıllar giderek Garip'i gözden düşürür. Hanife, Mehmet'i saymaz ve beğenmez olur. Onun ateşli gözleri avcılık oyunu oynar. Bunu fark eden gençler, sözde Mehmet'in arkadaşları oldukları için her akşam çay bahanesiyle Hanife'nin sekideler. Başka evlerde seki ve çay yok mu? Çoban Halil bile sürüyü çonaya ( Çoban yardımcısı) bırakıp çaya gelir. Anası söylemişti:
-Bu sana garı olmaz
diye. Kadınların hissi kuvvetli olur.
Halil göz ucuyla Garip'i takip eder. O tarlada yatıda kaldığı geceler Halil Hanifenin evde. Çonanın deyişine göre Onu Garip'ten boşatıp, kendisi alacakmış. Zaten çocuk da Halil'den olmaymış. Halil kaçırma planları yapıyormuş.
Anası söylemişti oğluna: Bu sana koca demez Diye
03 / 10 / 02
Sivrihisar
İbrahim Karaca
3 Ekim 2002 Perşembe
15 Haziran 2002 Cumartesi
Bir Söyleşi
Bir sabah erken , daha sürü ağıldayken, elimde dürüm, önümde sığırlar yazıya otlatmaya gidiyordum ; eşeğin üstünde köpekleri düşünerek.
Köpekler azgın, kudurgan, kimseyi geçirmezler yollardan. Yaklaşınca birisi havladı. Ötekiler de ona uydu.Hepsi ayakta beni çevirecekler belli. Kalbim atmaya başlamıştı ki, çoban hoooşt! Dedi. Pıstılar kedi gibi.
Sığırlar dağıldı yazıda. Otluyorlar, kaygısız, düşüncesiz, hayvan gibi.
Alıç ağaçlarına uğradım teker teker. Güya kiminde bir bardak çay , kiminde sabah kahvesi içtim.
Sonra benim ağaca vardım. Oturdum gölgesinde. Bir yanımda serçe sürüsü, öbüründe sığırcık. Kuşlar, sapların, anızların arasında yerlere dökülmüş taneleri topluyorlar. Bir karınca bir arpa tanesini götürmeye çalışıyor. Ama nereye?
Bir çift saksağan kısa kısa öterek ağaçları dolaşıyor. İyi tanırım bu akıllı kuşları: Hırsızdırlar. Evlerden yiyecek çalarlar. Beni uzaktan gözetliyorlar. Umutları kesilince, dolandırılacak başka yerlere...
Alıcın altında uyuyup kalmışım. Rüyamda bir Pir-i Fani çıktı karşıma. Uzun boylu, iri yapılı, gözleri parlak; sırtında abası, elinde asası, saçları sakalları uzamış, siyah ve bukle bukle, güler yüzlü ve sevimli bir ihtiyar. Bana atalarımızın yaşam öyküsünü anlatmayı önerdi .Ben ise bu öyküyü zaten merak ediyordum.
Oturdu yanıma. Uzaklardan ilham alırcasına bakarak başladı:
Onlar benim gölgemde oturdular,yediler, içtiler dinlendiler.Bu tarlada çift sürdüler, tohum ektiler, orakla ekin yoldular; tepelerinde güneş, yerde ondan daha kızgın toprak. O anlatırken ben de onu inceliyordum. Ellerine ayaklarına, yüzüne ve saçlarına baktıkça onun yaşını öğrenme merakım uyandı.
Sen kaç yaşındasın diye sormaktan kendimi alamadım. İhtiyar sakalını sıvazladı, düşündü, asasıyla toprağı karıştırdı:
- Ne bileyim ben! Ben okur yazar değilim ki. Hem ben hesap kitap da bilmem
- Bence 150 yaşındasın
- 150 ne kadar eder
- Sen çoban Osman'ı tanır mısın
- Deli Osmanı mı? Tanımaz olurmuyum Onun koyunları var ya. İşte o kadar yaşındasın
- Yaş dediğin ne kadar bir süreç
diye sorunca, önce yaş kavramını anlatma gereğini duydum.
-Siz alıç ağaçları ilkbaharda çiçek açarsınız ya
-Hee.Açarız karlar kalkınca
-Sonra koyu sıcaklar,ondan sonra da tekrar karlar .O karlar da kalkınca tekrar çiçek açarsınız.İki çiçek dönemi arasında geçen zamana biz bir yıl deriz. Kolaymış değil mi?
- Şimdi söyle bakalım sen kaç kez çiçek açtın ömrün de
- Dedim ya ben sayı saymayı da bilmem
Ona sayı saymayı da öğrettim. Öğrendikçe sevinci yüzüne vurdu, gözleri parladı canlandı.İhtiyarın sandığından daha hızlı öğrendiğini, öğrendikçe ufgunun derinleştiğini görmüş olmam beni endişelendirdi.
Kolaymış. Şimdi anladım 150 yaşın ne ettiğini. Öyleyse deli osmanın koyunlarının iki üç katı yaşta çok alıç ağacı var. Saymayı yaşı bende onlara anlatayım
Korktum ve geri adım attım. Vaz geçtim onu eğitmekten. Oğretmekten. Bakarsınız bir gün tüm alıç ağaçları okumayı, yazmayı öğrenmeye kalkarlar. Ardından okul, öğretmen, kağıt, kalem, kitap, gazete istekleri gelir. Bakarsınız okuya okuya aşkı, sevdayı da öğrenirler. Ya da anarşist, terörist olurlar. Bakarsınız hak hukuk öğrenirler. Özgürlük diye yollara dökülürler. Belki parti bile kurarlar.
- Pir-im ! Hani benim ecdadımı anlatacaktın
- Haklısın bu tarladan geçimini sağlayan tam dört kuşağı çok iyi tanırım diye başladı:
Atalarınız şu gördüğünüz tarlayı sürdüler, ektiler, ekinini biçtiler. Benimle hepsi dost, hepsi yaran oldular. Gölgemde serinlediler. Aşlarını ekmeklerini yediler, cigaralarını içtiler. Onlara Yavşan Köyü yaranı adını vermiştim. Bak!
Adlarını veriyorum: Lütfullah, Süleyman, Ahmet ve Coşkun. Tam dört kuşak.
Baştan başlayalım: Lütfullah. Yani Allahın Lütfü adlı kulu. Bir çift öküz ve bir kara sapan ile gelirdi bu tarlanın başına. Öüzleri okşayarak, gönüllerini alarak koşardı boyunduruğa. Bir eli sapanda, ötekinde üvendere, Yaa Bismillah!çekip hayvanlara dokununca, gün boyu kavurucu güneşin altında tarlayı sürerdi. Öküzler yorulur, kendisi yorulurdu. Güneş tepeye gelince dinlenme verirdi; bir saat. O benim gölgemde sigarasını içerken hayvanlar da dinlenirdi. Lütfü tarlayı sürerken toprak mis gibi kokardı burnuma. Dinlendikten sonra öküzlerine: Haydi evlatlarım! Bi solukluk yerimiz kaldı. Biliyorum hem yoruldunuz, hem acıktınız diyerek gönüllerini alırdı.
Güneş batmasına üç adam boyu kaldığında paydos edilirdi. Lütfü, merkebin üstünde yorgun, öküzler ondan yorgun, köye doğru yola düşerlerdi..
Lütfü yü yakından izlerdim.
O, Allahın gamsızı uzun yaşadı. Hayata küsmedi. Gönül koymadı. Hep iyimser oldu. Tanrı da onun dualarını boşa çıkarmadı. Bir gün burda benim gölgemde oğlu Süleyman ile konuşmalarına tanık olmuştum: Siz gençler! Diyordu. Anlayacaksınız bir gün: Bu devran, böyle gelmiş, böyle giderDeğiştirebilir misin? İki öküzünü dört edebilir misin diye öğüt veriyordu.
Bir gün Lütfü kapının önünde çarığını çıkartırken, kulak verdim, kızgındı. Gözü bir yırtığa takılmıştı. Sözde bu çarığı dananın baş gönünden yapmıştım; fazla dayansın diye. Anasına sattığım bu bile eskimiş. Bu yollara çarık mı dayanır İçerden karısı seslenir: Bana mı diyon Herif
Yok, yok çarığa diyom. Eskimiş de Diye karısını yanıtlıyordu.
Tarhana çorbasının üstüne dökülen tereyağının mis gibi kokusu geldi burnuna. Sıcak bazlama ekmeği yanında. Ağzı sulandı, yüzü güldü mutluluktan.
Onun yaşı Deli Osmanın sürüsü kadar yoktu, ama hoş adamdı.
15/ Haz. / 02
Sivrihisar Yavşan Yaylası
İbrahim Karaca
Köpekler azgın, kudurgan, kimseyi geçirmezler yollardan. Yaklaşınca birisi havladı. Ötekiler de ona uydu.Hepsi ayakta beni çevirecekler belli. Kalbim atmaya başlamıştı ki, çoban hoooşt! Dedi. Pıstılar kedi gibi.
Sığırlar dağıldı yazıda. Otluyorlar, kaygısız, düşüncesiz, hayvan gibi.
Alıç ağaçlarına uğradım teker teker. Güya kiminde bir bardak çay , kiminde sabah kahvesi içtim.
Sonra benim ağaca vardım. Oturdum gölgesinde. Bir yanımda serçe sürüsü, öbüründe sığırcık. Kuşlar, sapların, anızların arasında yerlere dökülmüş taneleri topluyorlar. Bir karınca bir arpa tanesini götürmeye çalışıyor. Ama nereye?
Bir çift saksağan kısa kısa öterek ağaçları dolaşıyor. İyi tanırım bu akıllı kuşları: Hırsızdırlar. Evlerden yiyecek çalarlar. Beni uzaktan gözetliyorlar. Umutları kesilince, dolandırılacak başka yerlere...
Alıcın altında uyuyup kalmışım. Rüyamda bir Pir-i Fani çıktı karşıma. Uzun boylu, iri yapılı, gözleri parlak; sırtında abası, elinde asası, saçları sakalları uzamış, siyah ve bukle bukle, güler yüzlü ve sevimli bir ihtiyar. Bana atalarımızın yaşam öyküsünü anlatmayı önerdi .Ben ise bu öyküyü zaten merak ediyordum.
Oturdu yanıma. Uzaklardan ilham alırcasına bakarak başladı:
Onlar benim gölgemde oturdular,yediler, içtiler dinlendiler.Bu tarlada çift sürdüler, tohum ektiler, orakla ekin yoldular; tepelerinde güneş, yerde ondan daha kızgın toprak. O anlatırken ben de onu inceliyordum. Ellerine ayaklarına, yüzüne ve saçlarına baktıkça onun yaşını öğrenme merakım uyandı.
Sen kaç yaşındasın diye sormaktan kendimi alamadım. İhtiyar sakalını sıvazladı, düşündü, asasıyla toprağı karıştırdı:
- Ne bileyim ben! Ben okur yazar değilim ki. Hem ben hesap kitap da bilmem
- Bence 150 yaşındasın
- 150 ne kadar eder
- Sen çoban Osman'ı tanır mısın
- Deli Osmanı mı? Tanımaz olurmuyum Onun koyunları var ya. İşte o kadar yaşındasın
- Yaş dediğin ne kadar bir süreç
diye sorunca, önce yaş kavramını anlatma gereğini duydum.
-Siz alıç ağaçları ilkbaharda çiçek açarsınız ya
-Hee.Açarız karlar kalkınca
-Sonra koyu sıcaklar,ondan sonra da tekrar karlar .O karlar da kalkınca tekrar çiçek açarsınız.İki çiçek dönemi arasında geçen zamana biz bir yıl deriz. Kolaymış değil mi?
- Şimdi söyle bakalım sen kaç kez çiçek açtın ömrün de
- Dedim ya ben sayı saymayı da bilmem
Ona sayı saymayı da öğrettim. Öğrendikçe sevinci yüzüne vurdu, gözleri parladı canlandı.İhtiyarın sandığından daha hızlı öğrendiğini, öğrendikçe ufgunun derinleştiğini görmüş olmam beni endişelendirdi.
Kolaymış. Şimdi anladım 150 yaşın ne ettiğini. Öyleyse deli osmanın koyunlarının iki üç katı yaşta çok alıç ağacı var. Saymayı yaşı bende onlara anlatayım
Korktum ve geri adım attım. Vaz geçtim onu eğitmekten. Oğretmekten. Bakarsınız bir gün tüm alıç ağaçları okumayı, yazmayı öğrenmeye kalkarlar. Ardından okul, öğretmen, kağıt, kalem, kitap, gazete istekleri gelir. Bakarsınız okuya okuya aşkı, sevdayı da öğrenirler. Ya da anarşist, terörist olurlar. Bakarsınız hak hukuk öğrenirler. Özgürlük diye yollara dökülürler. Belki parti bile kurarlar.
- Pir-im ! Hani benim ecdadımı anlatacaktın
- Haklısın bu tarladan geçimini sağlayan tam dört kuşağı çok iyi tanırım diye başladı:
Atalarınız şu gördüğünüz tarlayı sürdüler, ektiler, ekinini biçtiler. Benimle hepsi dost, hepsi yaran oldular. Gölgemde serinlediler. Aşlarını ekmeklerini yediler, cigaralarını içtiler. Onlara Yavşan Köyü yaranı adını vermiştim. Bak!
Adlarını veriyorum: Lütfullah, Süleyman, Ahmet ve Coşkun. Tam dört kuşak.
Baştan başlayalım: Lütfullah. Yani Allahın Lütfü adlı kulu. Bir çift öküz ve bir kara sapan ile gelirdi bu tarlanın başına. Öüzleri okşayarak, gönüllerini alarak koşardı boyunduruğa. Bir eli sapanda, ötekinde üvendere, Yaa Bismillah!çekip hayvanlara dokununca, gün boyu kavurucu güneşin altında tarlayı sürerdi. Öküzler yorulur, kendisi yorulurdu. Güneş tepeye gelince dinlenme verirdi; bir saat. O benim gölgemde sigarasını içerken hayvanlar da dinlenirdi. Lütfü tarlayı sürerken toprak mis gibi kokardı burnuma. Dinlendikten sonra öküzlerine: Haydi evlatlarım! Bi solukluk yerimiz kaldı. Biliyorum hem yoruldunuz, hem acıktınız diyerek gönüllerini alırdı.
Güneş batmasına üç adam boyu kaldığında paydos edilirdi. Lütfü, merkebin üstünde yorgun, öküzler ondan yorgun, köye doğru yola düşerlerdi..
Lütfü yü yakından izlerdim.
O, Allahın gamsızı uzun yaşadı. Hayata küsmedi. Gönül koymadı. Hep iyimser oldu. Tanrı da onun dualarını boşa çıkarmadı. Bir gün burda benim gölgemde oğlu Süleyman ile konuşmalarına tanık olmuştum: Siz gençler! Diyordu. Anlayacaksınız bir gün: Bu devran, böyle gelmiş, böyle giderDeğiştirebilir misin? İki öküzünü dört edebilir misin diye öğüt veriyordu.
Bir gün Lütfü kapının önünde çarığını çıkartırken, kulak verdim, kızgındı. Gözü bir yırtığa takılmıştı. Sözde bu çarığı dananın baş gönünden yapmıştım; fazla dayansın diye. Anasına sattığım bu bile eskimiş. Bu yollara çarık mı dayanır İçerden karısı seslenir: Bana mı diyon Herif
Yok, yok çarığa diyom. Eskimiş de Diye karısını yanıtlıyordu.
Tarhana çorbasının üstüne dökülen tereyağının mis gibi kokusu geldi burnuna. Sıcak bazlama ekmeği yanında. Ağzı sulandı, yüzü güldü mutluluktan.
Onun yaşı Deli Osmanın sürüsü kadar yoktu, ama hoş adamdı.
15/ Haz. / 02
Sivrihisar Yavşan Yaylası
İbrahim Karaca
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)