15 Haziran 2002 Cumartesi

Bir Söyleşi

Bir sabah erken , daha sürü ağıldayken, elimde dürüm, önümde sığırlar yazıya otlatmaya gidiyordum ; eşeğin üstünde köpekleri düşünerek.

Köpekler azgın, kudurgan, kimseyi geçirmezler yollardan. Yaklaşınca birisi havladı. Ötekiler de ona uydu.Hepsi ayakta beni çevirecekler belli. Kalbim atmaya başlamıştı ki, çoban hoooşt! Dedi. Pıstılar kedi gibi.

Sığırlar dağıldı yazıda. Otluyorlar, kaygısız, düşüncesiz, hayvan gibi.

Alıç ağaçlarına uğradım teker teker. Güya kiminde bir bardak çay , kiminde sabah kahvesi içtim.

Sonra benim ağaca vardım. Oturdum gölgesinde. Bir yanımda serçe sürüsü, öbüründe sığırcık. Kuşlar, sapların, anızların arasında yerlere dökülmüş taneleri topluyorlar. Bir karınca bir arpa tanesini götürmeye çalışıyor. Ama nereye?

Bir çift saksağan kısa kısa öterek ağaçları dolaşıyor. İyi tanırım bu akıllı kuşları: Hırsızdırlar. Evlerden yiyecek çalarlar. Beni uzaktan gözetliyorlar. Umutları kesilince, dolandırılacak başka yerlere...

Alıcın altında uyuyup kalmışım. Rüyamda bir Pir-i Fani çıktı karşıma. Uzun boylu, iri yapılı, gözleri parlak; sırtında abası, elinde asası, saçları sakalları uzamış, siyah ve bukle bukle, güler yüzlü ve sevimli bir ihtiyar. Bana atalarımızın yaşam öyküsünü anlatmayı önerdi .Ben ise bu öyküyü zaten merak ediyordum.

Oturdu yanıma. Uzaklardan ilham alırcasına bakarak başladı:
Onlar benim gölgemde oturdular,yediler, içtiler dinlendiler.Bu tarlada çift sürdüler, tohum ektiler, orakla ekin yoldular; tepelerinde güneş, yerde ondan daha kızgın toprak. O anlatırken ben de onu inceliyordum. Ellerine ayaklarına, yüzüne ve saçlarına baktıkça onun yaşını öğrenme merakım uyandı.

Sen kaç yaşındasın diye sormaktan kendimi alamadım. İhtiyar sakalını sıvazladı, düşündü, asasıyla toprağı karıştırdı:
- Ne bileyim ben! Ben okur yazar değilim ki. Hem ben hesap kitap da bilmem
- Bence 150 yaşındasın
- 150 ne kadar eder
- Sen çoban Osman'ı tanır mısın
- Deli Osmanı mı? Tanımaz olurmuyum Onun koyunları var ya. İşte o kadar yaşındasın
- Yaş dediğin ne kadar bir süreç
diye sorunca, önce yaş kavramını anlatma gereğini duydum.

-Siz alıç ağaçları ilkbaharda çiçek açarsınız ya
-Hee.Açarız karlar kalkınca

-Sonra koyu sıcaklar,ondan sonra da tekrar karlar .O karlar da kalkınca tekrar çiçek açarsınız.İki çiçek dönemi arasında geçen zamana biz bir yıl deriz. Kolaymış değil mi?
- Şimdi söyle bakalım sen kaç kez çiçek açtın ömrün de
- Dedim ya ben sayı saymayı da bilmem

Ona sayı saymayı da öğrettim. Öğrendikçe sevinci yüzüne vurdu, gözleri parladı canlandı.İhtiyarın sandığından daha hızlı öğrendiğini, öğrendikçe ufgunun derinleştiğini görmüş olmam beni endişelendirdi.

Kolaymış. Şimdi anladım 150 yaşın ne ettiğini. Öyleyse deli osmanın koyunlarının iki üç katı yaşta çok alıç ağacı var. Saymayı yaşı bende onlara anlatayım

Korktum ve geri adım attım. Vaz geçtim onu eğitmekten. Oğretmekten. Bakarsınız bir gün tüm alıç ağaçları okumayı, yazmayı öğrenmeye kalkarlar. Ardından okul, öğretmen, kağıt, kalem, kitap, gazete istekleri gelir. Bakarsınız okuya okuya aşkı, sevdayı da öğrenirler. Ya da anarşist, terörist olurlar. Bakarsınız hak hukuk öğrenirler. Özgürlük diye yollara dökülürler. Belki parti bile kurarlar.

- Pir-im ! Hani benim ecdadımı anlatacaktın
- Haklısın bu tarladan geçimini sağlayan tam dört kuşağı çok iyi tanırım
diye başladı:
Atalarınız şu gördüğünüz tarlayı sürdüler, ektiler, ekinini biçtiler. Benimle hepsi dost, hepsi yaran oldular. Gölgemde serinlediler. Aşlarını ekmeklerini yediler, cigaralarını içtiler. Onlara Yavşan Köyü yaranı adını vermiştim. Bak!

Adlarını veriyorum: Lütfullah, Süleyman, Ahmet ve Coşkun. Tam dört kuşak.

Baştan başlayalım: Lütfullah. Yani Allahın Lütfü adlı kulu. Bir çift öküz ve bir kara sapan ile gelirdi bu tarlanın başına. Öüzleri okşayarak, gönüllerini alarak koşardı boyunduruğa. Bir eli sapanda, ötekinde üvendere, Yaa Bismillah!çekip hayvanlara dokununca, gün boyu kavurucu güneşin altında tarlayı sürerdi. Öküzler yorulur, kendisi yorulurdu. Güneş tepeye gelince dinlenme verirdi; bir saat. O benim gölgemde sigarasını içerken hayvanlar da dinlenirdi. Lütfü tarlayı sürerken toprak mis gibi kokardı burnuma. Dinlendikten sonra öküzlerine: Haydi evlatlarım! Bi solukluk yerimiz kaldı. Biliyorum hem yoruldunuz, hem acıktınız diyerek gönüllerini alırdı.

Güneş batmasına üç adam boyu kaldığında paydos edilirdi. Lütfü, merkebin üstünde yorgun, öküzler ondan yorgun, köye doğru yola düşerlerdi..

Lütfü yü yakından izlerdim.

O, Allahın gamsızı uzun yaşadı. Hayata küsmedi. Gönül koymadı. Hep iyimser oldu. Tanrı da onun dualarını boşa çıkarmadı. Bir gün burda benim gölgemde oğlu Süleyman ile konuşmalarına tanık olmuştum: Siz gençler! Diyordu. Anlayacaksınız bir gün: Bu devran, böyle gelmiş, böyle giderDeğiştirebilir misin? İki öküzünü dört edebilir misin diye öğüt veriyordu.

Bir gün Lütfü kapının önünde çarığını çıkartırken, kulak verdim, kızgındı. Gözü bir yırtığa takılmıştı. Sözde bu çarığı dananın baş gönünden yapmıştım; fazla dayansın diye. Anasına sattığım bu bile eskimiş. Bu yollara çarık mı dayanır İçerden karısı seslenir: Bana mı diyon Herif
Yok, yok çarığa diyom. Eskimiş de Diye karısını yanıtlıyordu.

Tarhana çorbasının üstüne dökülen tereyağının mis gibi kokusu geldi burnuna. Sıcak bazlama ekmeği yanında. Ağzı sulandı, yüzü güldü mutluluktan.

Onun yaşı Deli Osmanın sürüsü kadar yoktu, ama hoş adamdı.


15/ Haz. / 02
Sivrihisar Yavşan Yaylası

İbrahim Karaca